The Book of Basketball #2


Başlamadan: The Book of Basketball #1

~

PROLOG

DÖRT DOLARLIK BİLET

1973 yazı sırasında, Watergate skandalı patlak verdiğinde ve Willie Mays "çatalı kıçına sapla" cümlesini uygun kelimelerle yeniden tanımladığında babam yeni bir motosiklet satın almakla yeni bir Celtics kombinesi satın almak arasında tereddüt ediyordu. IRS* ondan daha yeni 200 dolarla (babamın hatırladığı miktar) 600 dolar (annemin hatırladığı miktar) arasında değerli bir vergi ödemesi talep etmişti. İkisinin aynı fikirde olduğu tek şey vardı: Annem, eğer motosiklet alırsa babamı ayrılıkla tehdit ediyordu.

Marlborough, Massachusetts'te, Boston'a sadece yirmi-beş dakika uzaklıkta, gösterişsiz bir daire kiraladık. Babam kendi kendine Suffolk'ın Hukuk Fakültesi'ne yazıldı. Kızlara yiyecek-içecek servis etmeyi öğretiyordu ve akşamları da barmenlik yapıyordu. Vergi ödemesinin bir şekilde, bir miktar parayla ödenmesi gerektiğine rağmen, ilk defa babam kendi için bir şeyler istiyordu. Hayatı berbattı. Motosikleti istiyordu. Annem bu düşüncesini suya düşürdüğünde, Celtics'i aradı ve hemen rakip takım bench'inin arkasındaki koltuklardan maç başına dört dolarlık bilet alabileceğini öğrendi. Bu günlerde izle-öde şeklinde dört boks maçını veya yeni bir iPod'u 150 dolardan aşağıya alamazsınız. O zamanlarda ise o paraya Boston Garden'da, rakip takım bench'inin beş sıra gerisinde, Kareem'in kafasındaki büyüyen lekeli dazlak kısmı yeterince iyi görebileceğiniz sezonluk bir koltuk temin edebiliyordunuz.(1)

Babam o gece nihayet tetiği çekti ve anneme son gelişmeleri anlattı. Muhabbet muhtemelen şu şekilde gerçekleşmişti:

BABAM: Haberler güzel tatlım. Celtics kombinesi aldım. Yıl içinde otuz-beş günü kendi başıma Garden'ın(2) içinde geçireceğim. Bilet playoff maçlarını kapsamıyor. Bu demek oluyor ki sen bu gecelerde Billy ile evde yalnız kalacaksın çünkü bebek bakıcısı tutmak için yeteri kadar paramız yok. Aynı zamanda vergi ödememi boşalttım. Fakat dayanamadım — bence bu sene şampiyonluğu kazanacağız!

ANNEM (uzun bir sessizlikten sonra): Sen ciddi misin?

BABAM: Hmm... Sanırım Billy'i birkaç maça götürebilirim. Kucağımda oturabilir. Ne düşünüyorsun?

ANNEM: Bence biz çok erken evlendik.

Eğer annem böyle söylediyse haklıydı; anne-babam beş sene önce ayrıldı. Geçmişe bakarsak, belki de motosiklet bu süreci hızlandıracaktı. Fakat bu aynı zamanda Garden'ın(3) içinde geçireceğim çocukluğa bu kadar yaklaşmışken bunu kaçırmak anlamına da gelirdi. Eğer annem de motosikleti tercih etseydi, babam ödemeyi yapacak ve bir sonraki Gary Busey olacaktı. Belki beş şampiyonluk sezonunu kaçıracaktık. Belki basketbolu o kadar önemsemeyecektim. Belki siz bu kitaba 30 dolar verdiğiniz için kafanızı duvarlara vurmayacaktınız. Hayat garip.

Mükemmel zamanlamayla Celtic Pride'a dahil olduk: Celtics 68 galibiyet elde ederek playoff'a kaldı ve '73 playofflar'ı esnasında John Havlicek'in perdeden geçerken şut attığı omzunu çıkarması dolayısıyla şanssız bir şekilde bir alt kademedeki Knicks'e kaybetti. Şampiyonluğu kaybetmemize ve çılgın gibi popüler Bruins kadrosunun Garden'ı paylaşıyor olmasına rağmen, Celtics yerel bir momentum kazanmıştı çünkü John Havlicek ve ateşten kızıl saçlı MVP Dave Cowens, daha önce Bill Russell'ın yapamadığı şekilde taraftarlarla sağlam temas kurabilmişlerdi. Russell'ın hayret verici serisinden sonra (1957'den 1969'a kadar on-üç sezonda on-bir şampiyonluk) bocalamalar başlamışken, Boston da aniden kötü şöhretli, ırkçı bir şehir olarak dikkati çekti. Acaba en iyi iki oyuncuları beyaz olduğundan mı bu oluyordu? Yoksa babam gibi, Auerbach'ın Celtics'i ve Holzman'ın Knicks'i gibi özverili takımlar sayesinde oyuna aşık olanların, Pazar günleri Chamberlain ve Russell'ın savaşını sanki iki devasa dinozor kavgası izler gibi izleyerek büyüyenlerin, UCLA'in galibiyet serilerini ve Maravich'in LSU'daki sihirbazlığını anlatarak büyüleyenlerin tomurcuklanarak hızla artması mı söz konusuydu? Veya Cowens sadece esrarengiz Russell'dan daha sempatikti ya da taraftarla daha iyi anlaşıyordu?

Cevap? Yukarıda sözü geçenlerin hepsi.(4) Belki şehir, ellilerde ve altmışlarda Russell kadar inatçı ve kompleksli olmayan bir Afrikan Amerikan spor kahramanını onaylayacaktı — sonuçta çoğunu onaylamıştı. O, dakikası dakikasına uymayan ve muhabirleri asık suratla karşılayan, taraftarlara karşı mesafeli ve samimiyetsiz, ırksal konularda şaşırtıcı derecede dobra, rengi ve durumu konusunda da meydan okuyan bir adamdı. Russell sadece iyi bir takım arkadaşı ve gururlu bir siyah adam olmayı umursardı. Kendini asla eğlendirici veya oyunun büyükelçisi olarak görmezdi. O bu rollerin tamamından kaçınırdı: Sadece basketbol oynamak, kazanmak, bir oyuncu ve insan olarak saygı görmek ... ve yalnız bırakılmak isterdi. 1966'da Auerbach onu ilk siyahi profesyonel koç olarak atadığında bile o bu terfinin değerini umursamadı. Sadece bu iş için ondan iyi isim yoktu. Ancak yıllar sonra, Muhammed Ali hariç diğer bütün atletlerden farklı bir şekilde yürekli ve ileri düzeyde Afrikan Amerikan olarak taraftarların takdirini kazanacaktı. Ancak yıllar sonra, insanoğlu olmak ile umut verici bir basketbol yıldızı arasındaki farkı gözetmeksizin, böylesine ulu bir oyuncunun kederini ve iç karışıklığını empati edebilecektik. Ancak yıllar sonra, Russell'ın tedbirli ve sert tutumları anlaşılır hale gelecekti.

Russell'ın aksine Cowens'ın bu tarz meseleleri yoktu. Anlaşılamayacak herhangi bir sırrı, çözümlenemeyecek bir karışıklığı bulunmuyordu. Koca kızıl, ortada kalan her top için atlıyor, fast-break'lerde sahayı uçtan uca koşuyor, bütün hücum ribauntlarında savaşıyor ve yeteneklerinin her bir zerresini takımı için harcıyordu. O gümbürtülü sesiyle hakemlere öyle bir bağırıyordu ki böğürmesi Garden'ın en üst sıralarından duyuluyordu. Ribaunda çıkarken yüksek sesle hırlıyor ve bacaklarını farklı yönlere doğru savuruyordu, ki bu o zamanlardaki sıkışık şort dönemi haricinde iyi niyetle kabul edilebilirdi. Çünkü herkes daima taşaklarının, iki süper top şeklinde şortundaki karantinadan kurtulması hakkında endişe ediyordu. Hava atışından itibaren kule gibi Abdul-Jabbar'la -Cowens'ın nemesis'i ve ligin o zamanki en iyi oyuncusu- paldır küldür boğuşurken, Cowens daima ağırsiklet boks müsabakasında yumruk atmaya hazırlanan boksörler gibi görünüyordu. Bu eşleşmede fundamental olarak adil olmayan bir şey vardı, sanki bizim gerçek pivotumuz bezecek gibi lanse ediliyordu. Sonra maç başlıyor ve bunun bir mismatch olmadığını görüyorduk. Cowens 18-footer'ları göndererek Kareem'i, Milwaukee'nin en iyi blokçusu ve ribauntçısını, pota dışına çekiyordu. Savunmada Cowens sekiz-inç'lik ağırlık farkıyla Kareem'i yıpratıyor ve her field goal denemesinde ona zorluk çıkarıyordu. Üst üste bütün pozisyonlarda ikisi arasında aynı düzensiz dansı izledik: Jabbar sessizce alçak postta tercih ettiği bölgeye yürüyor, göğsüyle Kareem'in arkasına bastıran vahşi Cowens onun bir inç daha kazanacak olmasını engelliyordu. Sonunda onu Battle of the Network Stars** yarışmacılarının halat çekme yarışı esnasında birbirlerini soktukları duruma sokuyordu. Belki kağıt üstünde rakip olmaları bir anlam ifade etmiyordu, fakat saha içinde Frazier ile Ali karşılaşıyormuşçasına ellerinden geleni yaptılar -Cowens oyunun en dominant pivotuyla savaşmaktan haz alıyordu, Kareem istediği gibi rahatça ilerliyemiyordu çünkü Cowens ona izin vermiyordu- ve '74 Finalleri Thrilla in Manila'nın*** bitişi oldu. Celtics yedi maçta üstün olan taraftı, Koca kızıl 28 sayı, 14 ribaunt kaydederek zaferi perçinledi. Mismatch muhabbetini kapattı.(5)

En son Cowens anı, Mike Newlin temas esnasında flop'layınca ve düdük Cowens aleyhine çalınca yaşandı. Bu tip şeyleri Cowens'a karşı yapmazdınız; oyunun kutsallığına kimse ondan daha fazla değer vermezdi.(6) Potanın altında hakemi azarladı, aldığı cevabı beğenmedi, biraz daha bağırdı, sonra etrafta fırıl fırıl döndü ve parke üzerinde Newlin'i aradı. Yeterince öfkelendiğinde, Newlin'e arkadan 45 derecelik açıyla saldırdı, Amerikan futbolundaki gibi omzuna vurdu ve zavallı Newlin'i ortadaki hakem masasına gelişigüzel oturttu. Bunu canlı izlemek (ve bunlar olurken oradaydım), sanki Pamplona'da öfkeden deliye dönmüş bir boğanın on adım ötesindeki masum bir insanı hedef almasını izlemek gibi oldukça korkunç bir tecrübeydi. Ve en iyi bölüme daha gelmedik. Newlin'in her bir parçası, kırılmış domuz kumbarası gibi parke üzerinde dağılırken, Cowens aynı hakeme doğru döndü ve bağırmaya devam etti, "İşte buna siktiğimin faulü denir!" Ve evet, Cowens beyazdı, Russell siyah. Fakat Cowens mor olsa bile dört dolara değerdi. Havlicek de aynı şekilde. Onlar sayesinde babam Celtics kombinesi hakkında hataya düşmedi ve asla arkasına bakmadı.

İlk sezonumuz, Celtics'in Russell dönemi sonrası şampiyonluk kazandığı ilk sezonla çakışınca aniden Simmons döneminin de başlangıcının habercisi oldu. Anılarım sonraki seneye, Chestnut Hill'e (Garden'dan on-beş dakika uzaklıkta) taşınana kadar ve babam beni daha sık maça götürene kadar zedelenmedi. Bizim bölümümüzde yaşayan insanlar beni minyatür spor ansiklopedisi olarak biliyordu, tırnaklarını yiyen ve hayatı Boston takımları etrafında dönen sarkık saçlı çocuk. Maçlardan önce Garden'ın teşrifatçıları bana potanın altında, sahanın kenarında durmam için izin verir, ben de havadaki topların peşine düşer ve onları tekrar kahramanlarıma atardım. Orada dikilip tırnaklarımı yerken topun airball ile veya sekerek bana gelmesini dilediğimi ve böylece onu yakalayıp bir Celtic'e geri gönderebileceğimi hala hatırlarım. Bunun küçük bir çocuk için ne kadar heyecan verici olduğunu söylediğim de ... Demek istediğim, asla anlayamazsınız. Bu sanki yılda kırk kere Disneyland'e gidip her yolculukta sınırı aşacak kadar eğlenmek gibiydi. Sonunda Boston bench'inin(7) dibinde umarsızca dolaşacak kadar yeterli cesaret toplayabilmiştim ve koçlarla, Tommy Heinsohn ve John Killilea, küçük neşeli sohbetler gerçekleştirebiliyordum. Esas olaysa, Buffalo ile oynanan bir playoff maçından önce, Herald American fotoğrafçısının beni John Havlicek'in (bebek mavisi bir takım elbise ve koltuk altlarında değneklerle) sakatlığına bakarken çekmesi ve bu fotoğrafın ertesi gün gazetenin spor bölümünde boydan boya yer almasıydı.(8) O esnada ben altıncı yaşıma basmıştım, ne olduğunu tahmin ediyorsunuzdur: kendimi Boston Celtics'in bir elemanı olarak görüyordum. Bu olay, birinci sınıfta kendime "Jabaal Abdul-Simmons" müslüman ismini (Red Sox kitabımda ayrıntılarıyla açıkladım) vermemle ilk ırksal kimlik krizimin patlak vermesi olarak sonuçlandı. Henüz tam olarak fikir sahibi değildim. Celtics için oynamak istiyordum ve NBA'deki oyuncuların çoğu siyahiydi. Bunun yanısıra, onlarla çok ortak noktam vardı — favori sporum siyahiydi, favori oyuncum (Charlie Scott) siyahiydi, favori komedyenlerim (Flip Wilson, Jimmie Walker ve Redd Foxx) siyahilerdi, çoğu favori televizyon programım (Sanford and Son, The Jefferson, Good Times, The Mod Squad) siyahi yıldızlardan oluşuyordu ve hatta 1975'te annemi beni Roxbury'e, Keith Wilkes'ın ilk ve tek filmi Cornbread, Earl and Me'yi(9) izlemeye götürmesine ikna ettim. Beyaz olmak beni sinirlendiriyordu. Ödevlerime ve testlerime "Jabaal" yazarak ve yüzümü boyayarak ilkokul öğretmenimin de bana "Jabaal" diye seslenmesini sağladım, ve işte böyle.

Bu arada '76 Celtics son bir şampiyonluğa asılıyordu. Silas ve Havlicek'in daha iyi günleri olmuştu. Kokuşmuş Don Nelson -bu doğru, daha sonra Milwaukee ve Dallas'a koçluk yapanla aynı adam- on farklı yetmişler sit-com'unda kuşatılmış baba gibi çıkıntılı koca göbeğiyle oynuyordu. Bütün kilit oyuncular (buna Cowens ve Jo Jo White gibi takımın en iyi oyuncuları da dahil) istatistiksel olarak zirveyi çoktan görmüşlerdi ve bench'ten gelecek genç bacaklara sahip değildik çünkü Auerbach karakterine ters olarak birkaç draft pick'imizi boşa harcamıştı. Batı Finali'nin 7. maçında garip koşullar altında kendi kendini imha edene kadar son şampiyon Golden State şampiyonluğun favorisi olarak görülüyordu: İlk dakikalarda, Phoenix'in oyuncusu Ricky Sobers, Warriors yıldızı Rick Barry'e uçtu ve takım arkadaşları onu çekene kadar(10) yere birkaç yumrukla beraber indi. Devre arasında Barry (adı çıkmış hıyar) kasedi izledi ve kendi takım arkadaşlarının onun arkasını kollamak için kavgaya atlamadığını farketti. Delirmişti, ikinci yarının çoğunda haince davranarak şut atmayı reddetti -yalan atmıyorum, şut atmayı reddetti- ne zaman takım arkadaşı ona pas atsa şişko patatesi oynadı. Bu şekilde 42-40'lık Suns takımı, en iyi oyuncusunun incelikle takım arkadaşlarına "siktir" çekerek oynadığı maçı deplasmanda kazandı, son şampiyonu devirdi, Finaller'e yükseldi.

Bu Celtics için ilk kırılma noktasıydı. Diğeri doğal bir şekilde gelişti: O sene ABA/NBA birleşmesinden önceki son yıldı, ligin yetenek açısından Mikan döneminden sonraki en kısır sezonu. On yılın çoğunda, ABA lise ve kolejden çıkan yetenekli yıldız adaylarına değerinden fazla para saçmıştı. Bunlardan bazıları Julius Erving, Maurice Lucas, Moses Malone, David Thompson ve George Gervin. Hepsi de NBA'in katı ve değişmez kurallarını zorlamaya iten uyandırıcı etken olan nefes kesici atletler. İki lig de diğerinde yoksun olan şeyi birbirine önerdi: Kalabalık, disiplinli, fiziksel tarzı öne çıkaran ve çıkarcı olmayan oyunculardan oluşana (NBA) karşı yokuş aşağı süren, tahmin edilemez stilde meşhur bireysel oyunu ön planda tutan (ABA). Ligler sonunda birleştiğinde, takip eden üç yıl boyunca herkes karmaşıklığı çözmeye çalışana kadar basketbol, parçalarına -önce takımı düşünen adamların, beceriksizce, yeteneklerini, önce kendini düşünen adamlarla harmanlaması- ayrıldı.(11) Lig üç sayı çizgisini ekledi, Bird ve Magic yetişti, ve oyun başka bir alana taşındı. '76 Celtics birleşmeden sonra kazanabilmek için çok yaşlı ve yavaştı fakat bunu henüz farkedememiştik. Farkedemediğimiz diğer bir şey de Nelson gibi beyaz adamların şut saatini eritmek için, Erving ve Thompson gibilerine göre daha iyi şansı olduğuydu. Oyun değişiyordu, sadece henüz kimse kavrayamamıştı.

Boston ve Phoenix'in Finaller'in ilk dört maçını paylaşmasından sonra, genelde ligi pek fazla umursamayan ve gecikmeli playoff maçlarıyla ilgili problem yaşamayan veya onları mantıksız saatlere koyan CBS'te beşinci maç, yine kendi kafalarına göre istekleri neticesinde 21.00'da başladı. Eğer durumu elverdiğince NBA Finalleri'ne bilet alan bu kadar çatlak Boston taraftarına maçı bu kadar geç başlatırsanız ne olur bilir misiniz? Tüm zamanların en zorba, en çılgın, en alkolik Boston taraftarıyla karşı karşıya kalırsınız. Maçtan önce dört, maç esnasında da üç saatini sarhoş olmakla geçirip hala da kanındaki alkol seviyesi toplu bir şekilde doruğa ulaşmamış bir kalabalık düşünün. Size daha fazlasını da anlatırdım ama dördüncü çeyrek boyunca, Phoenix'in kaydadeğer geri dönüşü esnasında ve ilk iki uzatma periyodunda, babamın ve onun iki yanında bulunan nazik insanların üzerinde gelişigüzel uzanıp şekerlemişim.(12) İkinci uzatma periyodunun bitimine yedi saniye kala, Celtics bir sayıyla gerideyken ve herkes son oyun için ayağa kalkarken uyandım (esasında uyanmamın sebebi buydu, bizim bölümdeki herkes ayağa kalkıyordu). Neredeyse beş saniye süresi ihlal olacakken Havlicek inbound pası çekerek aldı, potaya doğru karantinaya girdi (sol eliyle kötü bir driplinge kalkıştı), ve sonra bir şekilde tam süre dolmadan yanlış ayağında zıplayarak panyaya doğru tuğlayı yolladı. Gencecik yaşamımın en korkutucu anlarının başrolü: binlerce azgın taraftar sahayı dolduruyor, birçoğu da sahaya girebilmek için bizim bölümdekilerin üzerinden atlıyordu. Sanki hapishane isyanı gibiydi, sadece biraz daha iyimseri. Ve bütün bunlar olurken ben yarı uyanık bir haldeydim.****

Gerisini biliyorsunuz: hakemler maçın daha bitmediğini ve bir saniyenin kaldığını belirttiler, hakem Richie Powers sarhoş bir taraftar tarafından saldırıya uğradı, Suns topu sahanın ortasına taşımak için mola istedi ama mola hakları dolmuştu, Jo Jo teknik faulden doğan serbest atışı gönderdi, Gar Heard dönerek attığı inanılmaz basketle maçı üçüncü uzatma periyoduna taşıdı (o zamanlar bu atışın 50-foot'luk bir isabet olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum), sonra Celtics Jo Jo'nun maç sonu kahramanlıkları ve Glenn McDonald adında mütevazi bench oyuncusu sayesinde ucu ucuna kurtuldu. Birkaç en önemli bölümünde uyusam da, Jabaal Abdul-Simmons ertesi gün okuldaki en havalı çocuk oluverdi — sadece oynanmış en ünlü basketbol maçında bulunduğumdan değil, aynı zamanda ailemin bana gecenin 01.30'una kadar uyanık kalmama izin vermesinden de dolayı.(13)

İki gün sonra franchise'ın 13. şampiyonluğuna Phoenix'te kavuştuk. Takip eden iki yıl boyunca, Simmons ailesi için sorun olmamasına rağmen ligin en bahtsız takımına evrildik: hatta babam (zar zor) ikinci bir bilet daha satın alabildi ve sonrasında yerlerini terkeden esas müşterilere şükürler olsun ki, bizim koltukların konumunu orta bölüme, hemen Nancy Parish Memorial tünelinin yanıbaşına (daha sonra açıklarım), oyuncuların, koçların, hakemlerin arenaya giriş ve çıkış yaptıkları yere taşıdılar.(14) Benim koltuğum babamın koltuğunun iki sıra altındaydı -tünelden uzaklaşmadıkça iki tane yanyana alamıyorduk, ki bunu istemiyorduk da- fakat molalar sırasında tırabzanlardan atlayıp, tünelin orada dikilip onunla konuşabilirdim. Hatta daha iyisi, sakat oyunculardan oluşan acayip bir yığın, eski topraklar, basın mensupları bizim tünelde bir araya gelir, bir veya iki çeyrek maçı izler, bu da beni favori çocukluk anılarımın başrolünü üstlenenlerden birine götürür: kokuşmuş Marvin "Bad News" Barnes on-sekiz inç uzağımda dikiliyor, fake sakatlık taklidi yapıyor, uzun bir vizon ceket giymiş bizim tırabzanlara dayanıyor. Her bir dakika, güzel bir Celtics oyunundan sonra, suratında "Bu da neyin nesi, ince beyaz çocuk!" gülümsemesiyle bana kafa sallıyor. Irksal kimlik sorunlarımla uğraşmadığımdan beri, zamanımın çoğunu onun ceketine hayranlıkla bakmakla ve yasal olarak beni evlat edinmesini ummakla geçirdim. Olmadı. Yine de aramızda şu muhabbet gerçekleşti:

BEN (üç çeyrek sonrasında cesaretimi toplamış bir şekilde): Bay Barnes, ne zaman oyuna geri döneceksiniz?

BAD NEWS (sokulganca): Waksdjaksdjdk lasdjkaldj kjdkjf alkjhakh adshakdjah, küçük adam!(15)

The News bizim için sadece otuz-sekiz maç oynadı, fakat o muhabbet, hakkındaki her şeyi açıklıyordu. Celtic Pride yirmi-dört aydan kısa bir süre içinde her şeyi pencereden atmıştı. Nelson ve Hondo emekliye ayrıldı. Silas ve Jo Jo sert koşullar altında ezildiler. Zavallı Cowens onu özel yapan ateşinin çoğunu kaybetti. Heinsohn potansiyel olarak sporun lanse ettiği en sadık adam olabileceğini biliyordu, kovuldu.(16) En kötüsü de, takım sahibi John Y. Brown, önce Red'e danışmadan umarsızca, üç ilk tur pick'ine karşılık Bob McAdoo'yu takasla alınca Auerbach az kalsın Knicks'e geçiyordu. Eski zamanlarda, Barnes ve McAdoo gibi isimler Celtics'e asla burun çevirmezdi. Çırpınan ligde çırpınan bir takım olmuştuk, çaresiz hamleler yapan ve kimliğini arayan çaresiz bir franchise. Sonra hızlı bir şekilde her şey değişti. Auerbach, John Y. ile olan güç çarpışmasını kazandı(17), Larry Bird'ü uygun durumdayken 1978'de draft etti, ve tedbir olarak bir yıl daha Bird'ün Indiana State'ten mezun olmasını bekledi.(18) Franchise cehenneme doğru sürüklense bile, ufukta potansiyel kurtarıcımız gözükmüştü. Takip eden hırçın kontrat münakaşasında, Bird rekor derecede beş yıllık 3.25 milyon dolarlık sözleşme imzaladı, kampa katıldı ve birkaç hafta içinde 29 galibiyetli maskaradan 60 galibiyetli önüne geleni deviren güce dönüşmüştük. Islah projesi sürdüğü müddetçe her şey Swayze'nin Double Deuce'ü temizlemesinden bile hızlı bir şekilde gerçekleşti (üstelik Sam Elliott'u göreve getirmemiştik bile). Artık yeniden önemliydik. Larry Legend üç NBA şampiyonluğu ve üç MVP ödülünü kazanacaktı, NBA'in kurtulmasına yardım edecekti ve gelmiş geçmiş en popüler Boston sporcusu olacaktı. Aynı zamanlarda ben ergenliği atlattım, liseden ve kolejden mezun oldum, ve Boston'da kendi başıma yaşamaya başladım. 1992'de Bird'ün kariyeri bittiği anda benim hayatım yeni başlıyordu.

Şimdi...

Detayları hesaba katalım. Yürümeye başladığım zamandan beri, sporu takip etme ve oynama aşkım geri kalan her şeyin gelişmesini engelledi. Basketbolla özel bir iletişimim oluştu çünkü annem motosiklet kariyerini veto ettikten sonra babam kombine bilet satın almıştı. İlk üç yılımızda iki şampiyonluk yakaladıktan sonra, franchise'ı zayıflatan bela silsilesi olaylar taraftarları korkutup kaçırdı ve babamla dünyanın en iyi basketbol salonunda oturabileceğimiz en iyi koltuklara oturduk. Bu da yetmiyorsa, gelmiş geçmiş en büyük beş oyuncudan biri takıma katılmadan hemen önce koltuklarımız daha iyi bir yere yükseltildi. Bu olay zincirini sadece şansla açıklayamazdık, bu sanki üç farklı zamanda piyango kazanmak gibiydi. Daha iyi bir ifadeyle Justin Timberlake'in Britney Spears'ı, Jessica Biel'i, Scarlett Johansson'u ve Cameron Diaz'ı onların en güzel zamanlarında becermesiydi, ve listeye Lindsay Lohan, Angelina Jolie ve Katie Holmes'u da eklediğini düşünün.(19) Gelişme çağımı Profesör Bird'le en ince ayrıntılarına kadar tadını çıkararak basketbol sporunu öğrenmeye harcadım. İstikrarlı bir şekilde ekstra pası düşünen birini izlemekte bulaşıcı bir şey vardı, bir ozmos. Potansiyel kara delik olarak gözüken McHale ve Parish dahil bütün takım arkadaşları da onun gibi, bencil olmayan oyunculara dönüşmüşlerdi. Bu sanki görece espri anlayışı olmayan bir grubun haddinden fazla komik bir adamla takılması ve haddinden fazla komik adamın devamlı olarak grubun komedi IQ'sunu arttırmasını izlemek gibi bir şeydi.(20) Bird'ü yeterince fazla izlediğinizde onun görebildiği açıları görmeye başlıyordunuz; oyun içinde oluşan şeylere onun yerine tepki veriyordunuz. İşte McHale potaya yaklaşıyor, onu görüyorum, topla buluşturuyorum, veee... Layup! Bird hepimize toplu bir altıncı duyu verdi, sporu takdir etmenin çok daha komplike yolu. Bu bir tanrı vergisiydi. Bu neyse oydu.

Ve işte bu yüzden bu kitabı okuyorsunuz. Ben doğru şekilde oynanan basketbolu izleyerek büyüdüm. Herkes boştaki adamı arıyordu. Herkes ekstra pası yapıyordu. Herkes elinden gelenin en iyisini veriyor ve büyük anlarda sahneye çıkıyordu. Bird emekli olduğu zaman ben de oyun hakkında doktoramı kazandım. Gelişme yıllarınızda tuttuğunuz takımın olağanüstü bir oyuncuyla bir araya geldiğini görmek -Lakers ve Magic, Bulls ve MJ, Broncos ve Elway, Oilers ve Gretzky, veya kimse kim- bu gerçekten piyangoyu kazanmak gibi bir şey. Hatta yirmi yıl sonra bile klasik Bird zamanları hakkında kendi hayatımdan kesitler anlatıyormuş gibi gevezelik edebilirim. Mesela Atlanta'nın bodurları bench'lerinde elleriyle birbirlerine çakarlarken 60 sayıyla bir anda ortaya çıkması(21), veya üç çeyrekten kısa bir süre içinde Dr. J'in üzerinden 42 bırakması ve siniri bozulan Doc'ın bunu sebep göstererek sahanın ortasında birbirlerini boğazlamaları.(22) Bende bunlardan yüzlerce var. Bird'ün en harika anıları aynı zamanda benimkilerden de birkaçı. Sporun bu şekilde gelişmesi ne kadar komik. Bazen kendimi o mutlaka görülmesi gereken Bird anlarından birini özlerken buluyorum. Mesela herkesin Garden'da aynı anda farkettiği "A-ooo, birazdan burada sihirli bir şeyler olabilir" anları. Bir anda salonda rock konserinden veya şampiyonluk dövüşünden(23) hemen önceki elektriğe benzeyen sabit bir vızıltı olurdu. O vızıltıyı hissettiğiniz an özel bir şeylerin başladığını bilirdiniz. Şimdi muhtemelen benim kudurmuş bir deli olduğumu düşünüyorsunuz ama size söylüyorum, o maçları yerinde izleyen herkes açıklamaya çalıştığım şeyleri tam olarak anlayabiliyor. Havada bunun kokusu vardı: Larry dizginleri ele alıyordu.

Neredeyse ilk iki sezonu içinde ('80 ve '81), Bird ve Boston taraftarları arasında nedenini zar zor anlayabildiğimiz bir mesafe vardı. Onun tarafından dikilen ve bizim aşamadığımız bir duvar. Basına karşı zavallı bir utanma duygusu, uzun alkış yağmurlarının üzerinde doğurduğu belirgin bir huzursuzluk. Bird bir çeşit bilgin gibi kendi kendine geçinirdi. Basketbol ve diğer küçük şeyler konusunda müthiş hediyelerle kutsanmış biri gibi. "The Hick from French Lick" lakabını umursamayan bir adamdan bahsediyoruz. Biz onun dilsiz olduğunu, kendini ifade edemediğini, taraftarları yeterince önemsemediğini, sadece yalnız kalmak istediğini sanıyorduk. Bu, Philly karşısında kayda değer geri dönüş üçlemesinin son sahnesi olan Doğu Finali'nin 7. maçının sonuna doğru değişti. Tamamen tartışmasız gelmiş geçmiş oynanan en mükemmel playoff serisiydi: iki 60 galibiyet seviyesindeki takım, öfkeli hasımlar, iki tarafta da dolu kadrolar,(24) başrolde iki muazzam forvet, son saniyelerde belli olan dört maç, Celtics'in üç kez üst üste eleminasyon maçını totalde beş sayı farkla kazanması. 7. maçta her şey doruktaydı, hakemlerin düdüklerini sakladığı ve basketbolla rugby arasındaki ince çizgiyi esneten hareketlere izin verdiği şiddetli bir savaş. Eskilerin söylediği "Bu iki takım arasındaki aşkta azalma olmaz." cümlesini bilirsiniz? İşte bu 7. maçtı. Eğer potaya bir layup veya smaç için penetre ediyorsanız, bir wide receiver'ın***** sahanın ortasında tartaklandığı gibi merhametsizce tartaklanırdınız. Eğer bir uzunun arkasında gizlenip onun potansiyel ribaundunu tokatlamaya çalışırsanız, çenenize dirsek yerdiniz. Eğer trafiğin içinde düşüncesizce top sürüp kurtarma düdüğü beklerseniz, bir sonraki sefer için iyi şanslar. Eğer çizgiyi aşıp epey bir ileriye giderseniz, diğer oyuncular sizin icabınıza bakardı. Bu bir erkek oyunuydu. Bugün asla böyle bir şey göremezsiniz. Asla.

Bu arada taraftarlar taraftarlıktan çıkmıştı, artık Kolezyum'da gladyatörler için tezahürat yapan Romalılar'a benziyorlardı. Son saniyelerde bir sayıyla öndeyken Philly'den Dawkins kalabalığı yarıp potaya doğru yöneldi, Parish ve McHale tarafından yerle bir edildi ve parkeye çarparken topu çirkin bir şekilde panyaya doğru savurdu. Bird trafiğin arasından ribaundu çekti, bedenlerin arasından boşluklar bularak topu sürdü (yerdeki üç koca mayın dahil, neredeyse Rollerball'ın son sahnesi gibi), topla beraber sahanın diğer ucuna kadar ilerledi, sonunda asist yapacakken durdu ve neredeyse tavanın inmesine sebep olacak 15-foot'luk panyalı şutunu gönderdi. Larry parkede hoplayıp zıplarken Philly mola istedi -kolları hala havadaydı, alkış silsilesi kopmuştu- sonunda önü açıldığında abartılı ve şiddetli bir yumruk sevinci yaptı. Bird asla kalabalığı onaylamazdı, bu onun duyguları hakkındaki ilk ipucuydu. Sonunda bize bir kemik atmıştı. Bütün mola boyunca aşırı derecede balistiktik ve uğulduyorduk, müzik aletlerini bastırıyorduk ve korna, oyuncuların parkeye dönmesini işaret edene kadar hep bir ağızdan tezahürat ediyorduk.(25) Philly'nin berbat bir son saniye alley-oop denemesi sonrası Celtics galip geldiğinde herkes parkeye daldı,****** Bird birkaç saniye daha sahanın ortasında kaldı, okullu kızlar gibi bir yukarı bir aşağı zıpladı, kafasını tutarak etrafına toplanan taraftarlara inanamadı. Bu, Bird dönemindeki bütün zaferler içerisinde şampiyonluğun alınmamasına rağmen Boston taraftarlarının maçtan sonra Garden'ın çevresinde oyalandığı, kornalar öttürdüğü, birbirlerine elleriyle çaktığı ve kucakladığı, "Phil-lee sucks!" tezahüratları yaptığı ve Causeway'i Bourbon Street'e çevirdiği tek zamandı. Bird'ün yeni Russell, yeni Orr, yeni Havlicek olmasını istiyorduk. İlk defa, gerçekten oraya erişecek gibi görünüyordu.

Takip eden bölümde sürpriz olmadı: Bird 81'de ilk şampiyonluğunu kazandı; ilk MVP'sini 84'te aldı; Bernard'ın ve Knicks'in kıçına tekmeyi bastığı Doğu yarı finali 7. maçı unutulmazdı, ve sonra '84 finalinde klimasız Garden'ın dışının 96, içinin 296 derece olduğu ve Larry'nin standart oyununu karakterize eden 5. maçta görece değersiz Lakers karşısında alınan sıkıntılı zafer de. Taraftarlar ayakta bayılmak üzereydi. Hoş görünümlü ev kadınları kaşlarından akan terli makyajlarını siliyordu.(26) Şişman İrlandalı adamlar yeşil Celtics tişörtleri üzerinden kirli koltuk altlarını kabartıyordu. Susuz kalmış Lakers takımı bile Kaliforniya'ya dönmeyi bekleyemedi, Kareem ve Worthy mola sıralarında oksijen maskesiyle nefes almaya çalışıyordu. Tabii ki Bird bu tip acımasız koşulları severdi, sıcaktan bayılmak üzere olan hayranları onu desteklerken maçı 34 sayı, 17 ribauntla bitirdi. Bird son çeyrekte onları bitirirken, Lakers mola istedi ve M.L. Carr Bird'ü havlusuyla yelpazelemeye başladı ... ve Larry onu aşağıladı ve iterek kendinden uzaklaştırdı. Sanki M.L. onun "anını" bozuyordu. Ölüm Vadisi'nde 110 derecelik bir günde yolda kaldığınızı düşünün, arabanızın içinde on-yedi başka insanla kapana kısılmışsınız. İşte Garden o gece bu kadar sıcaktı, sadece biz umursamıyorduk. Bildiğimiz tek şey Bird'ün tanrı olduğu, Lakers'ın am gibi güçten düştüğü ve içinde bulunduğumuz diğer durumlardı. Bir de terliyorduk tabii.

O maçlar Bird ve Garden'ın Lennon ve McCartney gibi birlikte çalışması gibiydi. Onu, TD Banknorth Garden'da mola esnasında dans müziği bangır bangır çalarken ve yüksek kafeinli dalkavuklar tişörtlerini çıkarıp kalabalığın içine doğru fırlatarak karambol yaratırken, kibarca ürkmüş bir şekilde oynarken düşünebiliyor musunuz? Ben de düşünemiyorum. Bird dönemi 1986'da zirveye çıktığında bu doğru kalabalıkla doğru takımın sonunda evlenmesi gibiydi: Evinde 50-1'lik (playofflar dahil) 67 galibiyetli bir makine. Hoosiers filminde, ilham verici "takım bir araya geliyor" montajı esnasında Jimmy Chitwood'un "ben oynarım, koç kalır" konuşmasını ve takıma katıldığı sahneyi hatırlıyor musunuz? İşte her iç saha maçı bize böyle hissettiriyordu. Sezon, Bird'ün Finaller'in 6. maçında parkede yürümesiyle sona erdi. Rockets'ı triple-double'ıyla taze yıkmıştı. Forması terden sırılsıklam olmuştu ve kalabalık zevk çığlıkları atıyordu. Mükemmeldi. Sezon hakkındaki her şey kusursuzdu. Şimdi babamın o aptal motosikleti satın aldığını düşünsenize.

(1) Bu, Kareem hakkındaki 300 sebepsiz göndermeden ilkiydi. Sadece uyarıyorum. Kareem bir avanaktı.
(2) C's, gereksiz bir çabaydı belki ama New England bölgesindeki taraftarlarını genişletmek için her bir yılda altı farklı iç saha maçını Hartford'da oynuyordu. Bu deneyim 80'lerin sonunda, şu üç düşünceyi farkettiklerinde sona erdi: oyuncular yılda 47 maç için seyahat etmekten nefret ediyordu, evlerinde daha fazla para kazanabilirlerdi, ve en önemlisi, orası siktiğimin Hartford'ıydı.
(3) Bu kitapta Boston Garden'dan "the Garden" olarak, Madison Square Garden'dan da "MSG" olarak bahsedeceğim. Neden? Çünkü bu benim kitabım.
(4) Boston'ın iyice kökleşmiş ırk sorunları bir yıl sonra yüzeye çıktı. Şehrin devlet okullarının ayrılık yaratan proaktif birleştirme kararına ve diğer bütün çirkinliklere teşekkürler. Gerçi geriye baktığımızda, kimsenin Reggie Smith ve Jim Rice'tan, Red Sox'ın 40 yıl boyunca oynattığı tek siyah adamlar olmalarından şikayetçi olmaması da kırmızı alarm denebilirdi.
(5) İkisini de 6. maçta şu pozisyonlar tanımlıyor: Kareem'in clutch anlarda Milwaukee'nin ikinci uzatma periyodunda sezonunu kurtaran sky hook'ını göndermesi, ve Cowens'ın Oscar Robertson'ı peşine takarak yirmi adım boyunca parke üzerinde top sürmesi. Vince Carter'ın 340 kere (ve artıyor) vurulmuş gibi bir yığın halinde yere düşmesi istisnası dışında hiçbir klip bir oyuncuyu bundan daha iyi tanımlayamaz. Bu arada, bu kitapta Kareem'in rolünün çalınacağını düşünüyorsanız eğer, Vince'i bekleyin.
(6) '76 sezonundan sonra Cowens yokluktan ayrıldı ve yerel bir kanalda, ofisinin ve diğer her şeyinin olduğu bir iş buldu. Sonra 32 maçlığına hiçbir şey olmamış gibi geri döndü. Daha sonra, '77 playofflar'ı esnasında Cowens'ın, gecelerini Boston'ın etrafında taksi sürerken ve bilet ücreti toplarken harcadığı ortaya çıktı. Komik olansa, şu an bunu okuyup benim bunları salladığıma inanıyor olmanız. Hayır. Cowens'ın kariyerini internet döneminde baştan yaşamaya ihtiyacımız var — mesaj panolarına dizilmiş "Dün gece Dave Cowens beni taksisine aldı!" başlıklarını hayal etsenize!
(7) Evet, bir zamanlar küçük bir çocuk parke üzerinde dolaşabiliyor, ev sahibi takımın bench'inin yanında dikilebiliyor, ve oyuncular ve koçlarla konuşabiliyordu. Aaah ah.
(8) Babam yaklaşık 30 gazete satın aldı ve resimle komşularımızın kafasına vurmaktan başka her şeyi yaptı. Mükemmel bir ünlü babası olabilirdi.
(9) Wilkes filmde silahla vurulan lise yıldızı Cornbread'i oynuyordu. Cinayet sahnesi benim haykırmama sebep olunca annem iyice rahatladı çünkü artık o sinemadan sağ çıkabileceğimize inanmıyordu. Kadın, bizim orada olduğumuzdan dolayı herkesin sinirlendiğini iddia ediyordu. Neler olduğunu hatırlamak için çok gençtim; inanmadığım tek bölümse annemin daha sonradan erkekler tuvaletinde benim zarlarla oynadığımı iddia etmesiydi.
(10) Müthiş alt metin: Barry o sene peruk takıyordu (o günler internette alay konusu olmadan bu tür şeyleri yapabildiğiniz günlerdi) ve kavgadan sonra Barry, peruğunu yeniden düzenlemek konusunda Sobers'in niye onun üzerine atladığını merak etmekten daha endişeli gözüküyordu. Eğer bir gün bir Warriors medya elemanına rastlarsanız, '76 sezonuna kadar olan takım fotoğraflarına bakın ve Barry'nin saçlarının her bir sezon nasıl ortadan kalktığını görün. 76'dan sonra bir anda saçları çoğalıyor ve 77'de tekrar onu kel olarak görüyoruz. Şimdiyse kafasında dolgular var. Neden bu tip şeyleri sevdiğimi sormayın.
(11) Bu ayrıntıda daha sonra üstünü örteceğimiz iki yeni kırışıklık/problem var: İlki, bazı oyuncular bazı şeyleri umursamayı kestiler çünkü büyük ücretli garanti kontratlara sahiplerdi. İkincisi, kimse farkına varmadan önce kokain birkaç yıllığına moda olmuştu; "Hey bekle, bu uyuşturucu bağımlılık yapıyor, zararlı ve pahalı. Burada pozitif olan bir şey yok ki!" 70'lerin sonunda bunu kimse bilmiyordu ve lig bunun acısını çekiyordu. 1979'da bir Nuggets maçında David Thompson faul çizgisinde kokain almaya çalışana kadar bir problem olduğunu bilmiyorduk.
(12) Babam hala bu konu hakkında benimle alay eder. Benim savunmam, altı yaşında olmam. Onun savunması ise, bunun NBA'in gelmiş geçmiş en ünlü maçı olması.
(13) Eve döndüğümüzde, babamla yemek yemekten ve televizyon izlemekten dolayı epey uyuşmuştuk. Charlie'nin Melekleri yeniden yayındaydı -birkaç hafta önce de yayınlanmış olan film- ve şöyle düşündüğümü hatırlıyorum; "Yani bu kadar geç vakite kadar ayakta kalınca böyle mi oluyor? Etrafında yarı çıplak kadın dedektiflerin dolaştığı filmleri mi izleyebiliyorsun?" Geleceğin gece baykuşu o gece doğdu dostlarım.
(14) Gelişme yıllarımı sadece sağ elimi havada tutup ünlü birileriyle el çakıştırmayı ummakla harcamadım, aynı zamanda beni Bird dönemindeki ünlü maçların yarısında televizyonda görebilirdiniz. Sklar Brothers'ta göründüğümden daha fazla ESPN Classic'te görünmüşümdür.
(15) Bu, benim, küçükken dostum Reese'le Chestnut Hill alışveriş merkezinde bulunan havuzun dibindeki bozuk paraları çalabilmek ve sonra onlarla hokey kartları alabilmek için sadece birbirimizin ayağını tutmamız gerektiğini farketmemizle beraber 1978'deki favori anımdan biriydi. Güzel zamanlardı!
(16) Bir keresinde bir okuyucum şöyle geyik yapmıştı; "Tommy, Celtics maçlarında Fred Goldman'ın konu O.J. olduğu zamandaki objektifliği kadar objektiftir."
(17) John Y., Braves'i satın aldı ve onları yedi oyuncuyu, iki pick'i (biri sonra Danny Ainge'e dönüştü) ve nakit parayı içeren karmakarışık bir anlaşma sonrası Celtics'e "takas" etti. Boston'ın bir önceki sahibi, Irv Levin, Braves'i San Diego'ya taşıdı ve adını Clippers olarak değiştirdi.******* Yani John Y., Red'e karşı üstün gelseydi, direkt olarak Doğu Clippers'ından ve Batı Clippers'ından sorumlu kendisi olacaktı. Aynı zamanda biz de muhtemelen Bird'ün haklarını Toby Knight ve Joe C. Meriweather karşılığında New York'a takas edecektik.
(18) Bird draft'a yeniden girmeden önce onunla imzalamak için 12 ayımız vardı. Bu da New England'daki herkesin, Bird '79 NCAA Finaller'inde takımını yenilmez Sycamores'a karşı taşırken Indiana State Üniversitesi bandwagon'una atlaması demek oluyordu. Onlar o sene New England'da Boston College'den de kutsal haçtan da daha popülerlerdi.
(19) Katie'yi oraya eski zamanların uğruna yazdım. Tom Cruise'ün onu mankene çevirmesi onun suçu değildi.
(20) Jimmy Kimmel'ın şovunda çalıştığım zamanlarda biz buna Adam Carolla sonuçları adını vermiştik. Carolla her zaman her şeyden mizahi bir açı çıkarırdı; neticede onunla takılan herkes daha da komik oluverirdi.
(21) Bunu ben uydurmadım. O maçın (12 Mart 1985) ikinci yarısında Hawks yedeklerinin kollarını keyif içinde havaya kaldırarak birbirlerinin üzerine atladıkları ve avuç içleri tokatlanmış bir şekilde kuşkuyla birbirlerinin üstünde yere düştükleri tam dört an vardı.
(22) Bu en şok edici ve en beklenmedik spor kavgası olmalıydı. Benim yirmi adım önümde gerçekleşti. Asla unutmayacağım. Santa'nın Easter Bunny'i yere fırlatmasını izlemek gibiydi.
(23) Buraya "bachelor partilerindeki girl-on-girl şovundan hemen iki dakika önce" yazmayı düşündüm, sonra diğerinde karar kıldım.
(24) Bird ve Erving (dört MVP), Robert Parish (NBA top 50), Kevin McHale (aynı şekilde), Tiny Archibald (aynı şekilde), Maurice Cheeks (o on yılın en iyi oyun kurucularından biri), Andrew Toney (o on yılın en underrated oyuncularından biri), Bobby Jones (jenerasyonunun en iyi altıncı adamı), Cedric Maxwell ('81 Finaller MVP'si), Darryl Dawkins, Caldwell Jones, M.L. Carr, Gerald Henderson, Rick Robey... işte buna playoff serisi denir! Her zaman olduğu gibi, ders: Genişlik her şeyi harap eder.********
(25) Dev skorbordlar öncesi dönemin müthiş alt metinlerinden bir tanesi: The Garden taraftarları bütün mola boyunca takımlarını ayakta alkışlayarak ödüllendirdiler. Bu bizim son kabul damgamızdı. Sanki "siz bizim için şunu yaptınız, biz de sizin için bunu yapıyoruz" şeyimizdi. Şimdiyse kiss cam izlemekle veya ponpon kızların memelerine bakmakla epey meşgulüz.
(26) Benim koltuğum muazzam mücevherler takan ve sanki haftada dört kez bakımlı giyinen o Wellesley/Weston ev kadınlarından birinin yanındaydı. Terliyor olsalar bile ben onların ter bezlerinin asla çalışmaya başladığını düşünmüyordum.

~


*Internal revenue service. Amerika'nın vergi dairesi.

**Televizyon programcılarının zamanında değişik oyunlarla birbirleriyle yarıştığı bir reality show. Şöyle bir şey.

***Tık.

****Kesinlikle izleyin. Sakın kaçırmayın. Buyrun.

*****Amerikan futbolunda bir mevkii. Hücum takımında oynarlar. Quarterback'ten aldıkları uzun pas sonrası topu yakalayıp gidebildikleri yere kadar koşarlar. Muhtemelen çok sert darbelere maruz kalırlar.

******Bunu ısrarla tavsiye etmiyorum ama yine de izleseniz daha iyi olur.

*******Brown, Buffalo Braves'i satın aldıktan bir müddet sonra Irv Levin'in sahibi olduğu Boston Celtics'le franchise'ları takas etmiş. Yani artık Celtics Brown'ın, Braves de Levin'in olmuş. Levin daha sonra Braves'i San Diego'ya taşıyıp takımın adını Clippers olarak değiştirmiş.

********Bir başka deyişle; nerede çokluk orada bokluk.

0 yorum: