San



Bu ara Gol'ü okuyorum da, oradan birkaç alıntı:

"Taa en başta formalarımıza insancıl mesaj içeren sloganlar koyma fikri aklımıza geldi. Ancak, o ilk dönemde kulübün içinde bulunduğu mali koşullar nedeniyle bu alanı bir miktar reklam geliri elde etmek için kullanmamız gerektiğinden, bu düşünceden hızla vazgeçtik. FC Barcelona, formasını iyi bir gelir kaynağı olarak değerlendirmeyen tek büyük kulüptü. Paraya ihtiyacımız vardı ve o günlerde eğer ticari bir sponsorluk anlaşması yapmadıysak, bunun nedeni, üyelerimiz tarafından çok değer verilen bir geleneği bozmak pahasına da olsa FC Barcelona tarihinde ilk kez formamıza reklam almayışımızdan değil, istediğimiz kadar parayı verecek bir şirket bulamayışımızdandı."  Sayfa 66-67

"Bu oyuncuların ortak paydası, mutlak kazanma arzularıydı. Yaradılıştan gelen güçlü güdüleri vardı ve ayrıca hem bireysel, hem de ekip olarak bir yenilmezlik ruhu yaratıyor ve zaferin bizim olacağı inancını veriyorlardı. Ronaldinho'nun bie zaferi getireceğine inanmakta ne kadar haklı olduğumuzu hatırlıyorum. 2003 yılında, Camp Nou'da art arda aldığımız üç yenilgi, yani ezeli rakiplerimiz Real Madrid, Valencia ve Deportivo'ya karşı bozgunlardan sonra, Brezilyalı yıldızın zafere olan inancını yinelemesi, herkesi heyecanlandırmış ve bir coşku seli yaratmıştı. 'Neden bu kadar endişe duyduğunuzu anlamıyorum. Biz çok iyi bir takımız ve sonuçta kazanacağız. Her şey istediğimiz gibi olacak.' Soyunma odasından sahaya çıkan koridorda 'Vamos! Vamos!' diye haykırarak adanmışlığını arkadaşlarına ilan etti. Ve öyle de oldu. Her şey mükemmel gelişti ve sonunda biz kazandık." Sayfa 75-76

(...)
"Frank Rijkaard da 2003'te aynen böyle davranmıştı. Talepkar ancak adil bir teknik adamdı. Slovakya'da SK Matador Puchov takımına karşı oynanan bir UEFA Kupası maçını anımsıyorum. Maçtan hemen önce, sahaya çıkacak takım açıklandıktan sonra, maçta kilit bir rol üstlenmesi beklenen Gerard Lopez, soyunma odasındayken çalan cep telefonuna yanıt vermişti. Bu durum, takım içi kurallara aykırıydı. Sonuç olarak Rijkaard kendisini yedek başlatarak cezalandırdı. Bu cezayı, Gerard'ın o gün Slovakya'ya götürülen kadrodaki tek oyun kurucu orta saha oyuncusu olmasına ve oynatılmamasının takım için ciddi sıkıntılar yaratabileceği gerçeğine karşın vermişti. Maç pek iyi gitmedi ve Barcelona, kendisinden çok zayıf olan rakibiyle berabere kaldı. Rijkaard, takımdaki mevcut disiplini korumanın, maçın sonucundan çok daha önemli olduğu görüşündeydi. 'Gerard bir hata yaptı ve ben de bu hatayı görmezden gelemezdim' dedi. Rövanş karşılaşmasında Gerard'lı Barcelona, maçı 8-0 kazandı."  Sayfa 80

"FC Barcelona'nın Geovanni Deiberson ve Fabio Rochemback adlı, pek tanınmayan ve Avrupa futboluna yabancı iki genç Brezilyalı oyuncuyla sözleşme imzaladığı dönemin futbol şube sorumlusu ile yaptığım bir görüşmeyi anımsıyorum. O zamanki şube sorumlusuna bu işi neden yaptığımızı ve niçin o kadar para ödediğimizi (birincisi 18, ikincisi 12 milyon euro) sordum. Şu yanıtı verdi: 'Bana Rochemback'ın Neeskens'e benzediği ve Geovanni'nin yeni Garrincha olduğu söylendi. Bu kadar hata yaptıktan ve bu denli şanssızlık yaşadıktan sonra artık bir şeylerin yolunda gitmesi gerektiğine, bu transferlerin yararlı sonuç vermesinin adil olacağına inandım.' Bir başka deyişle, belli ki ilahi adalet sayesinde kendilerinin daha önceki hatalarının ve şanssızlığının telafi edileceğine kanaat getirmiş ve bu gerekçeyle FC Barcelona'nın iki genç ve görece tanınmamış oyuncu için 30 milyon euro harcamasına karar vermişti." Sayfa 3-4

(...)
"Biraz ileri giderek söyleyebilirim ki, Cesc Fabregas'ın o günlerde FC Barcelona'dan ayrılmasının temel nedeni, kulüpte kimsenin onun gelecekteki kariyeriyle ilgili bir plan yapmamasıydı, oysa Arsenal'in açıkça teklif ettiği şey buydu. FC Barcelona, 2011 yılında Fabregas'ı 40 milyon euro ödeyerek Arsenal FC'den geri aldığı için, bu oldukça özgün bir vakadır. Messi ve Bojan'da daha iyi iş yaptık. Yalnızca sözleşmeye ilişkin konular ve kulüpteki konumlarını değiştirmekle kalmadık, ayrıca teknik adamların değerlendirmesine bırakılan asıl takıma geçiş dışındaki tüm kategorilerde oynayabilmeleri için, oyuncunun yaşı yerine performansını ve potansiyelini baz alan esnek grup uygulamalarıyla kariyer akışlarında değişikliğe gittik." Sayfa 134-135

(...) Riquelme'yi bir süre önce evine bırakan bir kulüp çalışanı, onun Barcelona'ya geldiği ilk günden itibaren, yani bir yıldır yaşamını sürdürdüğü ortamı anlattı: 'Dairesi hemen hemen boştu. Salonda yalnızca, üzerinde kareli örtüsüyle bir masa ve birkaç sandalye gördüm. Bir sürahi de mate vardı, hepsi o kadar. Fotoğraf falan yok, sadece birkaç kişisel eşya.' Bir başka deyişle Riquelme, Barcelona'da tam bir tecrit ortamında, ailesinden uzakta, içe dönük ve çekingen kişiliğiyle, aşılması zor olan sürekli bir moral bozukluğuyla yşaıyordu ve bu durumun Van Gaal'in kendisini karşılama şekliyle artık bir ilgisi yoktu. Kulübe de, kente de uyum sağlayamamıştı ve bu koşullar altında kişinin mutlu olması veya futbolda --aslına bakarsanız, yaşamın hiçbir alanında-- başarı göstermesi olasılığı yoktur.
(...)
Riquelme, 1996'da Boca Juniors'la sözleşme imzaladı. İlk kez o zaman tüm yaşamını geçirdiği mahalleden ayrılarak, oradan 35 kilometre uzaklıkta, stadyum ve antrenman tesislerinin bulunduğu kent merkezine yakın, şık bir semte taşındı. Onu iyi tanıyan ve futbol geçmişinin ayrıntılarını bilenler, kendisinin bu değişikliğe asla uyum sağlayamadığını söylerler. Daha sonra Don Turcuato'da, doğduğu yerden yalnızca birkaç yüz metre uzaklıktaki El Viejo Vivero semtinde çok hoş bir ev yaptırdı. Buenos Aires'e uyum sağlayamadığı için, geldiği yere geri döndü." Sayfa 119-120

"Teşvik ödüllerini doğru belirlemek son derece önemlidir. Futbol gibi bir takım sporu, ekip ödülleri oluşturmayı gerektirir. 2003'te, Arjantinli oyuncu Javier Saviola'nın sözleşmesinde, attığı her gol için 6.000 euro ek prim alacağına ilişkin bir madde vardı. Bu maddeyi gördüğünde Frank Rijkaard'ın ne kadar öfkelendiğini hatırlıyorum: 'Bu bazı şeylerin nedenini açıklıyor!' diye haykırmıştı. Rijkaard, Saviola'nın sahadaki tavrını, teşvikle ilgili o maddeye bağlamıştı. Bir futbolcunun sahadayken kazanacağı paraya değil, galibiyete odaklandığı varsayımıyla, ilk bakışta bu uygulamada bir sorun olmadığı düşünülebilir; ancak Saviola'nın, belki de farkında bile olmadan, pas vermekle şut atmak arasında kararsızlı yaşayabileceğini, yani 6.000 euro gol atma priminden etkilenip etkilenmeyeceğini bilemezsiniz. Gerçek ne olursa olsun, Frank Rijkaard bu durumdan hiç boşlanmamıştı." Sayfa 143

(...)
"Bu durumu, 2006-07 sezonunda uyguladığımız stratejiyi açıklayarak sizin için örnekleyeceğim. Duyumlarımıza göre, büyük kulüpler çok sayıda transfer yapacaklardı ve fiyatların yükselmesi bekleniyordu. Portekiz'e giden Manchester United, o dönemde 30 milyon euroya Porto kulübünden genç Anderson'u ve 20 milyon euroya da Nani'yi renklerine bağlamıştı. Bu gelişmeler nedeniyle, çok hızlı harekete geçmeye ve transferleri ilk bitiren olmaya karar verdik. Kulübün futbol şubesi, istedikleri futbolcuları saptayabilmek için sezon boyunca çalışmalarını sürdürmüştü. Biz de, sezon bitişinin hemen ertesi gününde, kulüp ve oyuncularla görüşmeleri başlatıp, birkaç hafta içinde transfer işlemlerini noktaladık.
 Çabuk davranmamız sayesinde 24 milyon euroya Henry, 15 milyona Abidal, 9 milyona Yaya Toure ve 17 milyona da Milito transferleri gerçekleşti. İlerleyen günlerde, rakiplerimiz çok daha yüksek bedeller ödemek zorunda kaldılar. Örneğin Real Madrid, Robben için 36 milyon, Pepe için 30 milyon ve Drenthe için ise 13.5 milyon harcadı. Atletico Madrid, Forlan karşılığında 26 milyon euroyu gözden çıkardı." Sayfa 151

"Bir rakibin fikirleri önemli görünmezse onları hiç dikkate almazdık. Örneğin, o dönemde Real Madrid, sözleşmeli oyuncularının görsel kullanım haklarından doğan kazançlarını kulüple paylaşmalarını gerektiren bir anlaşma maddedi oluşturmuştu. Kendilerine daha yüksek maaş ödemeleri karşılığında, oyuncuların kişisel reklam gelirlerinin yüzde 50'sine, sözleşmeye dayalı olarak kulüp el koyuyordu. İlk bakışta iyi bir fikir olduğu izlenimi veriyordu. Bellibaşlı medya yıldızları, aldıkları ücrete denk ya da onları aşan tutarlarda reklam geliri elde etmeye alışıklardı. Bu nedenle kulübün, söz konusu gelirlerin yarısını almanın iyi bir iş olduğundan kuşkusu yoktu.
  Ne var ki, bunun kötü bir fikir olduğu ortaya çıktı ve sürekli bir anlaşmazlık kaynağına dönüştü. Futbolcuların dikkatlerini asıl önemli konulara; antrenman, maç ve galibiyete odaklamaktan uzaklaştırdı. Bir oyuncunun reklam etkinlikleri, antrenman programıyla çakışırsa, antrenörün kararıyla, ikincisi öncelik kazanmalıdır; ancak eğer reklam gelirlerinin yarısını alacak olan kulüple antrenör arasında bir çıkar çatışması oluşursa, bu onun ekip üzerindeki hakimiyetini daha da zorlaştırır. Galacticos dönemindeki eski Real Madrid hocası Mariano Garcia Remon --bence biraz da abartarak-- her şeyin futbolcuların ticari işler ve reklam günlüklerine bağlı oluşu nedeniyle antrenman programı bile planlayamadığını söylüyordu." Sayfa 177

(...)
"Futbolda durum hep böyle değildi. Ben biraz daha ileri gidip diyeceğim ki; Real Madrid, Galacticos zamanında, beklendiği kadar başarılı değildi, çünkü kazanamadılar, yani yeterli sayıda maç ve kupa kazanamadılar. Aslında, ürün yeterince iyi değildi. Bir seferinde, üst düzey bir Real Madrid yöneticisinin, işin püf noktasının kadroda yıldız oyuncular bulundurmak olduğunu söylediğini duymuştum. Sanırım, ambalaj ve ürün birbirine karıştırılıyordu. 2010'da, Jose Mourinho'yla imzaladıkları sözleşme, konuya yaklaşımlarında yeni bir mantık oluştuğunu gösteriyordu: Acilen kupa kazanma ve ezeli rakipleri FC Barcelona'nın şampiyonlu serisine son verme gereği. Manchester United'ın 2003'te hız kestiğini ve kulübün ancak yeniden kazanan bir takım oluşturması sonrasında toparlanmaya başladığını görmek de ilginçtir. Futbolda iyi olan ürün, kazanan bir takımdır." Sayfa 193

0 yorum: