Hayır


Çok şey yazıldı bügüne kadar, çok şey söylendi. Geneli de boş lakırdılardı, ticari kaygısı olan şeyler veya birer pr yöntemiydiler. Tüm bunlardan bağımsız her şeyden -belki- alakasız bir yazı yazmak istedim gezi hakkında. Yıldönümünde. Her şeyin başladığı ve her şeyin bir anlamda değiştiği günde. 31 Mayıs'ta.

Gezi Parkı'na hayatımda ilk defa 1 Haziran günü polisi geri çekilmeye zorladığımız gün girmiştim, açıkçası yanından çoğu kez geçtiğim bu yeşil yer(?) hakkında ''ulan bir girsem mi içeri'' diye düşündüğüm hiç olmamıştı bir doğma büyüme -her ne kadar orjini doğu olsa da- istanbullu olarak. Durum böyle olunca ve çevreye/doğaya karşı duyarlılığım ''kardeşim apartmanın önüne çöp atmayın'' seviyesinde olunca açıkçası umursamamıştım Gezi Parkı'nın yıkılmasını. Taksim'e her gidişimizde metrodan çıkışımızda bana verilmeye çalışılan bildirilerden hiçbirini açıp okuma zahmetine bile girişmemiştim. Umrumda değildi Gezi Parkı ya da doğa, her neyse işte. Hem nasıl umrumda olsundu ki? Doğduğu günden beri doğayla mücadele eden; yazdan, kıştan; güneşten, yağmurdan, kardan; ağaçtan, ormandan nefret eden ya da nefret edilmeye zorlanan biriydim. Hala da öyle duyarlı bir insan sayılmam bu tip konulara karşı. O gün bize bildiri vermeye çalışan Taksim Dayanışmasındaki insanları bugün görsem öperim, sayarım. Bir yerde çay ısmarlama girişiminde bile bulunurum. Çünkü onlar sayesinde insan olduğumuzu hatırladık. Çünkü onlar sayesinde ''dirildik''.

Olayların tarihçesi, kronolojik sıralaması veyahut kimin nerede ne yaptığını yazıp; çadır yakan zabıtaları, biber gazı sıkan insan konsantrelerinin marifetlerinden bahsetmek herkesin yaptığı/yapmaya çalıştığı bir şeydi gezi sonrasında. Ben de yapardım da, inanın aklımda değil önce çadırı kimin yaktığı, polisi kitap okuyarak kimin tahrik ettiği veya polise karanfil atarak kimin saldırdığı. 31 Mayıs günü meşhur kırmızılı kadın(replikası hala kitaplığımda yer alır) mevzusu ve çadır yakma olaylarını izleyince kanım donmuştu, sinirlenmiştim. Sinirlenmemin sebebi hem bunları yapan insan müsvetteleriydi hem de çaresizliğimdi. ''Ne yapabilirim ki'' diye düşünmekten kafayı sıyırıp ertesi gün Taksim'e gitmeyi kararı almam 5 saniye falan sürdü ama dünya'nın en uzun 5 saniyesi. İnsan sinirli olunca zaman geçmiyor.


Pasif direnişten aktif direnişe geçiş dönemim civardaki en büyük süpermarkete gidip çantamı sirke, limon ve suyla doldurmaktı. Arkadaşlar da sağ olsun yardımcı oldular ve yola koyulduk. Metrobüsle gidiyorduk Gezi'ye. Taksim'e. Devlet'e karşı devlet'le işbirliği yapmış gibi olmak bu olsa gerekti. Genelde futbol mücadelelerinden önce kullandığımız kalıp şimdi bizim için direniş sloganıydı. ''METROBÜSLE GELİYORUZ''. Tabii direkt metrobüsle gitmek imkansızdı. Okmeydanı'ndan itibaren her yer polis doluydu. Biz de mecburen Kabataş'tan Tophane'ye geçip oradan Taksim'e varmayı hedefledik. Bu sırada alanda bulunan arkadaşlarım ''şuraya gelme, burada bizi sıkıştırdılar'' gibisinden mesajlar atıyorlardı. Tophane'den yukarıya çıkmak bizim için korkutucuydu. Kaç senelik Tophane, biri bi' şey anlasa zaten siki tutmuştuk. Allah'tan kimse bir şey anlamadan Galata'nın arka sokaklarına varabilmiştik dolambaç çizerekten. Derken elemanın teki bizi durdu. Hafif bir tırsmamızın ardından bize nereye gittiğimizi sordu. Anlattık derdimizi direnişe gidiyoruz dedik. ''Tünel'e gidin orası biraz daha rahat, lise'nin ordan vuruyorlar'' önerisini dinledikten sonra eyvallah çekip yolumuza devam ettik. Gerisi bolca gözyaşılı, dumanlı, sirkeli ve talcidliydi.

İnsan biber gazını ilk yediğinde enteresan bir halet-i ruhiyeye bürünüyor. O an burnunu kırıp gözlerini yerinden çıkarasın geliyor sonradan alışsan da ilk yiyiş ayrı bir enteresan. Sevgili'ye ilk öpücük, ilk seks gibi. Hep o randımanı arıyosun. Talcid'le tanışmamız ise daha enteresandı. Bir ''arkadaşlar yavaş yavaş. koşmayın, sakin oluuun'' anında oldu. İyi de oldu, resmen hızır gibi yetişti yardımımıza biber gazını yedikten hemen sonra, sığındığımız bir butikin içinde. TOMA geri çekilince butik sahibine teşekkür edip çıktık. Sonrasında bir kördüğüm halinde polisle olan savaş devam etti. Bir ileri, bir geri. 3-4 saat rahat süren bu hengamenin ardından mola verdiğimizde, alanda rastlaştığımız tanıdıklarla ''abi biber gazı atmıyorlar. bu başka bişiy, portakal gazı'' muhabbetini çeviriyoduk ki... Derken geri çekilmek zorunda kaldılar ve park halkın oldu. Gezi düşmüştü, Gezi artık halkındı, Gezi bizimdi.


Parkta çok tanıdık vardı. Eski sevgililer, gelecekteki sevgililer, okuldan arkadaşlar, mahalleden arkadaşlar. Eee herkes buradaymış modunun ardından çimenlere yığılış... Yorgunduk ama mücadele altta hala devam ediyordu. Dolmabahçe'ye inerken gördük onu da, polis oradan da defedelince koskocaman bir ÇARŞI pankartı açıldığında yorgunlukla karışık bir rahatlık sardı. Fenerlisi ile Galatasaraylısı ile SİYAH-BEYAZ EN BÜYÜK BEŞİKTAŞ diye bağırdık. Enteresan bir deneyimdi, üzerinde Fener forması olan adamın en büyük Beşiktaş demesi ileride her ne kadar sinir bozucu bir hale gelse de o an için müthişti, benim açımdan daha ötesi gurur okşayıcıydı.

Gezi'ye ertesi günkü ziyaretimiz biraz beni şaşırtmıştı orada gördüklerimden dolayı. Resmen okuduğumuz o sikik ütopyaların içindeydik. İstediğini gidip alıyor, istediğini gidip okuyor kısacası her istediğini yapıyordu oradaki güruh. Allahım devrim yoksa devrim böyle bir şey miydi? Tadı şu an hala damağımızda olan şey belki devrimdi evet ama böyle gitmeyeceğini biliyor gibiydik. Sustuk, konuşmadık. Çimlere uzanıp kitap okumaya devam ettik. Sonuçta barikatlar sağlamdı ya da biz öyle düşündük. En azından beynimizdeki barikatlar artık daha sağlamdı.Karpuzcu tezgahtaki son karpuzu kesiyordu.

Tüm bunlar yaşanırken maymunlar cehennemi'nde muz satılıyordu anti gezi çevresinde. Satıcı belliydi başbakan. Kapış kapış gidiyordu söylemleri. Camii'ye ayakkabıyla mı girilmedi, Camii'de bira mı içilmedi, Kabataş'ta türbanlı bacısı mı dövülmedi... Dedi de dedi, ee alıcı da istekli olunca satışlar patladı gitti. Ateist olduk, faiz lobisi olduk, dış güçlerin uşağı olduk. Ulan biriniz de çıkıp dediniz mi sen niye faiz lobisinin uşağı oldun? Belki gelir sen de bize katılırdın. O muzlardan daha sonra çıkacak böceklerin seni yiyip bitirmeyeceği ne malum? Bunlar işin bonusu, çok gülen çok ağlar misali. Ağlattık, kanattık, korkuttuk. Bunları yaparken biz de ağladık, kanadık ama korkmadık. Siner gibi olduk ''yok abi bunu da yapamazlar'' dediğimiz her şeyi yaptılar ama geri adım atmadık. Mahalle raconunu sindirmiş son kuşaklardan biri olarak ''R yapmadık''.


Derken o son günler. Gitar çalan arkadaşımızın etrafında oturup onun söylediği sikik, rezil şarkılara eşlik ediyorduk. Cırtlak sesli solcu hatun 20 gündür havuzun oradaki sahne minvalindeki tümsekte son kez ''her yer taksim, her yer direniş'' diye bağırıyordu. LGBT ise ''ibneyiz ama dönmeyiz'' tezahüratını yüzüncü kez tekrarlıyordu. Seyyar satıcılar ellerinde kalan son ürünleri satmanın derdindeydi. Kürtler dışarıda halay çekiyorlardı, kendi bayraklarının önünde. Kendilerinden rahatsız olanlara inat kimseye rahatsızlık vermeden. Birçok kişi ise içkinin, ortamın, yanındaki kadının keyfini çıkarıyordu. Demokrasi insanın kendi sırtına çıkacak kişiyi belirlemesidir diyordu birisi, sırt mı başka bir şey mi kestiremiyordum artık. 19 yaşında her sistemin defosunu bulmaktan her şeyi eleştirmekten yorgun düşmüş birisine ''aga kal bu gece de burada'' diyordu arkadaşlarım. Ben ise kalktım ''yarına final var'' dedim. Kaçtım oradan, huzursuzdum. Slogan atan hatunun bile sesi kısılmıştı. İnsanlar yavaş yavaş gezi'yi de tüketmişti. Çıktım parktan ilerledim metroya doğru, akm'ye son kez baktım. Daha dün gibi çarşı'nın gelişi, meşalelerin yakılışı insanların coşkusu. Herkesin Beşiktaş diye bağırışı. Sabah ise coşku yoktu. Bir tiyatro oyunu, başrolde devlet. Sahne sadece iskeleti bırakılan akm'nin önü. Park düşmemişti ama 2-3 gün sonra Gezi Parkı, insanların gezmesinin yasaklandığı bir yerdi. Devlet, iktidar gibi kavramlar hepten uçmuştu kafamdan. Platon görse beni mezar taşına ''sikeyim böyle ülkeyi'' yazdırırdı.


Gezi'den arda kalanlara baktığımda ilk gördüğüm Ali İsmail, Berkin, Ethem ve diğerleri. Devlet kanlı yüzünü yıllarca doğu'da sergilerken biz batı'da olanlar dönüp bakmaya tenezzül etmiyorduk. Şimdi o devlet namluyu bize doğrultmuştu. Anladık, empati kurduk, hak verdik. Verdiğimiz kayıplar 1977'de 1 Mayıs'ı kutlarken katledilenlerden 26, 1991'de Mardin'deki Newroz'u kutlamak isteyip katledilen insnaların sayısından ise 23 eksikti ama yine de ciğerimizi yakmaya yetti hepsi. Bazı şeyleri elde edebilmek için fedakarlık yapmak gerekiyordu. Biliyorduk ama görmemiştik. Tanışıklığımız acı oldu. Ha unutmadan diğer bazı şeyleri elde edebilmek içinse babanızın başbakan olması yetiyor. Besin zincirinin en dibinde yer almak zorluyor her ne kadar ateş düştüğü yeri yaksa da dumanı bizi de boğuyor ama dağılacak o duman elbet. Ezilenlerin umudu iktidarı devirecek ve talih ilk kez bize de gülecek.

0 yorum: