Çeviri: "Jordan-LeBron Takım Arkadaşı Kulübü": Onlarla Birlikte Oynamak Nasıldı?


(Orijinali için şuradan.)

Birçok açıdan, basketbol sohbetlerinde geçen klasik bir bilgi sorusudur: Hem Michael Jordan, hem de LeBron James ile aynı soyunma odasını paylaşan 4 eski NBA oyuncusunu sayabilir misiniz?

Scott Williams sayabilir. Aslında bunu bedava bira için birkaç kez kullanmıştı. Ama o azınlıktan. Hem de çok küçük bir azınlık. Çünkü bir kulübe üye.

Neredeyse basketbolun 25 yılını kapsayan bir ayrıcalıklı bir kulüp. Bu ikili, birçoklarının gözünde NBA tarihinin en iyi iki oyuncuları ve ikisinin yolları hiç çakışmadı, aynı sahada hiç bulunmadılar. Yalnızca röportaj ve video oyunlarında denk geldiler. Jordan'ın lige veda etmesinden 2 ay sonra James, çıkışını resmîleştirmek için Madison Square Garden'daki sahneye çıkıyordu.

15 yıl sonra, bu kulübün artık genişleme imkanı yok. Son üye de basketbolu bıraktı. Ama "Kim daha iyi?" sorusu halen yürürlükte. Bu soru bir yerlerde soyunma odalarını bölüyor ve arkadaşlıkları bitiriyor. Bu, Nba Twitter'ı ve TV şovları için hem bir lütuf, hem de bela: Lafı edilmeden bırakıldığında bile ortaya çıkıveren kaçınılmaz bir kıyas.

Ve çok az kişi --o da eğer varsa-- bunu tartışmak için bu ortak takım arkadaşlarından daha yetkili.

Şu anda Arizona'da bir medya ve güvenlik şirketi sahibi olan Williams, Chicago'da Jordan ile birlikteyken bir çaylaktı, LeBron'la ise tecrübeli bir oyuncu. Bu aralar St. Louis'de bir basketbol akademisi yöneten Hughes, Jordan'ı Washington'da yakalamıştı; birkaç yıl sonra ise Cleveland'da LeBron ile bir araya geldi.

Şimdilerde Memphis'te asistanlık yapan Jerry Stackhouse ve NBA TV için yorumculuk yapan Brendan Haywood da Jordan'ın Wizards yıllarında onunla beraberdi. Stackhouse, Miami'de LeBron ile birlikte oynamıştı. Haywood ise James, Cavs'e döndükten sonra onunla kesişmişti.

Bu oyuncular "Gelmiş-geçmiş-en-iyi" tartışması için elzem değiller. Sonuçta hiçbiri, bu oyuncularla birlikte en iyi zamanlarında mücadeleye girmedi. Ama her biri, büyüklüğe farklı bir pencereden bakabilir. Bu dört oyuncun üçü ile, bu iki oyuncuyu ayırt eden ve onları sivrilten özelliklerin neler olduğunu konuştuk.


Jordan'ın antrenman hikayeleri

Bu dörtlüden ilki, 1990'da Bulls'a gittiğinde, zaten hikayeler ortalıkta dolanıyordu. Yayıldığı kadar fazla değillerdi. Ama varlardı. Will Perdue suratına yumruğu yiyeli bir yıl olmamıştı.

Yine de, Scott Williams, hazırlık kampına, draft edilmemiş bir serbest oyuncu olarak, antrenman yapacağını umarak gelmişti. 'Zahmetli' antrenmanlar, evet --her biri 3 saatten, 2 hafta boyunca günde 2 tane-- ama yine de, antrenman. Savaşmak değil, antrenman.

Jordan'ın rekabetçiliği ve günlük yoğunlaşma kabiliyeti bir efsane haline gelmişti. Eski takım arkadaşları tüm hikayeleri doğruluyor. Her gün, her idman. Bire birler, ikiye iki yardım ve itfaiyeci hareketi. Üçe üç, beşe beş, yarı sahadan şutlar. Kart oyunları. "Jordan her şeye rekabet açısından bakardı" diyor Williams.

Bu da her şeye çenenin de eşlik ettiği anlamına geliyor. Ve çok azı dostça. Kariyerinin sonlarında dahi. "Trash-talk" diye hatırlıyor Hughes. "Saygısızlık... O antrenmanlar, diğer gördüklerimin hiçbirine benzemiyordu."

Haywood ise şöyle diyor: "Sizi nasıl yok edeceğinden bahsederdi."

Washington'da bir idmanda Jordan'la karşı karşıya geldiği bir ânı hatırlıyor: "Birkaç adım geriledim. Normalde üçlükle pek işi olmazdı... Beni susturmak için hemen şutu çıkardı ve isabeti buldu. Aynen şu tavırdaydı: 'Daha iyisi elinden gelmeli, sonuçta beni izleyerek büyüdün. Şu sahada yapamayacağım şey yok'"

Williams 'Şaşırma' kelimesini kullanıyor. Başlarda, bir MVP'nin oradaki herkesten daha sıkı çalışmasına şaşırmıştı. Kendisinin sonraki durağı Philadelphia olacaktı ve oradaki yıldızların tavrı tam tersiydi: "Kendilerini maça saklamayı seçiyorlardı... Millet idman halindeyken, onlar bir köşede bisiklete binip diğerleriyle dalga geçiyordu."

Ama bu, 23 yaşında ayak kırığı sakatlığından dönüşte, çalışma zamanını kısıtlayan Bulls yönetimini topa tutan Jordan'dı. Ve aynı zamanda, 38 yaşında, bir deplasman gezisinden dönüşte, gece 3.30'da Washington'a vardıktan 4 saat sonra antrenman sahasına inen Jordan.

"Sadece Phil Jackson bitirdiğinde bir hareketi keser veya bir idmanı kısa tutardı" diyor Williams. "Ve küfrederek kenara giderdi."

"Bunu başka bir oyuncuda görmedim" diye devam ediyor. "Ta ki, 15 yıl sonra, Cleveland'a katılana dek."

'Farklı türden bir süperyıldız'

Williams o arada NBA'deki turuna devam etti ve beş takıma daha gitti -- toplamda 7 takımda oynadı. "Ligde bir sürü çok yetenekli, yıldız oyuncuyla beraber oynadım" diyor, "ama profesyonel değillerdi -- IversondanBahsetmiyorumBuArada. Mj ve LeBron'da, bunu söylemek mümkün, farklı bir süperstar havası vardı."

Devir açısından da farklılar, birbirlerinden de farklılar. Williams, James için şöyle diyor: "O, Michael'ın olduğu şekilde bir katil değildi. Michael hâlâ atmakta olan kalbinizi söküp, size yedirmek isterdi. LeBron'da bu yoktu. Kazanmak için bir yoğunluk ve tutkuya sahipti, ama takımın kazandığı sürece yoğunluk ve tutku... Bir katil içgüdüsü değil."

LeBron, Jordan'ı izleyerek büyümüştü. Lisenin ilk yılından önce onunla tanışmıştı. Onu idol edinmişti. Fakat asla aşırı bir öykünme yoktu, ve belirgin de değildi. Çünkü LeBron diğerlerini de izlemişti. Iverson'a bayılıyordu. Ve zamanı gelmeden de onları iyi çalışmıştı. Magic ve Bird'den James Donaldson'a kadar herkesi Williams'a soruyordu: "James Worthy hakkında sorular sorardı... yaşının izlemeye yetmediği başka kişileri de. Ama gider klasikleri izlerdi, YouTube'dan falan açıp."

LeBron'un basketbol düşkünlüğü çok barizdi. Bu konuda takıntılıydı. WNBA klasiklerinden kolej basketboluna, her şeyi izliyordu. Sürekli öğreniyordu.

Williams, çoğu tecrübeli oyuncunun uyumaya devam ettiği sabahın erken saatlerinde, James'in daha 20 yaşına bile gelmeden, şimdi çok geniş olan repertuarı üstünde çalıştığını hatırlıyor. Uçuşlar, onun için video izleme seanslarıydı. Cavs bünyesindeki sorumlular, onun için videolar hazırlardı. James, Cleveland'ın sonraki rakibi hakkında çalışır ya da yakın olduğu takım arkadaşlarına sorular sorarak veya koçlarla konuşarak kendi oyununu analiz ederdi."

Jordan, o zamanlar, aynı şeyleri yapmak için gerekli teknolojiye sahip değildi. Ama Haywood şunları söylüyor: "Bu açıdan özdeşler. İkisi de oyunu anlıyor, oyunu çalışıyor, seviyor ve izleme raporlarına dikkat kesiliyor. Size herkesin eğilimlerini, zayıflıklarını ve güçlü yönlerini söyleyebilirler. Ve takım arkadaşlarından da bunu beklerler."

Haywood'a göre ikisi arasındaki fark, Jordan'ın 'acımasızlığı'. Her birinin, kendi döneminde benzer bir gayreti vardı. Sadece bunu farklı biçimde sundular.

"LeBron da kazanmak istiyordu" diyor Haywood, "Ama günün birinde gelip daha pasif görünebilirdi, çünkü diğerlerini de olaya dahil etmek isterdi. Daha çok, oyunu yöneten birisi olmaya çalışırdı, bir nevi takımla iç içe durumdaki ikinci Genel Menajer."



Farklı türden bir takım arkadaşı

Williams'ın Chicago'daki ilk yılı, Dennis Hopson'ın da ilk yılıydı. Hopson, o zamanlar, yeni yeni kendini göstermekte olan, 25 yaşında, 16 sayı ortalamasıyla oynayan bir şutör guarddı. Ödülü, Bulls'a takas edilmek oldu -- ve her gün MJ ile kapışmak.

İki yıl geçmeden, kendini lig haricinde buldu.

"Profesyonel kariyerimde gördüğüm en üzücü şeylerden birisi, Jordan'ın Dennis Hopson'a her gün idmanda sergilediği davranış şekliydi" diyor Williams. "Fiziksel açıdan onu yıpratıyordu. Hopson'ı o kadar uğraştırdı ki, nihayetinde fiziksel ve mental açıdan tükendi. İdmanda her gün MJ'i durdurmaya çalışmak gibi korkunç bir tecrübe onu bitirdi ve sonunda Sacramento'ya takaslandı."

"Ve bu MJ'in insanlara nasıl davrandığının yansıması değildi. Ondaki yoğunluğun yansımasıydı. Onun tek ayarı vardı."

10 yıl sonra Washington'da, Jordan hâlâ acımasızdı. Aralıksız şekilde, üstünden şu meşhur 'Şut'u attığı Bryon Russell ile uğraşıyordu. "Antrenmanda, soyunma odasında, otobüste, uçakta; hiç durmuyordu" diyor Hughes.

Ve Kwame Brown vardı. "Onu duvara tırmandırırdı" diyor Hughes. Brown, Jordan'ın onu homofobik aşağılamarla ağlattığına dair haberleri sonradan reddetmişti. Mesele şu ki, Jordan insafsızdı.

Ve Hughes, bir farktan bahsediyor: "MJ daha doğrudan. Bron daha bağışlayıcı." Haywood'a göre, James olumlu yönde destek veren birisiydi. Heyecan verici motivasyon konuşmaları yapardı.

Haywood, LeBron'un takım içi arkadaşlığın ve kapsayıcılığın önemini Miami'de, Pat Riley'den öğrendiğini söylüyor. Cleveland'a döndükten sonraki ilk sezonunda, sezon öncesi Brezilya'ya yapılacak gezide, takım yemeği için bir ev kiralamıştı. Film geceleri düzenlemişti. Oklahoma City'ye gittikleri bir sefer, takımı Kevin Durant'in restoranına götürmüştü.

Maddi açıdan da etkisi oluyor. LeBron'un da yer aldığı Beats by Dre reklamında, takım arkadaşlarının soyunma odasındaki yeni kulaklıklar da görülür. Aynısı Nike için de geçerli olurdu. Peki ya LeBron bir Samsung reklamında oynasaydı? Bir görevli, ertesi gün takım oteline telefonları dağıtmış olur.

"Bu, benim için, muhtemelen en büyük fark" diyor Haywood. "LeBron o ilişkiyi inşa etmek ister. MJ ise o ilişkiye sahiptir; öyle bir şey yoksa da umursamaz. Maçları kazandığınız sürece."



Peki Gelmiş Geçmiş En İyi kim?

Üç oyuncu da, nicel karşılaştırmanın zorluğunu kabul ediyor (Ve Stackhouse da bunu kabul edecektir; sezon hazırlıkları sebebiyle, röportaj için müsait değildi). Ama üçünün de bir görüşü var. Aynı görüş. Gelmiş geçmiş en iyi?

"Şu anda" diyor Haywood, "MJ."

"Büyüklük hakkında konuştuğunuzda, MJ istatistiklerin, şampiyonlukların ve kazanma anlarının en iyi kombinasyonu. Bazı şeyler istatistiğin ötesindedir."

Hughes ve Williams, bu tartışmanın zaman zaman istatistiklere indirgenmesini de kınıyorlar. Hughes, LeBron'un rakamlarının inanılmaz olduğunu söylüyor. "Ama bunu, kimlerle, ne zaman, nasıl ve hangi durumda yaptığınızı anlamaya yarıyor mu?"

Williams şunları söylüyor: "Asla istatistikleri önemseyen birisi olmadım. Benimle istatistik konuşmayın. Bunlar tamamen istatistik manyağı gerizekalılar için."

Williams, Jordan'ın sahip olduğu 'katil içgüdüsü' yüzünden daha iyi olduğu görüşüne katılıyor. Kritik noktanın bu olduğunu söylüyor. Ve Hughes de üçlüyü tamamlıyor:

"Bence MJ. Benim için çok kolay. Bron harika, ama ne zaman insanlarla bu konuda konuşsam, en iyinin MJ oluğunu söylerim. Ondan sonra, meşaleyi taşıyan LeBron var. Sahada bekliyor. Ama 'o adam' MJ."


O an neler konuşuldu? (Pierce vs Harrington)



"Trash Talk işi artık eskisi gibi değil. Larry Bird hakkında söylenen hikayeleri duymuşsunuzdur. 'Suratının dibine kadar gelip üzerinden üçlüğü göndereceğim' derdi. Bizim jenerasyonda bu kişi Paul Pierce'tı. 'Suratının dibine kadar girip şutu atacağım. Hazır mısın? 3-2-1. Hiç bir şey yapamazsın' derdi. Al Harrington'a sorun. Hikayenin tamamını bilen o."
Kevin Garnett

2003 senesine gidiyoruz. NBA Play-off'ları, Doğu Konferansı ilk tur maçları. Celtics evinde Pacers'la oynuyor. Celtics 70-62 önde. 3. çeyreğin son hücumunda Paul Pierce yavaş adımlarla topu rakip yarı sahaya taşıyor. Ama karşısında kollarını iki yana açmış ve stance pozisyonuna geçmiş (neredeyse poposu parkeye değecek kadar) bir oyuncu çıkıyor. Evet Al Harrington'dan bahsediyorum. Paul, yarı sahayı geçer geçmez nedense Indiana'nın oyun kurcusu Erick Strickland koşarak, Paul'u savunmaya geliyor -- O anda Al, Paul'u neredeyse formasının içine girecek kadar yakından savunduğunu göre göre bunu yapması, sanırım koçun bir direktifinden kaynaklanıyor olabilir. Yoksa kafalar cidden karışmış. Erick'i gören Al, takım arkadaşını "Pierce benim, sen kendi adamını savun" dercesine ittiriyor. İşler boka saracak diye düşünen Strickland olay yerinden koşarak uzaklaşıyor ve kendi savunduğu oyuncuya geri dönüyor. Tabii bunlar yaşanırken Al ve Paul arasındaki trash talk, çoktan başlamıştı. Maçın hakemi Joe DeRosa ikilinin arasına girip uyarıda bulunarak, onlardan trash talk'a bir son vermelerini istiyor. Söylenene göre DeRosa; "Beyler çenenizi kapatın ve top oynayın. Hadi!!" diyor (NBA hakemlerinin her trash talk'a teknik faul çalmadığı dönemler tabii). Paul bir yandan baygın gözler ve Al'ın savunmasını ciddiye almayan vücut hareketleriyle üçlük çizgisine yaklaşıyor. Al da yavaş yavaş Paul'a daha da yaklaşıyor ve rakibi üzerine geldikçe ufak adımlarla o da geriye adımlar atıyor. İkili arasındaki trash talk seviyesi 'tanrısal seviye'lere çıkmışken en sonunda Pierce şut saati dolmadan, o yavaş atış tekniği ile topu potaya doğru gönderiyor. Top filelerden geçince de Al ile hiçbir göz teması kurmadan kendi sahasına doğru geri geri koşuyor. Üçüncü çeyrek biterken ve herkes bench'e doğru ilerlerken ikili ufak bir omuz temasına giriyorlar ama birbirleriyle konuşmuyorlar. İşte benim için NBA tarihinin en sağlam trash talk'larından birisi budur.



Peki o an ikili arasında geçen diyalog nedir? Al, rakibinin beynine girmek için neler söylüyor? Paul, savunmacısının sözlerine ne diyerek karşılık veriyor? Bunlar uzun süre gizemini korudu. Taa ki Al Harrington bundan birkaç ay önce her şeyi açıklayana kadar.

Pierce ve Harrington arasındaki trash talk'a dair tek veri, Paul'un 2007 yılında, ufak bir röportaj sırasında söylediği birkaç cümleden ibaretti. "Son hücum olduğunu biliyordum. Topu yavaşça karşı tarafa taşıdım. Play-off maçı işte. Ne olduğunu biliyorsunuz. Bu yüzden bunun adına play-off demişler. 2 dişli takım birbiriyle oynuyor ve kazanmak istiyorlar. Al'ın bana ne dediğini hatırlamıyorum. O gürültüde zaten kimseyi pek duymuyordum. O yüzden tam olarak bana ne dediğini söyleyemem. Ben sadece o büyük anın peşindeydim." diyor Pierce.



YouTube kanalı TYT Sports'un konuğu olan Al Harrington ise bize daha fazla bilgi veriyor. Konu, sunucu Rick Strom'un, Harrington'a, "Şu ana kadar oynadığın oyuncular arasında en büyük rakibin kimdi?'"sorusuyla açılıyor. Al da şu cevabı veriyor; "Kariyerimin başlarında pek kimseyi rakip olarak görmüyordum. Her oyuncuya karşı yaklaşımım aynıydı. Ama bir adam vardı ki, o yıllarda ondan pek hoşlanmazdım. Paul Pierce'tan bahsediyorum. Tabii şimdi yakın arkadaşız. Geçen gün 40. doğum günü partisine falan gitmiştim ama zamanında aramızda devamlı sürtüşme geçen oyunculardan biriydi. Storm daha sonra Al'a, "Birbirimize karşı dürüst olalım, şu meşhur play-off maçından mı bahsediyoruz?" diyor. Al ise,"Evet herkes o trash talk ânını biliyor ama komik olan şu ki, kimse o an aramızda neler konuşulduğunu bilmiyor" diyerek detayları yavaş yavaş vermeye başlıyor.

İsterseniz hikayenin kalan kısmını Al'dan dinleyelim. "Şutu üstümden sokmuş olabilir. Buna bir lafım yok. Ama o an kendisine,  'Beni geçemezsin. Buna izin vermeyeceğim' diyordum. O da ekşimiş suratıyla, 'Pff beni savunamazsın sen. Eğer tersini düşünüyorsan izle. Seni öyle bir geçeceğim ki...' falan diyordu. Ama ben ona 'Beni geçemezsin' diyordum. Sonra uzaktan bir şut attı ve nedense herkes sanki maçı kazandıran basketi atmış gibi tepki verdi (Al gülerek anlatıyor). Ama biz o maçı aldık. Bunu unutuyorlar. Sadece bir şuttu. Ama dediğimi yaptım. Beni geçemedi. Sadece üzerimden bir şut attı. Çok da bir olayı yoktu yani şutun. Fakat şuttan sonra sanki inanılmaz bir hareket yapmış gibi triplere girdi. Çok da iyi savunmuştum oysaki... Fakat şut girdi. Ama şunu söylemeliyim ki Paul Pierce fena bir adamdı. Ona karşı oynamak kolay değildi."

(Dün de doğum günü olan ve 41. yaşına basan Pierce'ın doğum gününü kutluyoruz. Sağlıklı ve mutlu yıllar kendisi/ailesine.)