Gün


İbrahimoviç'in otobiyografisini okurken (ki tavsiye ediyorum), ister istemez Maxwell'in adının geçtiği bölümlere ayrı bir dikkat kesildim. Nedeni ise, eğer sizin de dikkatinizi şimdiye kadar çekmediyse, şu. Kitabı okuyunca anladım ki, gerçekten ikisinin arası çok iyi, sadece aynı takımlarda denk gelme gibi bir durumları yok.

Sayfa 119:
(...) Ajax ve Amsterdam tamamıyla yeni bir şeydi. Şehri bilmiyordum, uçak yolculuğunu, yere inişimizi ve kulüpten beni karşılamaya gelen kadını hatırlıyorum.
İsmi Priscilla Jansen'di. Ajax'da ayak işlerine bakan birisiydi. Nazik olmak için ciddi çaba harcadım ve yanındaki adamı selamladım. Adam benim yaşlarımdaydı ve çekingen görünüyordu ama gerçekten iyi İngilizce konuşuyordu. Brezilya'dan olduğunu söyledi. Meşhur bir takım olan Cruzeiro'da oynamıştı. Bunu biliyordum, çünkü Ronaldo da orada oynamıştı. Tıpkı benim gibi, Ajax'ta yeniydi ve tam anlayamadığım uzun bir ismi vardı. Anlaşılan ona Maxwell diyebilirdim ve telefon numaralarımızı değiş-tokuş ettik; sonra Priscilla beni üstü açık arabasıyla kulübün benim için şehirden uzak, küçük bir kasaba olan Diemen'da ayarladığı ufak teraslı eve götürdü. Orada lüks markalı bir yatak ve 60 ekranlık bir televizyonla oturdum. Başka hiçbir şey yoktu. Ne olacağını merak ederek Play Station'ımda oyun oynadım.

Sayfa 121-122-123:
Hâlâ evde hiç mısır gevreği yoktu ve hâlâ boş buzdolaplarından nefret ediyordum. Havaalanındaki Brezilyalı çocuk o zaman aklıma geldi. O sezon bizim gibi yeni oyuncular azdı. Ben vardım, Mido vardı ve bir de o, Maxwell vardı. Her ikisiyle de biraz takılmıştım, sadece hepimiz yeni olduğumuz için değil. En çok siyah adamlar ve Güney Amerikalılar arasında kendimi rahat hissediyordum. Bu daha eğlenceli, diye düşünüyordum; daha rahattı ve o kadar fazla kıskançlık yoktu. (...)
Maxwell kesinlikle daha sonra karşılaşacağım diğer Brezilyalılar gibi değildi. Partilere gitmekten hoşlanan, düzenli biçimde sapıtmaya ihtiyacı olan bir tip değildi, hem de hiç. Gerçekten hassas birisiydi, ailesine yakındı ve sürekli olarak evine telefon ediyordu. Tepeden tırnağa nazik bir insandı ve onun hakkında söyleyecek kötü bir şeyim varsa, bu onun çok nazik olduğunu söylemek olur.

"Maxwell, burada bir kriz yaşıyorum," dedim telefonda."Evde mısır gevreği bile yok. Gelip senin yerinde kalabilir miyim?"
"Tabii" dedi. "Hemen çık gel."

Maxwell, yedi veya sekiz bin nüfuslu Ouderkerk diye ufak bir kasabada yaşıyordu ve ben onun evine geçip ilk ödeme paketim gelinceye kadar, üç hafta yerdeki bir şiltenin üzerinde uyudum ve bu kötü bir dönem değildi. Birlikte yemek pişirdik ve antrenmanlarımız, diğer oyuncular ve Brezilya ile İsveç'teki eski hayatlarımız hakkında çene çaldık. Bana kndi ailesini ve çok yakın olduğu iki erkek kardeşini anlatırdı. Bunu özellikle hatırlıyorum, çünkü kardeşlerinden biri, çok geçmeden bir araba kazasında hayatını kaybetti.
Bu, korkunç üzücü bir olaydı. Maxwell'i gerçekten seviyordum. Onun yerindeyken kendimi biraz toparladım ve işler biraz gevşemeye başladı. Bunun gerçekten harika bir şey olduğu hissini yeniden kazandım ve sezon öncesinde iyi bir başlangıç yaptım.

Sayfa 170:
(...) Lig şampiyonluğunu tekrar garantilemiştik ve arkadaşım Maxwell, "Ligin en iyi oyuncusu" seçilmişti ve onun için mutlu olmuştum. Eğer hiçbir şeyini kıskanmadığım biri varsa odur. (...)

Sayfa 279:
Onu antrenman sahasında gördüğümü hatırlıyorum. Bunun oldukça güzel olduğunu söylemem gerek. Bir kulüpten diğerine transfer olurken meydana gelen onca değişilikten sonra bile bir şeylerin aynı olduğunu hissettiriyordu. Yine de elimden "Hey, beni mi izliyorsun?" demekten başka bir şey gelmedi.

"Tabii. Birisinin dolapta mısır gevreği olduğundan emin olması gerek."
"Bu sefer, yere serdiğin bir şiltede uyumak istemiyorum."
"İyi bir çocuk olursan buna gerek kalmaz."

Maxwell'in Inter'de olması güzeldi. Benden birkaç ay önce transfer olmuştu ama hemen ardından dizini incitmişti ve fizyoterapiye başlamak zorunda kalmıştı. O yüzden onunla karşılaşmam biraz vakit aldı. Hayatımda daha zarif bir oyuncu tanıdığımı sanmıyorum. Defansta inanılmaz güzellikte ve derinlikte oynayan saldırgan Brezilyalı defans oyuncusuydu. Sık sık onu sadece oynarken izlemek hoşuma gider. Ama bazen ne kadar iyi olduğuna da şaşırıyorum.

Sayfa 330-331:
Son haftalarda, işler inişli-çıkışlı geçmişti. Çaresizliğe kapıldım. Umutlanmıştım ama artı işler yine tepetaklak olmuş gibiydi ve kahrolası Maxwell de durumu daha iyiye götürmüyordu.
Dediğim gibi, Maxwell dünyanın en iyi adamıydı. Ama o sırada beni çıldırtıyordu. Amsterdam'daki ilk günlerimizden beri birbirimizin ayak izinden gitmiştik ve kendimizi yine aynı durumda bulmuştuk. İkimiz de Barcelona'ya doğru gidiyorduk. Ama Maxwell bir adım öndeydi. Daha da kötüsü, kapı benim için kapanıyor olabilirdi ama o ilerliyordu. Ayrıca, uyuyamıyordu. Sürekli telefondaydı: "Halloldu mu?" "Ne oldu?" Sinirim bozulmaya başlamıştı. Mütemadiyen "Barça şöyle, "Barça böyle" laflarını duyuyordum. Maxwell gece-gündüz bu vaziyetteydi ya da artık bana öyle gelmeye başlamıştı. Bu konuşmalar arasında, kendi sözleşmemle ilgili hiçbir şey yoktu ortada. Daha doğrusu, pek bir şey yoktu. Deli oluyordum. Mino'ya patladım. Kahrolası Mino, bu işi benim için değil, Maxwell için çözdü, diye düşünüp onu aradım.

"Onun için çalışıyorsun ama benim için çalışmıyorsun, öyle mi?"
"Siktir git," dedi. Çok geçmeden Maxwell gerçekten de Barça'ya transfer oldu.

Benim aksime, bu süreçteki her adım medya tarafından izlendiği halde, pazarlıkları gizlemeyi başarmıştı. Kimse Barcelona'ya gideceğine inanmıyordu. Soyunma odasında olduğumuz, herkesin daire biçiminde oturmuş bizi beklediği o gün, Maxwell neler olup bittiğini anlattı.

"Barcelona'yla anlaşma yaptım!"

İnsanlar ayağa fırladılar. "Gidiyor musun?" Doğru mu?" Konuşmalar başladı. Bu tür haberler insanı gaza getirir. Inter, Ajax değildi. Takımdakiler daha rahattı ama yine de Barça, Şampiyonlar Ligi'ni kazanan takımdı. Barça dünyanın en iyi takımıydı. Tabii, bazıları kıskançlığa kapıldılar. Maxwell eşyalarını ve kramponlarını toplarken neredeyse utanmış gibiydi.

"Benim ayakkabılarımı da al" dedim yüksek sesle. "Ben de seninle geliyorum." Herkes gülmeye başladı. "İyi espriydi" gibi şeyler söylediler. Satılamayacak kadar pahalı olduğumu düşünüyorlardı. Ya da Inter'de mutlu olduğumu sanıyorlardı. Hayır, Ibra kalıyor. Kimsenin onu satın alacak gücü yok. Böyle düşünüyorlardı.

1 yorum:

fathor dedi ki...

Gerçekten keyifle okudum, eline sağlık. Ayrıca solda eklediğin diğer bloglar da çok değerli, teşekkürler.