Kobe’ye Veda



Hepinizin bildiği gibi Kobe Bryant bu gece kariyerindeki son maçına çıkıyor. Şu ana kadar Kobe’ye tapan birçok kişinin görüşünü okudum. Fakat Kobe’den kariyerinin büyük bir bölümünde nefret eden kimsenin, düşüncelerini yazdığını görmedim. Dün gece Kobe’nin kariyeriyle ilgili yazıları yavaş yavaş okumaya başlayınca, birkaç senedir gözden ırak olması sebebiyle aslında basketbolu bırakacak olmasına hakkettiği ilgiyi göstermediğimi fark ettim. Nefret etsem de, gıcık kapsam da ve hatta NBA tarihinin LeBron’dan sonra görüp görebileceği en büyük ilgi manyağı olduğunu düşünsem de Kobe, 80 sonu ve 90’larda doğan bizim jenerasyon için kült bir figür. Onun artık ligde olmayacak olması ise bizim jenerasyon için, diğerlerine oranla alışması çok daha zor bir durum. Dün geceden beri kafamda bu yazıyı tasarlıyorum ve klavye başına geçmeden, 4 sene önce bitirdiğim ve o günden beri de ara ara bazı bölümlerini tekrar okuduğum Bill Simmons’ın “ The Book of Basketball” kitabına bir kez daha göz attım. Açıkçası Simmons’in özellikle Shaq’tan ayrildiktan sonraki dönemi hakkında yazdıklarıyla birçok noktada örtüştüğümü fark ettim. Belki de Simmons’ın kitabını okuduktan sonra Kobe’yle ilgili düşüncelerim pekişmiştir veya yeniden şekillenmiştir, hangisi bunu tam olarak kestiremiyorum. Yine de 20 sene boyunca unutulmaz birçok anı bırakmış bu kült figür hakkında yazmadan geçmek istemedim.


Kobe’nin ismini ilk olarak, Kanal D’de hafta sonu yayınlanan çizgi film kuşağını izlemek için erken kalktığım sabahlarda, sonuna yetişebildiğim birkaç maçtan anımsıyorum. NBA’le bugün içli dışlı olmamın sebebi o sabahlar olsa da, henüz basketboldan pek bir şey anlamadığım için, "Kobe’nin gençliğini bilirim" gibi bir iddiada bulunamayacağım. Ama bundan kısa bir süre sonra oynamaya başladığım NBA Live serisinden ve yavaş yavaş filizlenmeye başlayan NBA’i yakından takip etme merakından dolayı Kobe’den gıcık kapmaya başladım. Bunda Shaq ile yaşadıkları kavganın payı da kesinlikle var. İtiraf etmek gerekir ki, çocuk yaştaki biri için Shaq’i sevmek, Kobe’ye sevmekten çok daha kolay ve o kavgada benim tarafım Shaq’ti. Bu nefretin tepeye ulaştığı sene ise 2003-2004 senesi. Yukarıda saydığım NBA’i takip etme serüveninin sonucu olarak, Kevin Garnett’in etkisiyle Minnesota taraftarı oldum. Digiturk’ün NBA TV’yi alması ve Minnesota’nin tarihindeki tek başarılı sezonun, o seneye denk gelmesi sebebiyle manyak gibi NBA’i takip eder oldum. O sezonun başından sonuna kadar ana hikaye Payton, Malone, Shaq ve Kobe’yi aynı çatıda toplayan Lakers’ti. Tecavüz davası ve Lakers’in nasıl parçalandığını hatırlarsak, o andan sonra Kobe’nin bu imajı düzeltmesi çok çok zordu. Aykırı olmak bence kabul edilebilir bir şey. Kobe’ninki ise, açık seçik sabotajdı. 



Kobe kariyerinin son sezonuna kadar bu nefreti teşvik etti. Jordan, ulaştığı statü sebebiyle kimsenin nefretini çekmek istemese de, Kobe’nin alttan alttan bazen de körükleyerek bu nefreti istediğini düşünüyorum. Bu nefretten doğan ilgiyle hep beslendi. Bir noktadan sonra kişisel markasının da bir parçası oldu. Takım arkadaşları bile kendinden uzaklaştı bu sebeple. Michael Jordan’in Steve Kerr’ü antrenmanda yumrukladığı ve 92 Olimpiyatları'nda Drexler’i antrenmana iki sol tek ayakkabı getirecek kadar yıprattığı hikayeleri duymuşunuzdur. Objektif olmayabilirim, ama Jordan’a bunları yaptıran gerçekten rekabetçi duygusuydu. Kobe ise uyumsuzun tekiydi. Jordan’in takım arkadaşları onu yarı yolda bırakmamak için oynar hale gelmişti. Jordan’ın mesela takım arkadaşlarıyla arasının bozulma sebebi, onların kendine yardım etmek için yeterli seviyeye gelmesini arzulamasından dolayıydı. Bunu yazarken de Jordan’in cok yumuşak başlı, kuzu gibi bir adam olduğunu iddia etmiyorum. Kobe’nin kariyerindeki 3 senelik bir dönem dışında, şampiyonluğa oynadığı dönemde kadro kalitesi açısından bu sıkıntısı hiç olmadı. Rajon Rondo’nun, hala ligde adı elit seviyede geçtiği zamanlarda ilginç bir istatistiği vardı. Ulusal Kanalda verilen maçlarda ortalaması nerdeyse Triple Double’a yakındı. Kobe’de ise buna benzer bir durum 2003-2004’te yaşanmıştı. Tecavüz suçlamasından yargılandığı donemde, mahkemeden sonra çıktığı her maçta coşuyordu. Kobe, kendisine ilginin yüksek olduğu dönemlerde bundan çok iyi besleniyordu. Ve kesinlikle yuhalanmaktan, insanların nefretini görmekten zevk alıyordu.

Amerikanların artık cılkını çıkarttığı “competitor” kelimesi Kobe için sayısız kez söylenmiştir. Bu kelimenin İngilizcedeki anlamı kadar zeminini dolduran Türkçe karşılığı bence yok, ama hırslı ve rekabetçinin karısımı olabilir. Kobe’nin Jordan’a bugüne kadar en yakın atlet olduğunu düşünsem de bu kategoride Jordan’a biraz fazla yanlamaya çalıştığını düşünüyorum. Kobe kesinlikle hırslı bir adam, ama onun bu yönünün Jordan’a gereksiz derecede ve hatta cogu zaman gereksiz yere ayni metaforlarla benzetildi. Bunun için kimseyi akademik yazılar yazıp ikna edecek delilim tabii ki yok. Mesela Jimmy Kimmel gecen sezon Nick Young’in kazanılan nadir maçlardan birinin sonundaki fazla mutlu röportajını Kobe’ye gösterdikten sonra yorumları. Son olarak da “competitor” karakterinin pazarlaması için 2011’de kaybedilen Miami maçı sonrası gecenin bir yarisi gidip sut çalışması falan. Bana yapmacık geliyor. Kobe her zaman çevresinde olan bitenden rahatsız ve uyumsuz bir tip gibi geldi bana. Bunları tabii ki sadece yaptığım gözlemler ve okuduklarım ölçüsünde söylüyorum ve bunlar son derece sübjektif görüşler, aksini iddia etmiyorum. 



Kobe’yle Jordan hep aynı cümle içinde kullanılır. Hatta 81 attığı sene ESPN’in “Like Mike... Just better” gibisinden bir baslığı atmayı düşündüğüne dair bir şeyler okuduğumu da hatırlıyorum. Jordan tarihin gelmiş geçmiş en büyük sporcusu. Kobe, ona benzeyen yönleri olan, ona çok benzemek istediği yönleri olan ama biraz fazla kasan biri gibi gelmiştir bana. Jordan’in doğuştan sahip olduklarına, Kobe sonradan sahip olmak istedi. Phil Jackson, yanlış hatırlamıyorsam Lakers’in rezalet 2004 sezonunu anlattığı kitabında, Kobe ile Jordan’in ilk buluşmasını anlatır. Kobe, Jordan’i ilk gördüğünde "Seni bire birde yenerim" demiş. Tabii ki Jordan çok ciddiye almamış. Jordan lige girdiğinde yarattığı etkiyle ve devamındaki başardıklarıyla, elde ettiği statüyü organik olarak almış bir sporcu. Kobe ise, o statüyü hak ettiğini gözümüze sokmaya çalışan bir sporcuydu. Ama bu paragraftaki tüm negatif olduğunu düşünebileceğiniz cümlelere rağmen, Kobe’nin daha kariyerinin çok başında kendine çıta olarak Jordan’ı görmesi takdire şayan bir olay bence. Kobe, Jordan olamazdı; kimse de olamaz. Ama ona oyun olarak en yakın elde edebileceğimiz buydu. 1992 Dream Team’i hiçbir zaman maçın tehlikeye girdiği bir duruma girmedi. Ama girse topu kimin alacağını biliyoruz. 2008 Takımı ise o duruma girdi. Ve o İspanya maçını Kobe aldı.

Tüm bu nefret söylemlerine rağmen, Kobe’nin bu oyuna verdiği öyle büyük bir saygı var ki, işte o noktada benim gibi nefret edenler bile bugün ona sempati duyar hale geliyor. Garnett sayesinde Minnesota taraftarı olduğum için, 2008 ve 2010 finallerinde kimi tuttuğumu az çok tahmin edebilirsiniz. 2008 finali 6. maçında, fark yirmilere çıkmışken bile tam olarak güvende hissedemiyordum. Bu rahatsız edici, sürekli “başımıza ne gelecek acaba” hissini, taraftarı olduğum United'ın 2011 CL finalinde Barcelona ile oynadığı maçta hissetmiştim mesela. Kobe o derece büyük bir topçuydu. Fifa oynarken 2-0 öne geçsen dahi nanik çekmekten korktuğun arkadaşındı Kobe. Shaq sonrası dönemde en akılda kalan Playoff performansı benim için maalesef 2010 7. Maçıdır. Kobe, maçı, neredeyse şampiyonluğu eliyle verecek duruma getirse de şutu ne zaman kaldırsa gireceğini düşündüm.

Kobe, "peak"ini yaşadığı dönemde, ligde yetenek bakımından tek değildi. Carter, T-Mac, Iverson ve hatta LeBron en az onun kadar yeteneklilerdi. LeBron biraz da medya ve mahalle baskısıyla kendini geliştirmek zorunda kaldı. Ama Kobe’yi, mesela diğer üçünden ayıran iş ahlakıydı. Kobe, öyle ya da böyle hepsinden daha çok çalışarak, emek harcayarak, 20 senelik bir kariyere ve mükemmel bir CV’ye sahip oldu. Diğerlerinin de gıpta edilecek CV’leri var tabi ki, ama Kobe’ninki tartışma kabul etmeyecek kadar üstün. Kobe’nin takım arkadaşlarını bezdiren yönlerini yazsam da, kabul etmek gerek ki Kobe’nin yöntemi bir şekilde başarılı oldu. 2012-2013’te aşil tendonunu kopardığı zamana dönelim. Kobe’nin yerine T-Mac olsa, o takım Playoff yapabilir miydi? Ya da Carter, aşil tendonunu koparacak kadar kasar mıydı? 



LeBron James, ilgi konusunda her cebinden birer Kobe çıkaracak kadar büyük bir psikopat. LeBron emekliliğe ayrılacağı zaman bu kadar ilgi çekecek mi, onu bilemiyorum. Şahsen Kobe’ye duyduğum saygıyı ona hiçbir zaman duyamayacağım galiba. Bugünlerde benim gibi nefret duyanlar bile hafiften sevgiye kaçmışken, Lebron’da bunun olacağını sanmıyorum. Burada Lebron ismini kullanıyorum, çünkü Jordan-Kobe ile baslayip bugün Steph Curry olan "ligin yüzü" oyuncu halkasının bir önceki parçası LeBron. LeBron’a dair pek dile getirilmeyen şey ise, onu izlemenin o kadar da estetik olmaması. Kobe’yi izlemek ise son birkaç seneki dönem dışında hep heyecan verdi. Özellikle 81 attığı sezonki fiziksel durumu inanilmazdi. Sahada her istediğini yapan, Pes 6’da Adriano’yu kontrol edermiş gibi esneyebilen ve fade awayleri, post oyunu ile eskisi kadar zıp zıp oynamasa da, basketbol puristlerine çok zevk veren bir hale geldi. Kobe’yi izlerken “Ya şunu yapsa” diye salisede aklıma gelen ne varsa Kobe onları yapıyordu. Deli gibi spor takip ettiğim hayatım boyunca bu Messi, United’daki Ronaldo, son iki yıldır birazcık Curry , Hagi ve Federer dışında hiç olmadı. Ben açıkçası, 2006 Kobe’den daha iyi bir kişisel performans izleyebileceğimize inanmıyorum. 81’in ise Wilt’in 100’unden daha değerli ve görkemli bir performans olduğunu düşünüyorum. Ve hatta, Kobe sırf bunun için uğraşsaydı, 2006 veya 2007 yılında 100 sayıya ulaşabilirdi diye tahmin ediyorum. 81’in geçilebileceğini de sanmıyorum. 

Kobe’nin aşil tendonunu kopardığı maçın ertesini de en az 81 attığı maç donemi kadar iyi hatırlıyorum. Basın toplantısını ve Facebook postunu gerçekten çok üzülerek takip etmiştim. Garnett, Duncan, Kobe, Iverson, Kobe döneminin artık yavaş yavaş kapandığını ilk kez orada düzelerek fark ettim. Kobe’nin o yaşında öyle bir sakatlık yasadıktan sonra bile, dönmek için gösterdiği bu irade, onun kariyerinin en az dile getirilecek başarılarından biri. Bu görkemli kariyer içinde bu pek basari gibi gelmeyebilir, ama gerçek bir irade ve başarı öyküsüdür bence.

Kobe’den nefret ettim, gıcık kaptım, basarisiz olmasını istedim. Daha sonra ona saygı duydum, sempati duydum ve galiba sevmeye başladım. League pass’i açtığımda, Lakers’ta Kobe’nin oynamıyor olmasına bir süre alışması zor olacak. Zaten insanı en çok, varlığını garanti gördüğü şeylerin gitmesi garip hissettiriyor. Onun başarısız olmasını istemek bile zevkliydi, çünkü bu hep düşük ihtimal oldu. Onu formunun zirvesindeyken izlemek ise beni, Jordan’ı, Maradona’yı kariyerinin zirvesinde izleyip anlatanlar kadar şanslı hissettiriyor. Kobe bu gece tarihin en büyük Lakers oyuncusu olarak kariyerini sonlandırıyor. Ve galiba bizim jenerasyonun, artık yavaş yavaş orta yaşlara gelmeye başladığını kabul etmesi gerekiyor.


1 yorum:

Unknown dedi ki...

içimden geçen ne varsa aktarmışsın. NBA izlemeye aynı zamanda başlayıp aynı takımı desteklemişiz. yazıyı ben yazmışım gibi hissettim :) yazı için teşekkürler