Kırmızı, Beyaz ve Bronz: Amerikan Basketbol Milli Takımı'nın Çöküşü ve Yeniden Doğuşu (2. Bölüm)


(İlk bölüm için şuradan.)

2. Bölüm: Yenilmezlik Elden Gitti

Amerika ile dünyanın geri kalanı arasındaki fark, sonraki turnuvada tamamen kapanacaktı. Indianapolis'te düzenlenen 2002 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nda Amerika, üç maç kaybetti ve turnuvayı altıncı sırada bitirdi.

Ama Amerikan Milli Takımı'nın küstahlığı, soru işaretlerini ortadan kaldırmak için yeterli değildi. 2002 kadrosu, birçokları tarafından "B takımı" olarak nitelendirildi ve ucu ucuna All-Star olan oyuncular ile milli takımda ne işi olduğu anlaşılmayan birkaç genç oyuncu da içeriyordu.
Arjantin pivotu Fabricio Oberto şöyle diyordu: "Hayatımda bu kadar gösteriye dayalı bir oyun izlemedim." Fakat o 2003 takımı, bir arada kalamayacaktı.

Craig Miller (USA Basketball İletişim Koordinatörü, 1990-günümüz): 2004'teki plan, bir yıl önceki takımı alıp dönüştürmek ve o yıl oynatmaktı. Sanırım sadece bir ya da iki tanesi bizimle kalacaktı.

Tooley: O 2003'teki takımdaki 12 oyuncudan 9'unu kaybetmiştik. Aralarında sakat olanlar vardı; oynamak istemeyenler vardı, çünkü güvenlikle ilgili kaygıları bulunuyordu.

Emeka Okafor (2004, ABD): Kimsenin güvenlikle ilgili çekinceleri yüzünden gelmek istemediği zamanlardı.

Granik: Olay, terör korkusundan ibaretti.

Mike Breen (NBC spikeri): Daha önce Olimpiyat Oyunları'na ailemi getirmiştim, ama onları Atina'ya götürmedim. Gerçekten bir şeyler olabileceği ihtimali bulunan, yüksek tansiyonlu bir ortam vardı.

Sheridan: 11 Eylül vakasından sonraki ilk Olimpiyatlardı. Herkes Yunanların gerekli önlemleri almadığı, ve tehlikeli bir ortam olacağına dair şeyler duyuyordu.

Richard Jefferson (2004, ABD): "Evet" diyen kişilerden biri olduğum için gururluydum. "Hayır" demenin daha popüler bir cevap haline geldiği zaman, ben de ne olacağını hiç umursamadan gidip ülkem için oynamaya karar verdim, ne pahasına olursa olsun. "Hayır" demenin popüler olduğu bir zamanda bu fırsat için "evet" diyenlerden olmak istedim.

Sheridan: Farklı kişiler, oynayamayacaklarına dair farklı nedenlerle geliyorlardı. İşin sonunda, Vince Carter gitmişti. Ray Allen gitmişti. Jason Kidd gitmişti. Jermaine O'Neal gitmişti. Elton Brand gitmişti. 2003'te San Juan'da oynayan takımdan dokuz kişi gitmişti.

Tooley: Devamlılığı sağlayamamıştık, ve bu bizim için önemli bir kelimeydi.

Granik: Bence birçok kişi, kurduğumuz takımı kusurlu buldu, ama biz riskin ne olduğunu kavrayan ve ne olursa olsun gitmek isteyen oyuncuları kullanmak zorundaydık, ve onlar bunun için alkışlandılar. Gerçekten ikinci sınıf bir takımla gideceğimize, böyle yaptık.

Sheridan: Şimdi elinizde o ezici, tutkuyla oynayan milli takım yoktu. Hangi oyuncuların gelip oynayacağı ya da seçileceği hakkında bir program yoktu. Olay daha çok "Hadi seçebildiğimiz en iyi 12 oyuncuyu seçelim ve onları kadroya koyalım. Bakın, biz Amerika'yız; yenebileceğimiz herkesi yeneceğiz.

Stu Jackson (Dönemin yöneticisi): Biri takımdan ayrıldığında, yenisiyle değiştiriyorduk; o yenisi ayrıldığında, onu da yenisiyle değiştiriyorduk. Elimizden geldiğince, kalanlar arasındakş en iyi yetenekler bütününü bir araya getirmeye çalışıyorduk. Sadece en iyi oyunculardan kurulu değil, aynı zamanda en yüksek IQ'lu oyuncuları da arıyorduk ki, teknik kadroyla uyum sağlayabilsinler.

Tooley: Bazı oyuncuların takımdan çıkacağını ya da gelmekten vazgeçeceğini öngörebilmeliydik. Ve sonra bu duruma "Tamam, bu bir yama çalışması --birini kaybet, yenisini dik-- değil, buna bir bütün olarak bakmalıyız" şeklinde yaklaşmalıydık.

Granik: "Bu takım nasıl beraber form tutacak ve uluslararası platformda kim daha iyi olabilir?" demek için imkanımız azdı. Daha çok "Bunu yapmayı isteyecek kadar iyi oyuncu gerçekten kim var?" demek gibiydi.

Jefferson: 13-14 kişilik kadroyu doldurmak için 30 oyuncu --30 farklı oyuncu-- istediler. Dürüst olalım, bu 15 adamdan kaçı listenin ilk 15 sırasındaydı? Muhtemelen ben ilk 10'da yoktum mesela. Kadrodaki bir sürü adam muhtemelen ilk 10'da yoktu.



Jerry Colangelo (USA Basketball idari yöneticisi, 2005- günümüz): Geleceğini taahhüt eden bazı oyuncular, sözlerinden caydılar. Ve sonra yerlerine dört genç oyuncu koyduk: Carmelo Anthony, Lebron James, Dwyane Wade ve Amar'e Stoudemire. Hepsi bunu hak eden, genç çocuklardı.

Miller: Tam anlamıyla kamp başlamadan birkaç gün önce, biz hala oyuncu ekliyorduk. İnsanlar kadroda Lebron James, Carmeloo ve D-Wade'i görüp "Nasıl kaybedebildiniz?" diyorlardı. Bu adamların 18-19 yaşında olduklarını ve ilk kez uluslararası platforma çıktıklarını unutmamanız gerekir.

Jefferson: Sanırım, bir ara gelmiş en genç takımı oluşturmak üzereydik.

Sheridan: Larry Brown takımı sevmemişti. Larry Brown tecrübeli oyunularla çalışmayı sever. Takımdaki en yaşlı oyuncu, 28 yaşındaydı.

Okafor: Takım son anda bir araya gelmiş gibiydi. Herkes --onların yapmak istediğinden biraz farklı olan-- Koç Brown'ın stilini anlamaya çalışıyordu. Koç Brown gerçekten genç oyuncularla oynamak istemiyordu. Hem de hiç. Bence LeBron, D-Wade ve Melo bile pek oynamadılar. En az süre bulan, biz genç oyunculardık.

Jackson: Larry Brown takıma danıştı ve birkaç belirli durum hatırlıyorum, bazı oyuncuların takıma eklenmeleriyle alakalı endişelerini açığa vurması.

Sean Ford (USA Basketball takım direktörü, 2001-günümüz): Bu kadro, koçların ortak kararlarıyla kuruldu, koçlara rağmen değil.

Tomjanovich: Sistemi sevmemiştim. Larry ile nasıl oldu bilmiyorum ama, bende sadece bir telekonferans yapılırdı, ve koç, oyuncular için oylama yapmazdı. Bir ön kadromuz vardı ve bana, ihtiyacım olan kadro hakkında konuşmam için 3-5 dakika falan verilmişti.

Jackson: Beraber çalışabilmenin, birbirine bağlı bir takım olmanın ve turnuvaya hazırlanmanın  yolunu bulmak, koç ve oyunculara kalmıştı.

David Stern (NBA Başkanı, 1984-2014): Hatırlayabildiğim şeyin, koçun, oyuncuların medyaya nene söylediğini araştırdığı olduğunu söyleyebilirim. Ve o zamanki kayıtlarda buna olan cevabım duruyor mu bilmiyorum ama sürekli kendime "David, çeneni kapalı tutsan iyi olacak" dediğimi hatırlıyorum. Fakat yine de koçla bir kez tartıştım, çünkü koçluk yapacaksa da, yapmayacaksa da, oyuncular hakkında sürekli şikayet etmeyi bırakması gerektiğini düşünüyordum.

Tooley: Bakın, zor koşullar altındaydık. Asla bir koçu otobüsün arkasına çekip "Biliyorsun, iş sende" demem.

Ford: Dönüp bakınca, bence iyi bir kadroydu; ve bence belki, geri dönüp bakınca, takımın muhtemelen biraz daha hazırlanmaya ihtiyacı vardı.

Okafor: Diğer takımlar --Avrupa takımları-- bir süredir beraber oynuyorlardı. Aralarında uyum ve oyun stillerinin getirdiği belli bir bağ vardı. Biz bunu sağlamak için yeterince vakte sahip değildik.

Carmelo Anthony (2004-2016, ABD): Neredeyse son dakikada yapıldığını hatırlıyorum. Atina için hazır olmak adına Jacksonville'de kampa girmiştim. Açıklama yapıldığında, çok ani gerçekleşmişti. Olimpiyatlara hazırlanmak adına, bir, belki bir buçuk haftamız vardı.

Ford: Birkaç tane hazırlık maçı yapmıştık, ama bu oyuncu grubunun daha fazla hazırlığa ihtiyacı vardı.

Sheridan: Bence bütün oyuncular, hatta koçlar bile şöyle düşünüyordu: "Bakın, bir öğrenme eğrisine doğru ilerliyoruz. Bu yüzden bir hazırlık programına ihtiyacımız var. Bu yüzden Almanya'ya gideceğiz ve bu yüzden Sırbistan'a gideceğiz ve bu yüzden Türkiye'ye gideceğiz. Bir sürü maç oynamalıyız, çünkü gerçekten hiç birbirini tanımayan bir kadromuz var. Beraber oynamayı öğrenecekler. Ve Atina'ya vardığımız zaman, olması gerektiği gibi davranacağız.

Anthony: Hepimiz belli bir bakış açısına sahiptik, rekabetçi oyunculardık, nasıl oynayacağımızı biliyorduk, birbirimize karşı her gece kendi saygıdeğer takımlarımız adına mücadele ediyorduk ve bireysel olarak dabirbirimize saygıda kusur etmiyorduk. Fakat o zamanlar için bu yeterli olmamıştı.

Tooley: Hazırlık kampının iyi geçtiğini hissetmiştim. Sanırım Köln'deydik, "Tamam, bu zor geçecek" demiştim. Sonra Sırbistan'a gittik. Gayet zor bir deplasman olan Sırbistan'da onlara karşı oynadık ve 20 sayı fark attık.

Sheridan: Sırbistan'ı kendi sahasında yendik, ama bu yolculukta bazı şeyler oldu. Stephon Marbury bana geldi ve "Biliyorsun, Koç Brown oynamamıza izin vermiyor. Bizi 'doğru yoldan' oynatmaya çalışıyor. Oynamamıza izin vermiyor, oynamamız gerek" dedi. O gece, maçın ardından asistan koç Gregg Popovich, Koç Brown ve başka muhabirlere birlikte, Belgrad'ın en iyi otellerinden birinde yemekteydik, ve hikayeyi anlattım. Ve Larry, Stephon'ın söylediklerini duyunca kalkıp oradan ayrıldı. Biraz sonra, Pop da kalktı. Bir beş dakika sonra Pop geri geldi ve omzumun üzerinden eğilip "Stephon'ın sana ne dediğini söyler misin?" ve ben de hikayeyi tekrar ettim. Bunun ardından Larry Brown çileden çıkmış şekilde yöneticilerin yanına gidip "Onu takımda istemiyorum. Stephon Marbury'nin takımdan gönderilmesini istiyorum. Derhal. Onu bir uçağa koyun ve eve postalayın. Hemen şimdi."

Ford: Olimpik sporcuyu kesemezsin. Bir kere olimpik sporcu isen, olimpik sporcusun, anladın mı?

Sheridan: Bu gerçekten, Stephon Marbury ile Larry Brown arasındaki büyük anlaşmazlığın başlangıcıydı.

Stephon Marbury (2004, ABD): Benim için basitti: Yanlış koçu seçmişlerdi.

Jefferson: Açıkçası, Knicks'teki Stephon Marbury-Larry Brown olayı ortadaydı, ve bu milli takımda başlamıştı. Herkes Larry Brown ve Allen Iverson'ın durumunu biliyordu. Yani takımda çok fazla fikir ayrılığı vardı.



Marbury: Benim için Brown'ın Olimpiyatlar için koç olarak seçilmesi ve sonra Knicks koçu olmasının arasında ufak bir fark bulunuyor, çünkü hikayenin üç cephesi var: Onun tarafı, benim tarafım, ve hakikat.

Stern: Her yerde Allen Iverson ve Stephen Marbury hakkında hikayeler dönüyordu. Bence takımın daha çok kontrol edilmeye ihtiyacı vardı ve saha dışında kimsenin sözü geçmiyordu --ve sahada da işler pek iyi gitmiyordu-- ama bana kalırsa kurmaylar ve en azından Koç Brown çok fazla şikayet ediyordu.

Marbury: Gerçekten Olimpiyatlar'da Larry Brown ile kötü bir tecrübe yaşamıştık. Elinde All-Starlardan kurulu bir takım vardı; ve o, bu takımı kendi takımıymış gibi yönetmeye çalışıyordu. Altın madalyayı kazanmaya çalışmak yerine, oyunculara "doğru şekilde" nasıl oynanacağını, ne yapmaları ve yapmamaları gerektiğini anlatıyordu.

Jefferson: Bence Larry Brown, milli takımı bir araç olarak kullanmaya çalıştı. AND1 akımının canlı olduğu zamanlardı. Basketbol oyunu için bir şeyler yapmaya çalıştı, bizim yalnızca sahaya çıkıp maçları kazanmak ve bir şeyleri başarmaya çabalamamıza karşılık, kesin bir oyun stili ortaya koymaya ve kesin bir mesaj vermeye çalıştı. Eleme maçlarında Jason Kidd'e şunu dediğini hatırlıyorum: "Hey Jason, fast breaklerde iyi olduğunu biliyorum, ama faul çizgisinde durup kanatlara doğru bounce pas vermeni istiyorum." Orada oturmuş, tüm zamanların en çok asist yapan ikinci oyuncusu ve gelmiş-geçmiş en dominant oyun kurucularından birine bunları söylüyorsunuz. Doğruyu söylemek gerekirse, o dokuz oyuncunun gelmek istememesinin sebebi buydu.

Miller: Bence Larry, herkesi bir arada tutma ve işleri halletme konusunda elinden gelebilecek en iyisini yaptı.

Jackson: Bence o dönemde bizi kaygılandıran, kafa yapısıydı. Bu sadece takımın küstahlığından değil, ama daha önemlisi, koçlar arasında, ve oyuncular arasında da Yunanistan'da takımın bir arada hareket etmesi hakkında endişe hakimdi.

Breen: Diğer oyunlardan daha farklıydı bu kez, çünkü Indianapolis'te alınan altıncılıkla buraya geliniyordu. Birçok kişi buna inanamıyordu, ama açıkçası, dünyanın geri kalanın bizi yakalaması yavaş yavaş olmuştu.

Miller: Yenilmezlik, 2002'de elden gitmişti. Her şey, kusursuz bir fırtına yaratmak için uygundu.

Breen: Açık bir şekilde, birlikte iyi oynamadıklarını görüyordunuz ve birbirlerine uymuyorlardı. Bu en baştan beri bir çabalamaydı. Beraber oynadıkları ilk maçta, sadece yenilmediler, ezildiler de. Hiç rekabetçi değillerdi. Tamamen şok edici bir biçimde yenilmiştik.

Jefferson: Ne kadar sıkı çalışmamız gerektiğine dair bir işaret vardıysa, o da ilk Porto Riko maçıydı.

Carlos Arroyo (2004, Porto Riko): Yani, kimse bu maçı kazanmamızı beklemiyordu. Devrede 21 sayı öndeydik, eğer yanılmıyorsam [Editörün notu: Fark aslında 22], ve soyunma odasında kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes birbirine "Yoo, bu gerçek değil" der gibi bakıyordu.

Anthony: Bir noktada, 40 sayı geride olduğumuzu hatırlıyorum -- neredeyse 40. Tribünlere baktım ve bütün Porto Rikoluların bayraklarını deli gibi sallayıp çılgınca bağırdıklarını, salonu inlettiklerini gördüm. Hayatımdaki en utanç verici anlardan biriydi.

Jackson: Oyuna kafaca önde başladılar ve Amerika'yı yenmek istediler. Çok üst seviye oynadılar. Bir arada oynadılar. Tutkuyla oynadılar. Ve ülkeleri için oynadılar.

Granik: Arroyo inanılmaz oynamıştı, onu kimse durduramazdı.

Arroyo: Onların yetenekleriyle ilgili bir soru işaretim yok, ama o gün şut konusunda biraz kötüydüler, böylece biz de avantajı elimize geçirebildik. Bir nevi alan savunması uyguladık ve onları dış şuta zorladık; bu şekilde gidişatı elimize geçirip kendi oyunumuzu oynadık.

Jefferson: En çok zorlandığımız şeylerden biri, yeterince şut kullanmamamızdı.

(Üçüncü bölüm için şu taraftan.)

0 yorum: