Burak


Bugünkü Manutd-West Brom maçından. Geçen hatırlarsınız, bizim "olaylı derbi"de de, iki kaleci yeşil formayla çıkmıştı. Fark ne peki? Şu: İngiltere'de yaklaşım "bunlar karışmaz ya, biri daha koyu" şeklinde; buna gelene dek ne örnekler var, biliyorsunuz. Bizde ise ortada ihmal olduğu apaçık. Azıcık dikkat etseler, böyle çıkartmazlar. Biliyoruz çünkü bizimkileri.


Ayrıca foto bakınırken geçen sezon İnönü'de oynanan maçta da benzer bir manzara olduğunu fark ettim. Bu ne la böyle.


Kombine


Soldaki dayı da Puskas'a benzemiyor mu ya. Çift anadal yaptı herhalde.

Cusano


Genç Dani Alves, kariyerinin son demlerindeki Zidane'ın peşinde... Uzak diyarlardan geleli çok olmamış... Kendini kanıtlama peşinde bir yağız delikanlı... İlerde kaldıracağı kupalardan habersiz, yeşil çimlerin üzerinde bir at gibi koşturuyor... Kim bilir, zamanla ne kapılar açacak ona hayat, neler gösterecek... Meşin yuvarlağın peşinde ne zaferler, ne hüsranlar, ne yıkımlar...

("Üstada" saygı kuşağının ilk postu. Gerisi gelir mi bilmem.)

Retro-Spurs 1


The Book Of Basketball #4



(The White Howard çevirdi, Anıl kontrol etti, editledi. Ellerine sağlık.)

SIR

  Basketbolun sırrını Las Vegas'da bir üstsüzler havuzunun yanı başında tembel tembel uzanırken keşfettim. Bu sırrı keşfettiğim sırada birisinin çıplak göğüsleri iki metre mesafeden gözümün içine bakıyordu. Sırrı açıklayan kişi ise Hall of Fame'in bir üyesi. Bu kişi başta beni dövmeye yemin etti fakat Gus Johnson bana kefil olunca fikrini değiştirdi.

(Bu hikayeti size anlatsam mı? Evet anlatacağım)

  2007 Temmuzuna geri dönelim. Yakın dostum Hopper, Vegas'a ani bir seyahat planı yapmıştı ve kendisine eşlik etmem için beni zorluyordu. Onu yüz üstü bırakmayacağımı biliyordu, çünkü Donaghy seviyesinde bi kumar tutkunuydum (Tim Donaghy: Adı kumar ve bahis suçuna karışmış eski NBA hakemi). Öncelikle Hamile eşimden izin almalıydım. Çünkü (a) California'nın yaz aylarında ikinci cocuğumuzu taşıyordu (b) karnındaki yükün sebebi şubat ayında ona söylemeden korunmayı bırakmamdı. Ben de şeytani dehamı kullandım: Bu olaylar yaşanırken Vegas'da NBA yaz ligi devam ediyordu, ona: ESPN benden favori takımım (Celtics) ile favori çaylağım (Kevin Durant) arasında oynanacak maç ve iki Los Angeles takımının ( Lakers ve Clippers) arasında oynanacak maçlar hakkında bir köşe yazısı istiyor diye bir hikaye uydurdum. Ve ekledim "otuz altı saat içinde gidip gelmiş olacağım."

  Hemen ikna oldu ve öfkesini benim yerime dergiye yöneltti (uyanığım demiştim). Hemen sonrasında editörümü aradım ve aramızda şu konuşma geçti:

Ben: Bu hafta için bir yazı fikrim yok. Paniklemiş durumdayım

Neil (editörüm): Siktir... Ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu ay ölü gibi.

(birkaç saniyelik sessizlik)

Ben: Hey, dur... Şu an Vegas'da Yaz Ligi oynanmıyor mu?

Neil: Evet, sanırım. Yaz Ligiyle ilgili ne yazabilirsin ki?

Ben: Bir bakayım, cuma gününün programı neymiş (sonraki 20 saniyeyi sanki söyleyeceklerimi daha şimdi NBA.com'dan öğreniyormuş gibi yaparak geçirdim). Aman tanrım! Clippers saat 3'te, Celtics 5'de, Lakers 6'da, Durant ve Sonics saat 7'de. Bırak gideyim! Bu maçlar hakkında 1.250 kelime yazabilirim (Neil bir süre cevap vermiyor). Hadi ama… Vegas? Celtics ve Durant? Bu köşe yazısı kendi kendini yazacak zaten.

Neil (uzunca iç geçirdikten sonra): "İyi, iyi. Tamam"

  Neill'ın sanki bana böbreğini bağışlayacakmış gibi konuşması umurumda mıydı? Tabii ki hayır! Cuma günü Vegas'a uçtum. Dört maçı da iştahla izledikten sonra Hopper'a katıldım, kafayı bulmuş bir halde sabahın erken saatlerine kadar Blackjack oynadık. Takip eden sabah, kahvaltı için tam zamanında uyanmıştık (16-gram kahve, simit, su) ardından Wynn'in savurgan açık hava Blackjack partisine katıldık. Bu parti şunları içeriyordu:

1. Brain Flanagan'ın Jamaika'ya kaçtıktan sonra çalıştığı yerlere benzeyen kare şeklinde bir bar ve etrafını çevreleyen 8 farklı Blackjack masası. Açık havada kumar oynadıysanız hayatınız bir daha asla eskisi gibi olmaz. Aynı üstü açık bir arabayı ilk kez kullanmaya benzer.

2. Kafamızın üstünde sürekli hava üfleyerek kavrulmamızı önleyen sprey makinaları. Zor geçen kavurucu Vegas yazlarında dışarısı genelde 43 dereceyi bulur, insanların kıçının arası ise genelde 76 dereceyi gösterir.

3.Harika bir Avrupai havuz, blackjack masalarının tam arkasındaydı. "Avrupai", söylemesi çok karizma bir laf. Bu havuza sütyensiz girilebiliyordu.

  Erkekler için daha eğlenceli bir aktivite varsa nedir, bilmiyorum. Mekana kapılar açılmadan hemen önce geldik (saat 11:00) ve akşam yemeğine kadar Blackjack oynadık. İlk üç saat kimse Jackie Robinson gibi karalı bir şekilde üstsüz bir şekilde güneşlenme konusunda istekli değildi. Biz de Wynn'in her gün öyle vaktinde (sadece insanları havuza girmeye heveslendirmek için) 6 tane striptizci tutup havuza üstsüz bir şekilde girmelerini sağlaması konusunda bir karar aldık. Ve DJ tam o sırada "üstünü çıkar, bikinini çıkar", "hadi ama kimse bakmıyor", "hepimiz burada dostuz", "onları serbest bırak" ve "kaybedecek neyin var? zaten çoktan boşandın" şeklinde tekno parçalar çalmalıydı. Öğleden sonra herkes birkaç duble bir şey içmişti. Kadınlar üzerindekileri (sütyen veya bikini) frizbi gibi çıkarıp atmaya başladılar. Pek öyle sayılmaz aslında. Fakat ilerleyen birkaç saat içerisinde iki düzine kadın havuza dalıp çıkmaya başlamıştı. İçlerinden birisi oldukça kiloluydu. Suyun içinde hareket ederken neredeyse büyük bir kargaşaya neden olacaktı. Bu tam olarak bir "Baby Ruth" çikolatasının Brushwood havuzuna çakılırcasına iniş yapması ve insanların canlarını kurtarmak için sağa sola kaçışmasına benziyordu.

  İsteksizler arasında üstsüz kadınlara karşı bir ilgi oluşmuştu. Kudurmuş Blackjack oyuncularının dikkatleri tamamen dağılmıştı. Bu sırada "Baby Ruth" gösterisinin çok boyutlu bölümü, Avrupai havuzun tropikal etkisi ve partinin Mardi Gras ayağıyla kavanoz kutusunda sekiz saat beklemiş on haftalık bir eğlence ve komedi şovu tüm hızıyla sürüyordu. Bütün bu gösteriler saat 18:00 sularında bikinili çekici bir sarışının Blackjack kasamıza katılıp kart dağıtan görevliye sitem etmeye başlamasıyla son buldu. "Üç gündür hiç Blackjack yapamadım" dedi ve kendinden emin bir şekilde ekledi: "Eğer Blackjack yaparsam üstümü çıkaracağım." Fakat masa hakemi bunu kabul etmedi ve bayan ile aralarında ufak bir karar alma konuşması yaşandı. Sonuç olarak bayanın kazanırsa göğüslerini bir-iki saniyeliğine açıp geri kapatmasında uzlaştılar. Evet, bu konuşma gerçekten yaşandı. Birdenbire kendimizi tüm zamanların en heyecanlı Blackjack oyununda bulduk. Kadın ne zaman ilk kartında ace ya da 10'luk yapsa, masadaki tansiyon Sopranos'un final bölümünün son beş dakikasından daha fazla oluyordu. Sonunda Blackjack yaptı, masanın bizim tarafımızda olan kısmı aynı Fenway stadyumunun Robert'ın o meşhur top çalmasını yaptığından sonraki haline döndü. Söz verdiği gibi de yaptı. Bir kaç dakika geçtikten sonra ESPN Magazine'e bütün bu yaşananları hayvanlaşmadan nasıl yazacağım konusunda bir meraka kapıldım. Aslında nedir biliyor musunuz? Vegas'ta bu tür şeyler yaşanır. Göz yummuyorum, savunmuyorum ya da lanetlemiyorum. Sadece şunu anlayın, kevaşenin biri göğüslerini açmayı teklif etmişse, oyuna devam edebilmemiz mümkün değil. Yirmi dakika sonra devam edebildiğimizde de olayı birbirimize mümkün olan her türlü şakayı yaparak anlatmaya devam ediyoruz.

  Söylemeye gerek bile yok, Hooper ve beni yaz ligi oynanırken açık hava Blackjack masalarından ayırmak kesinlikle mümkün değildi. Birkaç saat sonra ise tanıdık bir yüz gördüm. Gördüğüm adam Knicks taraftarını coşturan meşhur anonsçu Gus Johnson'ın ta kendisiydi. Beni severdi, çünkü ben de onu seviyordum. Gus ve ben el sıkışık sıkı bir şekilde sarıldıktan sonra Gus'ın benim Blackjack elimi anons etmesine hazırdım ("İşte bir çift geliyor! Aaaaah! Bu bir onluk!"). Daha sonra beni yanına gelip yakın dostu Isiah Thomas'la tanışmaya çağırdı.
  Yutkundum.
  Hayatımın farklı kısımlarında tanıştığım spor figürleri içerisinde, Isiah Thomas'la tanıştırılacağım an "Siktir, Bu Gerçekten Garip Olacak" draft listesinin liderliğini üstleniyordu. Isiah, Knicks'in genel menajeri olarak basın tarafından fazlaca eleştiriliyordu. Ben de onu köşemde pek çok kez hedef almış, hatta benim için bu yüzden "bir gün karşıma çıkarsa başını belaya sokacağım" dediğini bile duymuştum.   

  Bir kaç el daha Blackjack oynarken, eğer Isiah elinde Piña Colada içkisi ile gelirse kendimi nasıl savunacağım diye düşünüyordum. Her şeyden önce bu adamı köşe yazılarımda on yıl boyunca durmadan öldürmüştüm. Oyuncu olduğu zaman attığı bir kaç kötü şu tercihi yüzünden onu yerden yere vurmuştum, 1985 All-Star oyununda MJ'i attığı sayılarla geride bıraktığında ya da Bulls, Pistons'u 1991'de süpürdüğünde de gözümü budaktan sakınmamıştım. '87 Play-off'larında Bird'e karşı kaybettiği top yüzünden, Rodman'ın Bird hakkında "Beyaz olmasaydı daha iyi bir oyuncu olabilrdi" yorumunu destekleyip sonra "Şaka yaptım" diye çark etmesinden sonra onu parçalara ayırdım. Berbat bir televizyon yorumcusu olduğu için ve Toronto'da rezil bir GM'lik yaptığı için onu yazılarımda bitirdim. Isiah, Stephen A. Smith'in radyo programına katıldığında yollarımız kesişirse bana "sorun" çıkaracağını bizzat söylemişti. Eğer bir caddede yürürken karşılaşsak bu bile benim suçum olacaktı yani. Isiah sanırım, benim onunla kişisel sorunlarım olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ki, bu aslında doğru değildi. Aslında birçok kez yazılarımda onun hakkında "gördüğüm en saf point guard" diye bahsetmiştim. Aynı zamanda onun için "zamanının en az takdir edilen oyuncusu" demiştim. Şu çirkin Nuggets-Knicks kavgasında, Carmelo Anthony'nin aşağılık bir kaltak gibi tokat atıp sonra geri vites yaptığı maçta, oyuncularına karşı yaklaşımını, onlara kızmasını bile savunmuştum. Gerçekten ona kafayı takıp uğraşan bir tip değildim. Sadece kolay bir hedefti. Lüks vergisinden anlamayan, maaş sınırlamasında zorlanan, geleceğe dair plan yapmayan rezil bir GM'di. Isaiah hakkında şaka yapmak, Flavor Flav hakkında şaka yapmaktan bile daha basitti. Şaka için düşünme zorluğu 0.0'dı.

  Sinirli bir NBA efsanesini güzel sözlerle yatıştırmaya çalışacağıma, limonlu vodka içip Blackjack oynamaya devam etmeliydim. En sonunda karamsar yüzlü Gus bana el salladığında korkunun ecele faydası kalmamıştı (Bu arada, Gus Johnson ve karamsar kelimelerini içeren bir senaryo mümkün olamamalıydı. Bu açıdan Amerika'yı hayal kırıklığına uğrattığım kesin.). Gus elini omuzuma attı ve dedi ki, "Bak, ben her şeyi yoluna koydum. O seninle konuşmak istiyor, anla artık. O biraz hassas biri, bu tip lafları kişisel algılıyor." Anlaşılmıştı. Gus'ı havuzun yanındaki şezlongların olduğu bölüme kadar takip ettim. Isiah kana kana su içiyordu ve kafasında kendisini kavurucu güneşten korumak için şu Panama şapkalarından vardı. Isiah'ın yanına yaklaştığımız sırada oradan sıvışmaya çalışan bir bayanın yanından geçerken Gus sırtıma vurup bir jest yaptı. Sanki İtalyan mafya liderleri restoranda özel bir buluşma yapıyordu. Kıza "Çık git buradan, garson kız. Mafya bir araya gelirken burada olmak istemezsin" der gibiydi. Bu arada Isaiah iskemlesinden kalkmıştı ve yüzünde büyük bir gülümseme vardı. Felaket politik bir tavırla "Merhaba ben Isiah" diye söze başladı.

  El sıkıştık ve oturduk. Ben köşe yazımı neden öyle yazdığımı açıklıyordum. Ben olayları taraftar gözü ile ele alırım ve ufak şakalar da yaparım. Boston Celtics'i seviyorum ve onlar ile kim maç yapıyorsa nefret ediyorum. O an orada "Ben her GM'den daha zekiyim" numarası yapiyordum. Bence Noel bayramı Larry Bird'in doğum günü olarak değiştirilmeliydi. Bu düşünce Isiah'ı otomatik olarak benim için bir düşman haline getiriyordu. O da bunu anlamıştı. Isiah daha iyi bir kelime bulamadığından, ikimizi de insanları eğlendiren tipler olarak tanımladı. İkimiz de basketbolu daha eğlenceli hale getirmek için vardık. Ama o daha önce yazdığım iki şeyin kıymetini bilmedi. Birincisi: CBA'in içine sıçması (o bunun aksini iddia etse de) ve onun nasıl beceriksiz bir GM olduğuna dair yazdığım "Berbat GM'likte zirve" isimli köşe yazım. Bu konu bizi orada başka bir tartışmaya itti. Isiah yaptığı iki hatayı kabul etti: Jalen Rose takası (kendi hatasıydı) ve Steve Francis takası (aslında kendi hatası değildi. Larry Brown, Steve'i istemişti) ve diğer hatalarını savunuyordu. Sözü açılmışken Randolph takasını anlattı bana. "Diğer takımlar daha kısa ve hızlı olmak istiyordu. Ben tam tersini düşündüm. Daha büyük ve yere sağlam basan uzunlar istedim." Kendimi birden Steve Lawrence ve Eydie Gormé SNL'de "Sinatra Group" skeçinde yaptıkları gibi kafamı iki yana sallarken buldum. Harika bir fikir Başkan! Sevdim bunu! Siz bir dahisiniz! Daha sönra düşündüm de, ne kadar da lanetli bir strateji izlemiş Isaiah thomas. "Uzun oyuncuları takıma kazandırmak" sonradan daha çok, iki adet ateş pahası kontratlı kıçları büyük çemberi bile savunamayan uzunu almak haline gelmişti. McHale ve Parish'i takıma kazandırarak büyük ve güclü olabilirsin, ya da Sampson ve Olajuwon ile… Ama Eddy Curry ve Zach Randolph ile iri ve güçlü falan olamazsın.

  Ama bu hikayeyi size anlatmamın nedeni bu değil. Isiah ile dikkate bile alınamayacak GM performansı üzerine konuştuktan sonra konu birden şu 80'lerdeki unutulmaz Celtics-Pistons maçlarına geldi. Birbirlerine duydukları o nefret. Bu değerlerin günümüz basketbolunda nasıl eriyip yok olduğunu hatırladık. Nedenleri NBA'deki kural değişiklikleri, paranın rolü ve diğer şeyler. Bu günkü basketbol derbilerinde rakip oyuncular maçlardan önce birbirlerine sarılıp "seni seviyorum adamım" rutininde takılıyorlar. Sanki oyuncular eskiden birlikte yaz kampı yaptıkları dönemleri geride bırakıp, yıllar sonra birbirlerini görüp "Hey seni tekrardan görmek güzel... Nerelerdeydin... Yine konuşalım bir ara. Belki bir akşam yemeği yeriz" kafasındalar. Isiah'ın Pistons'u ile Bird'ün Celtics'inin birbirleriyle oynadıgı o dönemin maçlarında "Seni görmek güzel" lafı kitapta yazmıyordu bile. Sadece birbirlerini yok etmek isterlerdi. Ve yaptılar da. O zamanlar bu tip maçların kendilerine has bir havası vardı. Bugünkülerin sahip olmadığı bir şeydi. O zamanları özlüyordum. Isaiah da öyle. Kenimizi bu yüzden üzgün hissettik ve iç geçirdik.  İkimiz de aramızdaki bu muhabbetten oldukca keyif almıştık.
  Isiah'a karşı kendime güvenim gelmişti. Şu sırrı sormak konusunda yeterince güven vardı artık içimde.
  Işte tam bu noktada samimi olmaya başladık. Basketbolun sırrını sorduğum için değil aslında. Ona Pistons'ın 1989'da NBA şampiyonu olduğunu hatırlatmamla başladı. Tabii ki 87'de Celtics'e ve 88'de Lakers' a karşı kaybettikleri Play-off maçları sonrasında takım içinde kendilerine sordukları "Neden böyle olması gerekiyor ki" anlarını da unutmamak lazım. Özellikle '87 Boston serisinde (5.maçta Bird'in Isiah'ın topunu çalması ve Johnson'a asisti) takip eden  '88 senesinde (6.maçta Isaiah'ın ayak bileğinin dönmesi) Ama '89'da toparlanan Pistons, normal sezonda 62 galibiyet almıştı ve Lakers'i süpürerek tarihlerindeki ilk şampiyonluklarına ulaşmışlardı. O yıl sezon ortasında Mark Aguirre karşılığında Dallas'a yolladıkları Dantley ve ilk raund draft sırası önemli bir hamle idi. Bu sezonun Cameron Stauth’ın inanılmaz kitabı "The Franchise"da da bahsi geçiyor. Kitapta bahsedilen kısım ile GM Jack McCloskey'nin kurduğu Pistons takımının başarısı. Can alıcı kısım ise tabii ki '89 finalleri, ve Isiah'ın spikerler ve gazetecilere anlattığı şey (Stauth da oradaydı tabii ki).

Basketbol fiziksel yeteneklerle alakalı değil. Bundan daha ötesi. Buraya ilk geldiğimde McCloskey kısa bir oyuncu draft ettiği için çok tepki toplamıştı. Fakat onun bildigi şey, takım en üst seviyeye ulaşacaksa bu mental beceri ile gerçekleşmeliydi. Yani sadece cüsse veya yetenekle değil. Bu tip yetenekleri kazanmamızın tek yolu ise Celtics ve Lakers'ı yakından takip etmemizdi. Çünkü onlar bu işi cok iyi beceriyordu. Bir kez şampiyon olan Seattle ve NBA finali oynayan Houston'ı bile izledik. Fakat bir sonraki yıl kendilerini imha ettiler. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Pat Riley'in yazdığı ShowTime'ı okudum, "daha fazlasını isteme hastalığı" adlı konudan bahsediyordu. Bir takım şampiyon olur ve sonraki sene oyuncular daha çok dakika almak ister, daha çok para, daha çok şut kullanmak… Ve aslında bu onları öldürür. Takımımız dört yıldır şampiyonluk potasındaydı, yani kendimizi Seattle veya Houston gibi yok edebilirdik. Bunun olmasını istemiyorduk. Riley'nin kitabını okudum. Ve kendime ders çıkardım. Fakat bencil olarak oynamamak da mümkün değildi. Kazanma sanatı istatisliklerle alakalıydı. Eğer maçlarda iyi istatistikler cıkarırsan daha fazla para alırdın. İşte savaşmam gereken şey de buydu. Sanırım bununla başa çıkmıştık. Eğer bu maçı kazanırsak, NBA tarihinde tek bir oyncusu bile 20 sayı ortalamasının üzerinde olmadan NBA şampiyonu olan ilk takım olacaktık. 12 tane kazanmaya aç oynucumuz var. Her maç başka bir oyuncumuz öne çıkıp maçı bize kazandırıyor. Bu konu hakkında Larry Bird ile konuşmuştum. Birkaç sene önce bir All-Star maçında. İmza masasında oturuyorduk ve Red Auerbach, Boston Celtics organizasyonu ve Red'in uyguladığı metodlar hakkında konuşuyorduk. Red Auerbach'in fikirlerini edinmek ve onun gibi düşünme konusunda kendimi yeterince iyi buluyordum. Ama Larry bunu düşünüyor muydu, bilmiyorum. Ama belki o da bunun farkındadır. Çünkü bir keresinde ona bu konu hakkında bir soru sorduğumda bana bakmıştı ve sadece gülümsemişti.

  Vay canına.

  Bir kaç sayfa sonra ise, Pistons, Lakers'i süpürüğünde Isaiah'ın dünyanın saygısını nasıl kazandığından bahsediyor:

  Takımımızın istatisliklerine bir bakalım, ligdeki en kötü takımlardan biriyiz bu konuda. Şimdi ise basketbolu sorgulamak için yeni bir formül bulmuş durumdasınız. Bu yaklaşımımı bundan önce bir kaç kere dile getirmiştim. Çünkü siz bana hep "Bu şekilde NBA şampiyonu olamazsın" diyordunuz. İstatisliksel olarak pek iyi bir iş çıkaramıyordum çünkü. Ama benim baktığım tek bir istatistik vardı: Kazanma ve kaybetme. Oyunumu geliştirirken kendime sürekli tekrar ettiğim, "Isaiah sen doğru olanı yapıyorsun. Sabırlı ol, bir gün insanlar basketbol hakkında fikirler yürütürlerken farklı yöntemler kullanacaklar. İnsanlar gazeteyi eline aldıklarında 'Ah, bu eleman 12'de 9 atmış ve 8 ribaund çekmiş, işte bu oğlan en iyi oyuncu' demeyecekler" Takımızdaki en iyi oyuncu kim söyleyemezsin, çünkü herkes çok iyi oynuyor. Bizi de iyi yapan şey aslında bu. Rakip takımlar artık sekiz ya da dokuz oyuncuyu durdurmak hakkında planlar yapıp endişe duyacaklar, iki ya da üç oyuncuya savunma planları yapamayacaklar. Basketbol bu şekilde icat edilmiştir. Ama ortada bundan fazlası var aslında. Bu da asla kaybetmeyi kabullenmeme, sadece kazanmak ile igili.

  Bir anlığına Isiah Thomas'ın NBA şampiyonluğu için gereken sırrı size iki paragrafta açıklamış olduğu gerçeğini unutun. Ben her zaman bu sırrın ne olduğunu bilmek isterdim, fark ettiyseniz o hiç bir zaman söylemezdi. Dahası kimse ona bir daha sormadı. Ve ben bunu kolej zamanından beri merak ediyordum. Vegas'ta üstsüzler havuzunun yanında otururken ona eşlik etmemin tadını çıkarıyordu. Hay sikeyim! Bu sahne bir daha ne zaman oluşabilirdi ki? Bu sır ile ilgili soruyu kafamda kurdum ve sordum.

  Isiah gülümsedi, hatta etkilendiğini söyleyebilirim, dramatik bir şekilde duraksadı, hatta o an yumurtlayacağını söyleyebilirdiniz!

  "Basketbolun sırrı" dedi "basketbolla ilgili değil."

  Basketbolun sırrı, basketbolla ilgili değil.

  Çok saçma değil mi bu, nasıl mantıklı olabilir ki?

  Sonraki birkaç dakikada Isaiah durumu bana açıkladı. Şampiyon bitirebilecek iki sezon, sonun bitimine çok yakın '89 takımının kimyası yetenekle yapılacak hiç bir şey kalmadığı için yok olmuştu. Chuck Daly, Dennis Rodman'a oynamak için daha fazla zaman vermeye ihtiyaç duyuyordu. Sadece Öğretmen (Dantley'in lakabı. Ne ironi ama) bunu onaylamak istemiyordu ve asıl problem de buydu.
Rodman her şekilde oynardı ve her tipteki oyuncuyu savunabilirdi; Havlicek'in savunma yeteneği veya Russell'ın Celtic takımlarındaki gibi, Pistons'a eşsiz bir esneklik veriyordu. Buna benzer bir durum John Salley ve Joe Dumars için de geçerliydi. Isiah ve Vinnie Johnson, Dumars ve Rick Mahorn oynayabilsin diye kendi dakikalarından fedakarlık ettiler. Fakat Rodman, Dantley'nin dakikalarını çalmaya başladığı zaman işler biraz değişmeye ve kimya bozulmaya başladı. Buna ihanet diyemezsiniz ama Dantley bir sorundu bu aynen üst üste dizlmiş Jenga blokları gibi dengeyi bozuyordu. Kendi istatislikerini ve kişsel başarıyı takımın hedeflerinin önüne koyması yani. Pistons, Dantley'nin Jenga bloklarını yıkmasına göz yumamazdı. Apar topar bir takas ile Aguirre'i takıma monte ettiler. Aguirre sıradışı alçak post skoreriydi, kimi zaman savunma anlamında eşleşme sorunları yaştabiliyordu. Fakat bir sorun olmayacaktı, çünkü Isiah buna müsade etmezdi. Belki Dantley daha iyi bir oyuncuydu ama Aguirre, Pistons ile çok iyi uyuştu. Belki bu takası yapmasalardı NBA şampiyonluğunu kazanamayacaklardrdı. Bu biraz daha "Düzgün insanı takıma katma" takasıydı.

  Basketbol ile alakası yoktu.
  Ve işte bu tam olarak Isiah'ın Boston ve Lakers'ı takip ederken öğrendiği şeydi: Basketbol ile ilgili değildi.

  Bu takımlar üst düzey yetenekli oyuncular ile doluydu. Evet. Fakat sadece bu nedenle şampiyon olmadılar. Kazandılar çünkü takım içindeki oyuncular birbirlerini seviyorlardı. Birbirlerinin rollerini biliyorlardı. istatistiklere aldırmıyorlardı. Ve kazanmayı her şeyin önünde tutuyorlardı. Kazandılar çünkü bu takımdaki en iyi oyuncular herkesi mutlu etmek için çok fedakarlıklar yaptı. Tüm oyuncular aynı seviyede basketbol oynayarak kazanmayı başardılar. Bu faktörlerden herhangi biri gerçek olmasaydı kaybederlerdi. '75 Warriors bir sene sonra parçalandı. Barry'nin nahoş tavırları ve iki genç yıldız, (Wilkes ve Gus Williams) serbest kaldıklarında daha çok para etmek için istatistiğe yönelik oynuyordu. '77 Blazers parçalandı. Bill Walton'un ayak sakatığı bunun nedeniydi ama daha da önemlisi, belki de Lionel Hollins ve Maurice Lucas'ın az para aldıklarından ötürü sıkılmaya başlamış olmalarıydı. '79 Sonics parçalara ayrıldı. Yetenkli arka alan oyuncuları (Dennis Johnson ve Gus Willams) kontratlarından aldıkları para ile takımın finansal gücünü zorluyodu. '81 Lakers da geri tepti. Magic Johnson'ın takım arkadaşları çok fazla ilgi gördüğünü düşünmeye başladılar. Takımın diğer guardı Norm Nixon'ın maçlarda Magic'e pas vermemesiyle patlak vermişti bu sorun. '83 Celtics, Milwaukee tarafından süpürüldü. Tek bir sebebi vardı: Hepsi oynamak isteyen, çok fazla, çok iyi oyuncuları vardı. 86 Lakers Houston'a yenildi, çünkü Kareem eskisi kadar iyi değildi artık. Kareem'in ayağını kaydırmak isteyenler vardı ve takımda sadece Magic bu konuda aksini düşünüyordu. '87 Rockets ise infilak etmişti. Nedenleri ise doping cezaları ve kontrat pürüzleri idi. Yıllar birbirini böyle takip etmişti, her seferinde bir rakip çöküyordu ve basketbol ile alakasız bir hal alıyorlardı. Yıllar ilerledikçe şamiyonluk potasına giren takımlar oluşuyordu, çünkü tüm oyuncular rollerini biliyorlardı ve bu yönde oynuyorlardı. İşte Detroit'in de yapması gereken tam olarak buydu. İşte bu yüzden Dantley gitmeliydi.

  "İşte sır budur" diye ekledi Isiah: "Basketbol ile alakası yok"

  Basketbolun sırrı, basketbol ile alakalı değildi.

  Bunlar sadece Vegas'da öğrenebileceğiniz türden şeyler.

Diot


Trabzonspor'un son yıllarda beyaz formayı mavi şortla tamamlamasında şu kullanımın payı var mıdır? Muhtemel. Bu sezonki çubuklu da dahil, eski zamanları araştırdıkları, fırsat buldukça da o dönemleri yad ettikleri ortada. Ki o zamanlar da bunu kaç kez giymiş olabilirler ki, şimdi yapınca bile "oh be" derken. Bu tasarımı o sezonlarda Fenerbahçe ve Beşiktaş'tan da hatırlayabilirsiniz. Adidas giysek bize de dayarlardı herhalde.

Nerden Nereye 127



Üç


Çoraplar. Yanılma sebebi olarak tek şey aklıma geliyor: Gökhan'ın bacaklarının kısa olması. Gerçekten çorapları bu kadar farklı gösterecek kadar kısa olabilir mi? Ya da kimisi daha çok yukarı çekiyor giyerken falan filan.


Retro 293


Nog

Daha önce birkaç kez lafı geçmişti, doğru düzgün fotoğrafı olmadığıyla ilgili. Tesadüfen gördüm bunları. Kayıt düşmüş olalım, dursun kenarda. İkisi o sezonki Valencia deplasmanından, ikisi Gökhan Keskin'in jübilesinden. Ben hiç giyilmedi falan gibi biliyordum, varmış meğer. Bir de bunlar hariç, sezon başı çekilen takım fotosunda giyildiğini hatırlıyorum. Ordan aklımda kalmıştı.






Bu kırmızı, geçen sezonki kırmızı formadan önceki son kırmızı olma özelliğini taşıyor, o var.

Bu da daha eskilerden, hatırlayan çıkar - yine Valencia maçı yalnız:

Ante


Dün Biz'i okurken, şu satırlara rastlamıştım:

 "Bu, aklımın alamayacağı bir şey. zekaları ne kadar kıt olursa olsun, böylesi bir yaşamın, yavaş da gerçekleşse bir kitle katliamı olduğunu anlamalıydılar. Devlet (insanlık adına) tek bir bireyin öldürülmesini yasaklıyor, ama her gün milyonlarca kişinin yavaş yavaş öldürülmesine karşı çıkmıyordu. Bir kişiyi öldürmek - başka bir deyişle insanların toplam yaşamlarından elli milyon yıl azaltmak suç değildi. Bu gülünesi bir şey değil midir? Bugün on yaşındaki herhangi bir çocuk, bu matematiksel ahlak problemini yarım dakikada çözer, ama onlar bütün Kant'larına rağmen çözemediler - Kant'lardan hiçbirinin aklına bilimsel bir ahlak sistemi kurmak gelmedi - çıkarma, toplama, bölme ve çarpma üzerine kurulu bir ahlak sistemi."

Bugün ise, birkaç saat önce şunu gördüm Tivitre'de:

(AA) -- RIA Novosti ajansının haberine göre, olay, Rostov-on-Don kentinde küçük bir dükkanda meydana geldi ve tartışma yumruklaşmaya dönüştü.

Haberde, tartışan taraflardan birinin öldürücü olmayan küçük silahıyla diğerine defalarca ateş ettiği, yaralanan kişinin hayati tehlikesinin bulunmadığı belirtildi.

Silahın plastik mermi veya kurusıkıyla çalıştığı ifade edilirken, tartışanların kimlikleri hakkında bilgi verilmedi.

Tartışmaya, Kant'ın hangi görüşünün neden olduğu ise bilinmiyor.

---

Fazlasıyla tuhaf.


İmes


Cumartesi sabahı işe gidiyorum. 402 hat numaralı İzmit-Gebze otobüsüne bindim. Bu otobüslerin ilk durağı Dilovası oluyor. Arada Hereke'den de geçiyorlar ama yolcu almalarına rağmen indirmeleri yasak çünkü anlaşma gereği Hereke'ye sadece İzmit-Hereke arabaları yolcu taşıyabiliyor. Neyse o sabah bindim yine arabaya, içerisi tıklım tıklım. Hereke'ye az bir mesafe kala arka kapıdan bir vatandaş stop düğmesine bastı ve bağırdı: "Kaptan inecek var!", önden şoför karşılık verdi: "Bu Hereke arabası değil kardeşim, Dilovası'na kadar indirmem!", sonraki muhabbet şu şekilde;

-Tamam da kaptan yanlışlıkla bindim, görevimiz var ne olur indiriversen?
+Bana sordun mu kardeşim binerken "Bu araba Hereke'de durur mu?" diye?
-Tamam bir daha olmaz ama şimdi indir beni kaptan.
+Hayır kardeşim indiremem kusura bakma!

Daha sonra indirebileceği ilk durakta durdu ve arka kapıyı açtı şoför. Adam arka kapıdan indi ve... polismiş. Şoför de aynadan baktı ve o anda farketti polis olduğunu. Araba tekrar harekete geçerken etrafındakilere sitemli bir şekilde "Söylesenize ya bana adamın polis olduğunu." gibi şeyler geveledi. Sonra kendi kendine, "Yahu sen desene 'ben polisim indir beni' diye ben de indireyim seni, Allah Allah ya." diye devam etti. Sonra şefini arayıp "Abi adam Hereke'de inmek istedi, indirmedim. Sonra bi' indirdim meğer polismiş." diye durumu anlattı. Hani haberi olsun diye. Bu arada etrafındakilere hala söylenmeye devam ediyor ve otobüsün içinde bir polis daha var, yanımda ve ayakta.

Şu 15 dakikalık olay neresinden tutarsanız tutun faul, ofsayt, hatalı yürüme, penaltı. Ülkenin durumunun özeti adeta. Çıkarılacak 50 tane ders ve ironi var. Onları da size bırakayım.

Aziz


"Yayıncı kuruluş" sağolsun, diğer takımların varlığını ancak Milli takım elenince öğrendik. Bu formayı da tabii. Benim gördüğüm, gelmiş-geçmiş en iyi forma ayrıntısı sanırım. İnanılmaz.


Retro 292


Fate



BKM Mutfak'ın tombiği ne arıyor orda acaba -1.40 civarı. Eğer gerçekten buraya gelecek kadar Mungan seven biriyse, dak'ka başı gözümüze gözümüze giren reklamlarına biraz daha fazla katlanılabilir belki. Ayrıca lafı geçmişken, bu söyleşi serisini de toptan önerelim, didaktikliği elden bırakmayalım. Sabit Fikir'de var hepsi. Önce magazin, sonra asıl mesaj. Popülist blogculuk işte bak.

D


NBA için alışıldık bir durumdur; kötü gidişata sahip olan takımlar, logo yeniler, yeni (3.) forma çıkartır ya da formaları toptan yeniler vs. Lakers'ta pek böyle şeyler görülmez, malum. Ama bu sezon bir de değil, iki yeni gelişme var bu konuda. Geçen ay sonuna doğru gelen iki haber, Lakers'ın 13-14 sezonunda "daha da fazla" forma satacağını gösteriyor. Öncelikle bu sezon Golden State'in peşinden gidecek olan beş takımdan biri olarak, "kollu" beyaz forma giyecekler. Neye benzediği hakkında fikir sahibi olmak için, Yaz Ligi'nde giydikleri beyaza (aşağıda) bakmak yeterli. Diğeri de, aslında çoğu NBAseverin ya da Lakers'lının aşina olduğu bir görüntüye sahip. Yıllardır siyah Lakers formasını gerek nette, gerek salonda, taraftarların üstünde görürüz. Yanlış bilmiyorsam, özel üretim bir ürün -zaten parkede görmedik hiç. Hatta sınırlı sayıda bile olabilir. Şimdi ise bu forma, daha genel bir konuma sahip olacak. İsim falan da yakıştırmışlar tabii. Koca Lakers'a 4 tane forma falan pek olmuyor diğer takımlar gibi ama, ne yaparsın işte.


Nerden Nereye 126



Mutfak


Bundesliga'nın resmi sitesi ligdeki kardeşleri anlatan bir yazı yayınlamış. Kevin Prince Boateng'in de Schalke 04'e transferiyle ligdeki kardeşlerin sayısı 5'e çıkmış. Aha da o kardeşler:

Jerome Boateng (Bayern Münih) ve Kevin Prince Boateng (Schalke 04)
Sven Bender (Borussia Dortmund) ve Lars Bender (Bayer Leverkusen)
Toni Kroos (Bayern Münih) ve Felix Kroos (Werder Bremen)
Raffael Heberson (Borussia Mönchengladbach) ve Ronny Heberson (Hertha Berlin)
Daniel Caligiuri (Wolfsburg) ve Marco Caligiuri (Braunschweig)

Bunları gördükten sonra aklıma iki pazar öncesi uyuklayarak izlediğim Braunschweig-Frankfurt ve Augsburg-Stuttgart maçları geldi. İlk maçı izlerken spikerin "Braunschweig'lı Hede Hödö'nün abisi de Stuttgart'ta oynuyor, o maç bundan sonra başlayacak ve Hödö de Hede Hödö anlatımıyla izleyebileceksiniz." sözlerini hayal meyal hatırlıyorum. Hemen ufak bir araştırma yaptım acaba ben mi yanılıyorum yoksa resmi site bu kardeşleri eklemeyi mi unutmuş diye. Braunschweig'da oynayan adam Omar Elabdellaoui. 21 yaşındaki Fas asıllı Norveç'linin bonservisini Manchester City'den bu sene almış Braunschweig. Daha önce de Stromsgodset, Feyenoord ve yine Braunschweig'a kiralanmış eleman. Stuttgart'ta oynayan Mohammed Abdellaoue ise onun abisi değil kuzeniymiş. 27 yaşındaki Mohammed'in 25 yaşındaki kardeşi Mustafa Abdellaoue ise Bundesliga'da değil Danimarka'da Odense'de kiralık oynuyor. Skeid çıkışlı üç oyuncu da Norveç milli takımında en az bir kez forma giymiş.

Bu haftasonu Bundesliga yokken nasıl içim sıkıldı belli değil. Milli maç aralarına bir çözüm getirilmeli artık.

Retro 291


Ürdün


 Az önce eski çıkartmalara bakarken yukardaki çarptı gözüme. Nerden bilsin adamlar, alınmayacağını. Şampiyona için hazırlanan çıkartmalarda da, kartlarda da yer vermişler. Çok sevenler için falan hatıra işte.