the book of basketball etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
the book of basketball etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

The Book of Basketball #6

~

Russell ve Bradley, farklı sözlerle aynı noktada buluşuyordu: Oyuncular, yeteneklerini takım arkadaşlarınınkiyle birleştirmelerine göre değerlendirilmeliler, istatistiklere göre değil. Herhangi bir oyuncu sadece bir sezonluğuna bu birleştirmeyi yapabilir. Ancak bu bağlantıyı bulmak, geliştirmek ve üstüne koymak, şampiyonluğu kazanmak, bir aradalığı sürdürmek, kaçınılmaz engellerden kurtulmayı başarmak, daha aç düşmanlarınızı defetmek ve daha çok başarı için geri dönmek... İşte bu bir şampiyonun işi. Russell'ın açıkladığı gibi, "Şampiyonluğu korumak, kazanmaktan daha zordur. Bir kere kazandıktan sonra, bazı kilit isimler muhtemelen oynadıkları rol hakkında hoşnutsuzluğa başlarlar, bu da kazanmak için gerekli olan takım konsantrasyonunu korumayı zorlaştırır. Aynı zamanda bir kez kazanmışsınızdır, bir dağı ilk kez tırmanacak olan insanlarla kıyaslandığınızda onlar kadar inançlı olamazsınız, kazanmak artık sizin için yeni bir şey değildir. Bir de, son şampiyonluğun otomatik olarak yenisini de getireceğine dair kötü bir inanca kapılırsınız. Halbuki oraya çıkıp bunu maçtan maça, sırayla gerçekleştirmelisiniz. Üstelik, artık yaşlanmışsınızdır ve vücut şiddete ve acıya daha az dayanıklıdır. 30-35 yaşları arasında, artan baskı ve acılara dayanabilen motivasyona sahip olan birini bulmuşsanız, bir şampiyon buldunuz demektir."(29)

Ben yukarıda "istatistikler" veya "sayılar" diye bir kelime görmedim. Bunlar tamamen kazanmakla alakalı paragraflar. Şimdi bana hangi takımın playofflar başlamadan önce Sır'ı keşfettiğini söyleyebilirsiniz. Celtics 2007-2008 pre-season'u göze çarpar nitelikte dar ve birbirine bağlı, Garnett/Allen takaslarıyla yenilenmiş, İtalya'ya cep telefonlarını evlerinde bırakarak -ki bu gelenek dışı bir şekilde onları birbirine bağlamanın etkin bir yoluydu- giden bir grupla bitirdi.(30) Kendilerine "Ubuntu" denilen, Bantu* dilinden türetilmiş ve kabaca birliktelik anlamına gelen bir slogan buldular. Birleşik Devletler'e döndüklerinde bile birlikte takılıyorlardı; mesela maç sonrası yemeğine veya sinemaya üç oyuncu gitmek yerine her seferinde en az dokuz veya on kişi oluyorlardı. Her hava atışından önce Eddie House ve James Posey masa hakeminin orada ayakta durup maça başlayacak beşi tek tek karşılıyordu.(31) Eddie ayrıntılı bir şekilde her biriyle farklı tokalaşıyor, Posey ise gelenleri ayı gibi kavrayıp sarılıyor ve kulaklarına motive edici şeyler fısıldıyordu. Bench oyuncuları, ilk beş için sanki onlar okul öncesi takımındaki beyaz ve aptal onuncu sınıflarmış gibi kenara çekiliyor, ilk beş bench'teyken mola alındığındaysa roller değişiyordu. Ve sezon aynen bu şekilde gitti. Bu ortak fedakarlıktan en çok sorumlu olan oyuncu Garnett, sezonu MVP oylamasında üçüncü sırada bitirdi çünkü önceki sezonlara göre rakamlarında bir düşüş vardı. Öte yandan Celtics ise 2007'de en kötü dereceden, 2008'de en iyi dereceye sıçramıştı. Bunun için bir istatistik var mı? (Kahretsin, unuttum: Buna kazanmak deniyor.) İşte bu basketbolu bu kadar mükemmel yapan şey. Maçları izlemelisiniz. Dikkatinizi vererek izlemelisiniz. Rakamlar ve istatistikler sizi baştan çıkartmamalı. Bu kitabı bir şekilde bitirdiğimde, size hala Lebron'un '09 Cavaliers'ının Ubuntu'ya benzer kimyayı nasıl geliştirdiğini, sürekli nasıl üzerine koyduğunu — oyuncuların birbirlerini ne kadar çok sevdiğini, herhangi bir oyuncunun (istediğinizi seçin) kariyerinin daha önceki bir döneminde basketbol oynamaktan hiç bu kadar keyif almadığını ve buna benzer şeyleri anlatamamış olacağım. Bu tıpkı kankanızın sevgilisiyle yaptığı harika seksten bahsederken bütün oyuncuların olaya aynı şekilde bakması gibiydi: İnanılmazdı. Ben daha önce böyle bir şeyle rastlaşmadım. "Böyle bir şeyi nerede okumuş olabilirim?" diye düşünürken, hatırladım. Bu alıntı Sports Illustrated'ın Aralık 1974 sayısından, Warriors'la ilgili:

"Bu takımda mükemmel grup oyuncuları var. Takımı kendisinden öne koyan adamlar. Bence basketbol her şekilde takım oyunlarının timsalidir ve bizim de takımın başarısı için birbirlerine tamamlayıcılık görevi yapan oyuncularımız var. Herkesin peşinde koştuğu tek şey takım başarısı. Takım kazandığı sürece kötü oynadığı için kendine üzülen bir oyuncu görmedim. Herhangi bir oyuncumuz geçmişte belki kötü şut performansı için daha çok endişelenmiş olabilir ama şimdi, maçı kazandığımız sürece berbat da oynamış olsa en az hepimiz kadar mutlu olur."

Bunu kim söylemiş biliyor musunuz? Rick Barry. Kendi döneminin en büyük yavşağı. Bir şey onu o Warriors takımı hakkında tetikledi: hissediyordu, bunu dile getirmek konusunda rahattı... ve evet, altı ay sonra Finaller MVP'si ödülünü kazanmıştı. Ne zaman takımın yıldız oyuncusu, Barry'nin yaptığı gibi takımını yere göğe sığdıramayan açıklamalar yapsa, o takımın başına güzel şeylerin geleceğini anlarsınız. Sadece bilirsiniz. Tabii ki herhangi bir takım bir seneliğine bu ortak fedakarlığa sahip olabilir. Peki şampiyonluk kazandıktan sonra bunu korumayı ve daha da üstüne koymayı nasıl başarırsınız? Eski Montreal Canadiens kalecisi Ken Dryden açıklıyor:

"Kazanmak bir devlet meselesi haline gelir, bir zorunluluktur, beklentidir, sonunda, sizin konumunuz, tutum ve davranışlarınızdır. Mükemmelliktir. En iyi olmak için, en iyilerle oynama şansı nadirdir. Bunu yakaladığınızda, asla vazgeçmek istemezsiniz. Çok kolay değildir ve çok eğlenceli de değildir... Bizim gibi çok sık kazandığınızda, kaybetme hakkını elde edersiniz. Bu hak, kazanmanın nasıl olduğunu hissetmeniz için gereklidir. Fakat bu bir tavuk oyununa benzer. Eğer ipin ucunu fazla salarsanız, geri dönüşü olmayabilir. Bu sene bunun olacağını hissediyorum. Eğer kazanırsak, seneye daha kötü olacak."(32)

Russell o baskıyla yaşıyordu, kendini ve diğer herkesi baskıya nasıl cevap verdikleriyle ilgili şöyle tanımlıyor:

"Bütün bu yeteneğe, mental keskinliğe, eğlenceye, özgüvene ve kazanmaya odaklanmaya rağmen tüm "hatta"ların sona erdiği bir seviye vardır. Sonra baskı artar, üzerinize inşa edilir ve bir şampiyon için bu, yüreğinin test edilmesi anlamına gelir. Yürekli şampiyonlar, motivasyonun derinliğine ve beynin ve vücudun baskıyı kaldırabilme potansiyeline göre bununla başa çıkar. Bu, konsantrasyondur — bu, maksimum acı ve stres ile nasıl başa çıkabileceğinizdir."(33)

Yani cidden, şampiyonluk tekrarlamak (ya da üçüncü, dördüncü defa kazanmak) bir takımın sabit panik havasıyla (panikten kurtulmaya çalışmak değil, ne gerekiyorsa yapmak) ve baskıyla (sadece üst üste gelecek olan değil fakat geleceğine kesin inanılacak olan) nasıl baş edeceğine dair bir dayanak noktasıdır. Bu fenomenlerle ancak ve ancak düzgün bir çatınız varsa ve süper yıldızınız ve yardımcıları o çatıya kendini adamayı sürekli hale getirmişse baş edebilirsiniz. Wilt sadece bir şampiyonluk kazandı ('67) ve ondört ay içinde takaslandı. Çünkü o sadece bir tane kazanmayı umursuyordu; onu korumaya çalışmak yeteri kadar ilgisini çekmiyordu ve başka bir meydan okumanın çekimine kapıldı (ligin asist kategorisinde başını çekmek). Bu arada Russell onüçüncü sezonunda hala rutin olarak büyük maçlardan önce kusuyordu. İki elini de dolduracak kadar yeterli yüzüğe sahipti ama bu önemli değildi. Bundan başka şey bilmiyordu. Kazanmak onu ele geçirmişti. Sadece Russell'ın çevresinde olmak ve onun uçsuz bucaksız rekabetçiliğinden beslenmek, takım arkadaşlarını da en az kendisi kadar önemsemeye itmişti. Bu ortak hisler silsilesi hakkında yanılamazdınız, gerçekleştiğinde -ki çok sık gerçekleşmez- bunu korumak için her şeyi yaparsınız. İşte bu da mükemmel takımları mükemmel yapan şeydir.

Ve işte bu yüzden Jordan-Pippen takımlarını aşırı severek hatırlıyoruz. Onların efsaneleşmesini sağlamlaştıran şey ilk beş şampiyonluklarından ziyade altıncısıydı. Harap ve bitap düştükleri, sadece gururlarını korumayı düşündükleri ve Jordan'ın boyun eğmez tavrıyla bunu başardıkları şampiyonluk. O sezonun Doğu finalleri yedinci maçında favori anlarımdan biri yaşandı; altı dakika kala üç sayı gerideyken aşırı bitkin gözüken Bulls, kendilerini yere sermeye hazır görünen Pacers'a karşı maçı çeviremeyecek durumdaydı. Sonra Jordan'ın 2.24'lük Rik Smits'in üzerinden hava atışını kazandığını, veya Pippen'ın son birkaç dakikada Reggie Miller'a karşı ortada kalan kritik bir topta hustle'da üstünlük kurduğunu hatırlayın. Bulls'un hücum ribauntlarını parçaladığını(34) ve o gece galip gelmek için ne gerekiyorsa yaptıklarını hatırlayın. Jordan'ın ölmüş bacaklarıyla nasıl uğraştığını, şutunun ne kadar yavan olduğunu ve bu yüzden sürekli potaya drive etmeye başlayıp sanki zincirleriyle zor hareket ediyormuş bir running back** gibi sadece faul çizgisine gelmeye oynadığını hatırlayın. Son saniyelerde Jordan ve Pippen'ın sahanın ortasında elleri dizlerinde ayakta durmaya çalıştıklarını, tamamen bitmiş bir halde kutlamalar için yeterli enerji toplayamadıklarını hatırlayın. Bulls'un o maçı kaybetmesine izin veremezlerdi. Harika takım ve harika oyuncular hakkında gerçekler onlar kazanırken ortaya çıkmaz; zorlanırken ve tepede kalmak için son çabalarını sarfederken ortaya çıkar. Kıyaslarsak, Shaq/Kobe Lakers'ı rakamın sekize yakın bir şey olması gerekirken sadece üç şampiyonluk kazandı. En kibar ifadeyi kullanacak olursam onları böyle şaşırtıcı bir şekilde içe doğru patlarken görmeseydik, sonraki nesiller için nasıl gözükeceklerini hayal bile edemiyorum.

Bekleyin, aynı anda basketboldaki en yüksek seviye üç oyuncunun ikisi onlardayken o etkisi azalmış ligde sadece üç şampiyonluk mu kazandılar? Bu nasıl mümkün olabilir?

Bir sebeple, '89 Pistons'ın kağıt üzerinde seviyesini düşüren Aguirre takası onları daha iyi yaptı. Aynı sebeple, 80'lerde oynayan her oyuncu Bird veya Magic'le aynı takımda olmak için cinayet işlerdi. Aynı sebeple, Russell dönemindeki oyuncular onu şiddet ve hararetle savunuyor. Yine aynı sebeplerle, bir düzine yıldır bütün oyuncular herhangi birine göre Duncan'la oynamayı tercih ediyor. Takım arkadaşlarını daha yukarı seviyeye çekmek ve takımı kendinin önüne koymak istatistik ve yetenekle alakalı bir şey değil. Gerçekten.(35) Yetenekli oyunculardan kurulu bir takım bunu başardığında, bir sezonluğuna durdurulamaz oluyor. Ama bunu devam ettirmek istediklerinde ve nihai başarı için egolarını süblimleştirdiklerinde, işte o zaman tarihsel bağlamda büyüleyici bir hale geliyorlar.

Bu kitabın amaçlarına göre -niçin bazı oyunculara ve takımlara diğerlerinden daha fazla değer biçildiği kabaca tanımlanarak(36)- ben cevabı sadece istatistiklere bakarak bulamadım. Kendimi oyunun tarihine gömme ihtiyacı hissettim, okuyabildiğim kadar okudum ve izleyebildiğim kadar izledim. Beş farklı tipte oyuncu ortaya çıktı: kendilerini ve başka herkesi daha iyi gösteren elit oyuncular, kendileri için oynayan elit oyuncular, iki düşünce arasında kararsız kalan ve kendilerine uygun olana bağlı kalarak hareket eden elit oyuncular(37), doğru takımda değerleri iki veya üç kat artan rol oyuncuları, ve tamamen önemsiz olan oyuncular. Son grubu önemsemiyoruz. Orta üçlüdeki grubu kesinlikle önemsiyoruz ve ilk grubu kesin, kesin, kesin önemsiyoruz. Benim umrumda olanlar kritik maçlardan önce midesi kalkan ve basit bir tekrar maçını izledikten sonra bile yıllar öncesine gidip o acıları hissedip canlı yayında ağlayan oyuncular. Benim umrumda olanlar garanti şampiyonluktan (veya daha fazlasından) vazgeçip kendi yolu ve kendi tarzıyla kazanmaya çalışan oyuncular. Benim umrumda olanlar takımı için dakikalarının veya rakamlarının yüzde 20'sini feda eden oyuncular. Benim umrumda olanlar sararmış gazetelerdeki parlak alıntılar ve nesli tükenmekte olan takım oyuncularının tutkulu başarıları. Ben kendi tanık olduğum şeyleri ve onların benim üzerimde yarattığı etkileri umursuyorum. Ve eninde sonunda şuna karar verdim: tarihsel bağlamda takımları veya oyuncuları birbirleri ardına kıyasladığımızda, Sır her şeyden önemli hale geliyor.

Son bir anekdot her şeyi açıklıyor. 1969'da Russell son şampiyonluğunu kazandıktan hemen sonra, bir grup arkadaşı, çalışan personeller, sahipler ve basın mensupları Boston soyunma odasındaki rutin şampanya püskürtme ve kutlama-sarılma törenlerine karışma amacıyla içeri girmek istediler. Russell bütün outsiderlar'a ve takımdan olmayanlara birkaç dakikalığına soyunma odasından çıkmalarını söyledi. Oyuncular o dakikanın tadını birbirleriyle çıkarmak istiyorlardı diye açıkladı ve özellikle başka kimseyi eklemeyerek "Biz birbirimizin arkadaşıyız" dedi. Oda boşaltıldı ve o kıymetli zaman dilimini birbirleriyle kutlayarak harcadılar. Tanrı bilir orada ne konuşuldu ve o an onlar için ne kadar değerliydi. Isiah'ın Dan Patrick'e söylediği gibi, anlayamayız. Anlayamadık da. Odayı tekrar açtıklarında Russell, ABC'den Jack Twyman'la kısa bir röportaj yapmayı kabul etti ve Jack'in tipik boktan, soru bile olmayan cümleleri bizi beklediğimiz bu anla buluşturdu: "Bill, bu senin için harika bir galibiyet olmalı."

Russell cümlesine keyifle başladı: "Jack..."


Kalan kelimeler gelmedi. O hissi açıklamak için bir yol aradı. Konuşamadı. Sağ elini ovuşturdu ve kafasına götürdü. Son olarak birkaç saniyeliğine tutuldu — ağlama yoktu, sadece anın altında ezilen bir adam vardı. Neye benziyordu biliyor musunuz? The Shawshank Redemption'un son mısır tarlası sahnesindeki Ellis "Red" Boyd'a. Red'in, Andy'nin duygusal "umut iyi bir şeydir" içerikli mektubunu bitirdiğindeki o anı hatırlıyor musunuz? Boğazındaki yumruyla baş etmesini, donuk gözlerle etrafa bakınmasını ve az önce yaşanan süreci anlamaya çalışmasını? Zaman onu ele geçirmişti. Aynısını Russell için de söyleyebilirdiniz. Herhangi birinin sporda elde edebildiği en yüksek seviyeye ulaşmış bir adam: kan, ter, acı ve şampanyanın mükemmel karışımı, yaşanan her şeye karşı yıpranmış bir minnettarlık duygusu, sonsuza kadar onun için değerli kalacak takım arkadaşlarıyla unique bağlantısı. Russell o '69 takımının harap bitap düştüğünü biliyordu, eşleşme problemleri yaşadıklarını, muhtemelen galip gelemeyeceklerini düşünüyordu. Galip geldiler. Ve bunun sebeplerinin kesinlikle basketbol ile alakası yok.(38)

Bill Russell bir daha profesyonel basketbol maçına çıkmadı. Her bir zerresine kadar değerli Sır'ı yalayıp yutmuştu, onbir yüzük kazanmış ve spor tarihindeki en büyük winner olarak emekli olmuştu. Acı sona kadar Sır'a sarılmıştı. Yolculuğu sona erdiğinde, gözlerini ovuşturdu, gözyaşlarıyla savaştı ve asla gelmeyecek kelimeleri aradı. Hiçbir şey söylemeyerek her şeyi söylemiş oldu.

Yaklaşık üç on yıl sonra, NBA Entertainment'tan bir ekip Wilt Chamberlain ile kariyeri hakkında röportaj yaptılar. 1969 Finalleri'nin öznesi çıkageldi.

"Boston'a kaybetmemizin herhangi bir yolu yoktu, imkansızdı." diye homurdandı Big Dipper inanamayarak. "Sadece imkansızdı, yani... Ben hala nasıl kaybettiğimizi bilmiyorum."

Kendi kendine güldü, sonra ekledi, "Bu benim için hala bir gizem."

Tabii ki öyle.

(29) O bölüm şöyle bitiyor: "Kariyeri boyunca 5-10 kilo almadan bitirebilen bir sporcu çok nadir görürsünüz. Daha nadir göreceğiniz ise aynı miktarda mental şişmanlıktan etkilenmiyor olanlar. Bu yaşlanan şampiyonlar için en öldürücü etkendir çünkü gerçekleşirse zaferin mimarları sayılan konsantrasyon ve mental dayanıklılığınıza etki eder, azalan fiziksel yeteneklerinizi aklınızla telafi etmenize engel olur." Ben "mental şişmanlık" konseptini beğendim. Acaba bu otuz-beş yaşındaki Eddy Curry'nin hem gerçek hem de mental şişman olduğu anlamına mı geliyor? Cidden bu tam olarak neye benziyor?
(30) Doc Rivers'a gezi esnasındaki bütün mobil ürünleri yasakladığı için tebrik ve teşekkür. Yine de ben oyuncuların otel odalarında porno sipariş etmelerine izin verildiğini düşünüyorum.
(31) Posey'nin sarılmalarını bayat, homoerotik ve cidden rahatsız edici (özellikle ilk iki sırada oturanlar için) bulsanız bile bunlar takım içi yakınlığı sembolize ediyor. Hornets 25 milyon dolara Posey'i kaptıktan sonra, onun kederli bir şekilde Chris Paul ve David West'e sarılmalarını izledim. Şunu söyleyebilirim ki diğer adamlarla sarılmasını görünce hissettiğim duygu özlemdi. Bu sanki bir striptizcinin size üç mükemmel dans yapması, ardından sanki onunla bir bağ kurmuş gibi hissetmeniz ve sonra onu 150 kiloluk hırpani bir adamın kucağında 45 dakika boyunca dans ederken görmeniz gibiydi. NBA: cinselliğinizin sorgulandığı yer!
(32) Bu, The Game kitabından. NHL diye bir ligde Montreal Canadiens diye bir takımda*** son sezonunu mükemmel bir şekilde anlatıyor Dryden.
(33) Ben de bu kitabı çılgınca bitirmeye çalışırken ve teslim tarihi boynuma ilmik gibi asılmışken aynı şeyi hissettim. Acaba sizce Russell da 11 yüzüklük serüveni esnasında stresle baş edebilmek için sigara, içki, uyuşturucu, kahve, pilates ve 2000 dolarlık masaj sandalyesi kullanmış mıdır? Yoksa bu sadece ben miyim? Bu kitabı bitirmem o kadar çok süre aldı ki yeniden sigaraya başladım (sadece günde iki veya üç kez, o da yazarken ve nikotini için) ve sonra bıraktım. Ve bu iki olay arasında on yıl geçmiş gibi geliyor.
(34) O maçtan tuhaf istatistikler: MJ/Pippen 15/43 şut attı; Chicago 41 serbest atışın 17'sini kaçırdı; Rodman hiçbir şey yapmadı (22 dakika, 6 ribaunt); ve Indy %48'le şut attı (Chicago %38). Peki Bulls bunu nasıl kazandı? 22 hücum ribaundu aldılar, 26 ikinci şans sayısı buldular, ve topu süreyi eritmeye çalışan hokey takımı gibi — 7:13'ten 0:31'e (maçı garantileyene) kadar kontrol ettiler. Atılan basketlerden sonra geçen toplamda 20-25 saniyelik ölü süreyi de içine katarsak top muhtemel 402 saniyenin 270'inde onlardaydı. Akıl almaz derecede yeniden izlenebilecek bir maç.
(35) Tuhaf çağrışım: En iyi güreşçiler de dereceleri için bu standartları korumak zorundadırlar. Misal, Ric Flair ile Shawn Michaels kendi saygın jenerasyonlarının en değerli isimleri olarak görülür. Niçin? Çünkü rakiplerine nal toplatırlar. Herhangi birine karşı harika bir maç çıkarabilirler, bu aynı anda dört şey yapabilen Hulk Hogan veya Undertaker'a karşı da olabilir. Sadece üç spor branşı bu şekilde işler: basketbol, hokey ve güreş. Bu doğru, az önce profesyonel güreşe spor dedim. Bir problem mi var? Ha?
(36) Bu herhangi bir radyo maratonunda veya talk-show'da dile getirilmeli. Mesela ben yalan atıyormuşum ve  kitapta "Jordan kumar oynamaktan ceza aldı mı?", "1985 lotaryası şaibeli miydi?", "Tim Donaghy mazlum rolü mü oynuyordu?", "Kobe gerçekten onu yaptı mı?", "Wilt Chamberlain gay olduğu gerçeğini saklamak için 20.000 kez şekilden şekile mi girdi?" gibi soruları kesinlikle cevapladığım bir bölüm varmış gibi yapıyormuşum. Daha fazla bilgi istediklerinde de "Bakın, kitabın tamamını okumalısınız." derim. Sonra kalan bölümü de 1976 Playofflar'ında Barry'nin giydiği peruğu anlatarak öldürürüm. Bu anlattıklarım imkanı yok Stephen Colbert'in şüphesini çekmesin.
(37) Kobe alert! Kobe alert!
(38) Isiah gibi tıpkı o da Seattle ve Sacramento'da koçluk yaparken oyunculuk günlerinde algıladığı Sır'ı pas geçmeyi denedi. Aynı efsanelerin geçmişlerinde Sır'ı kucakladığı veya en azından anlayabildiği (Russell, MJ, Bird, Magic, Cousy, Baylor ve McHale yedilisi) ama takım çalıştırdıklarında bunu uygulayamamaları asla açıklanamaz bir şey.****

~

*Bantu, Afrika'nın orta ve güney bölümünde halkın kullandığı dillerin bağlı olduğu bir üst oluşummuş. Kelime olarak da "Halk" anlamına geliyormuş.

**Amerikan futbolunda hücum takımında koşucuya verilen isim. Bunlar topu oyun kurucudan alır, ama pasla değil elden ele, ve önündeki takım arkadaşları rakip oyuncularla boğuşurken aralardan sıvışıp koşabildiği kadar ileri koşmaya çalışır. Bazen bunları açıklarken kendimi aşırı derecede küstah hissediyorum.

***"NHL diye bir ligde Montreal Canadiens diye bir takımda" derken sarkazm yapmış Bill Simmons. Sanki ligle de takımla da alakası yokmuş gibi söylemiş, sanki ilk defa duyuyormuş gibi. Halbuki alakası yok. Sadece Montreal, Bill'in takımı Boston Bruins'in ezeli rakibi olduğu için böyle açıklamış. Küstah hissettiğim anlardan bir diğeri.

****En sonda "It's like the opposite of VD — you can't pass it along." diye bir cümle de vardı ama VD'nin anlamını bulamadığımdan eklemedim. Bilen varsa yorum lütfen.

The Book of Basketball #5


Başlamadan: 

~

Isiah’la o gün konuştuğumda, o Pistons takımlarına düşkünlüğü neredeyse sekiz adım önümdeki apaçık ve hayat dolu meme uçları kadar fark ediliyordu. Bu beni şaşırtmadı. ‘88 Finalleri’nin 6. maçını ESPN’den Dan Patrick’le beraber izlediği zaman ben de bunun onun NBA’in Greatest Games serisine(18) ilk çıktığı zaman olduğunu hatırladım. ’88 Lakers’ı şutlarını dripling üzerinden bulan oyun kurucularla baş edemiyordu, ki ilk turda Sleepy Floyd’un 33 sayılık efsanevi tek çeyreklik oyununa(19) tanık oluşumuz bunu onaylıyordu. Eğer Sleepy gibi biri bile onlara bu denli zorluk çıkardıysa, ilk şampiyonluğuna bir maç uzaklıktaki Isiah Lord Thomas III’e karşı ne duruma düşeceklerini sadece hayal edebilirdiniz. The Forum’da üçüncü çeyrekte kan kokusu almaya başladığında saçmasapan bir dizi şut sıralayarak üst üste 14 sayı gönderdi, One on One’ın son sahnesindeki en iyi Robby Benson taklidini yapıyordu.* Hemen sonra Michael Cooper’ın ayağına bastı ve bir yığın şeklinde yere devrildi. Zavallı Isiah kalkmayı deniyordu fakat bacağı onu desteklemiyordu, zeminde kalmaya devam ediyordu. O an, bir at yarışında atın sakatlanması ve sakatlık sonrası hareketini kesmeden, ama bacağından da destek alamadan acı çekerek koşmaya devam etmesini izlemek kadar rahatsız ediciydi. Hayatında bir kez bile basketbol oynamış herkes bilek sakatlığının o ilk anki acısını bilir: Leatherface’in zincirli testeresini iki bacak aranıza doğru savurması gibi bir şeydir. Fena halde burkulmuş bir bilekle oyuna dönemezdiniz. Isiah parke dışına çıkacak kadar bile yürüyemiyordu. Bench yardıma gelmeden önce yaklaşık doksan saniye boyunca ayağa kalkamadı. Pratikte Detroit’in şampiyonluk umutlarının gözden kaybolduğunu görebiliyordunuz.

Ama Isiah sakatlığının onu raydan çıkarmasına izin vermedi. Alt dudağını sanki bir tomar tütünmüşçesine çiğneyerek acısını bastırdı. Lakers farkı kendi lehine sekize çıkardığında Isiah topallayarak oyuna geri döndü. Adrenalinle doluydu ve bileği şişmeden Detroit’in şampiyonluğunu kurtarmayı deniyordu çaresizce. Tek ayak üzerinde bir basket gönderdi. Cooper’ın üzerinden dengesiz bir panyalı basket buldu, faulü de aldı ve neredeyse ilk sıradaki taraftarların önüne doğru serildi. Uzun bir üçlük yolladı. Kulvar koşarak turnikeyle hızlı hücum bitirdi. Çeyreğin son saniyeleri geçilirken ona Finaller’in bir çeyrekte bir oyuncunun attığı en fazla skoru olan 25. sayısını verecek ve Detroit’in yeniden öne geçmesini sağlayacak, köşeden 22-footer’lık dönerek attığı şutta -kesinlikle rezil bir şut- isabet buldu. Bu artık tanrılar seviyesinde bir işti, kazan ya da kaybet. CBS reklama gitmeye hazırlanırken yukarıda yazdığım turnikenin tekrarını slow-motion halinde gösterdi: Isiah o harap olmuş bileğiyle momentumunu durduramayacak durumdaydı, potanın altındaki fotoğrafçılara çarpıyordu, ve takım arkadaşları bench’te bağırışırken bir cesaretle hızla sekip ayağa kalkıyor ve oyuna dönüyordu. Goosebump ölçeğinde bu yaklaşık 9.8 puan ederdi. Biz her zaman Willis Reed’in Lakers’a karşı yedinci maçtaki cameo’sunu** ve ’88 World Series’te Gibson’ın Eckersley’nin topunu tribüne yollayarak homerun yapmasını*** duyuyoruz. Pistons o maçı (ve o seriyi) kaybettiği için bir şekilde Isiah’ın 25 sayılık çeyreği bu karışıklıkta kayboluyor.(20) Kulağa biraz haksızca geliyor. Kimse Isiah Thomas’tan daha kahraman değildi. Geçmişe bakarsak, belki de onun en büyük sorunu buydu: belki o biraz fazla umursuyordu. Eğer bu mümkünse tabii. Aslında, bu kesinlikle mümkün. Çünkü ESPN üçüncü çeyreğin yeniden yayınını bitirdiğinde stüdyoya döndü ve Isiah Thomas ağlıyordu. Daha önce bunu hiç izlememişti. Kaldıramadı.

Takip eden süreç nefes kesici. Şunu bilin ki ben bütün programları izledim. Bütün Sports Century, bütün Beyond the Glory, bütün HBO belgeselleri, her şeyi, hepsini silip süpürdüm. Ve Cooz’un (Bob Cousy) Bill Russell’ın Sports Century belgeselini izlerken yıkılması istisnası dışında hiçbir sahne Patrick’in 6. maç hakkında sorduğu şu basit soru anı ve sonrasına yaklaşamaz: “Neden seni bu kadar çok rahatsız ediyor?”

Kelimeler havada asılı kaldı. Isiah konuşamadı. Gözlerini ovuşturdu, sonunda istemsizce bir gülücük çıktı. Anılar üst üste geliyordu, bazısı iyi, bazısı kötü. Bunaldı. Sonunda şampiyonluk kalibresinde bir takımla oynamanın nasıl hissettirdiğini tanımladı.

“Ben sadece… Ben… Ben bunu hiç izlememiştim,” Isiah geveledi, gözlerini mendille sildi. “Siz… Sizler bunu anlayamazsınız.” Patrick hiçbir şey söylemedi. Akıllıca.

Isiah kendini toplamak için bir saniye kadar bekledi, sonra devam etti: “Bu tarz bir duygusal yoğunluk, bu tarz bir his, bu şekilde oynarken, ve biliyorsunuz ki siz gerçekten bunun için oradasınız… bunun için oradasınız. Kalbinizi koyuyorsunuz, ruhunuzu koyuyorsunuz, her şeyinizi koyuyorsunuz ve…”

Yeniden tıkandı. Toparlanmak için biraz daha bekledi.

“Bu sanki, geriye dönüp bakmak, takım olarak neler atlattığımızı bilmek, insanları, arkadaşlığı ve her şeyi… sadece anlayamazsınız.”

Yeniden gülümsedi. Tuhaf bir andı. Başka bir ifadeyle, bizi küçümsüyordu. Fakat haklıydı: Patrick gibi biri, veya ben, veya sen… hiçbirimizin bunu anlama ihtimali yoktu. Tam olarak, hayır.

Isiah devam ediyordu. Şimdi Patrick’in anlamasını istiyordu.

“Bilirsin, dediğin gibi, Dennis’i görmek, Dennis’in hali, Vinnie’yi görmek, Joe’yu, Bill’i, Chuck’u ve hepsiyle neler atlattığımızı ve ne için savaştığımızı bilmek… Demek istediğim, biz Lakers değildik, biz Celtics de değildik, biz sadece, biz hiç kimseydik. Biz lig içinde yolumuzu bulmaya çalışan, saygınlık kazanmak için savaşan, ve insanların bizim iyi bir takım olduğumuzu fark etmelerini sağlamak isteyen Detroit Pistons’tık. Biz sadece, onların bizim üzerimize yapıştırdığı şey değildik."

Patrick lafa karıştı: “Show Time değildiniz, Celts değildiniz, kimsenin hakkını vermediği bir takımdınız.”

“Evet,” dedi Isiah, başıyla onayladı. Şimdi biliyordu. Nasıl ifade edeceğini biliyordu. “Ve bunu görmek, bunu hissetmek, bu duygusal yoğunluktan geçmek, yani oyuncu olarak, işte bunun için oynuyorsunuz. Sizin hissetmek istediğiniz şey tam da bu. 12 adam bu şekilde bir araya geldiği zaman bu… bu…”

Doğru kelimeleri bulmakta zorlandı. Bulamadı. Sonrasında:

“Anlayamazsınız.”

Haklıydı. Anlayamazdık. Aslında tersyüz edersek, Isiah da tam olarak anlamamıştı. 2003’te Knicks’i devraldı, o Pistons takımlarından çıkaracağı dersleri önemsemekte başarısız oldu ve beş sene sonrasında görevinden alıkonuldu.(21) “Thomas Error” dönemindeki bütün bu anlaşılamaz şeylere baktığımızda sıfır playoff galibiyeti, cinsel taciz olayı, iki kayıp lotarya pick’i, dört yıl boyunca salary’de $90 milyon üstü ödeme, taraftarların MSG’nin içinde ve dışında sürekli protestosu açıklanamayan şey Thomas’ın Detroit takımlarında işleyen şeyleri tam olarak gözden kaçırmaya olan yatkınlığıydı. Nasıl olur da bu kadar anlayışlı bir oyuncu böylesine boş bir yöneticiye dönüşür? Nasıl olur da kimya ve özveri sayesinde iki kez kazanan bir insan, Knicks’i yeniden inşa ederken bu özelliklerini ihmal eder? Bir zamanlar Detroit, Thomas’a hücumda yardım edecek prototip bir pota altı uzunu bulamıyordu. GM Jack McCloskey, Thomas’ın etrafını akıllı bir hamleyle alışılmadık alçak post tehditi olan, efektif rol oyuncuları ve hızlı şutörlerle doldurdu. McCloskey hala Celtics’e veya Lakers’a karşı üstün olamadığını fark ettiği an, yönünü değiştirdi ve kurabileceği en sağlam, en atletik ve en esnek kadroyu kurdu. ’87 Playofflar’ı boyunca Detroit dokuz kez dibe düştü ama hepsinde de herkese cevap vermeyi başardı. Kağıt üstünde, 1983-93 dönemi arasındaki süper takımların en zayıfıydı. Fakat işte basketbolun olayı da bu: maçları kağıt üzerinde oynamıyorsunuz. Detroit iki şampiyonluğa el koydu, ikisini almaya da bir şekilde çok yaklaştı.

Yine, Isiah oradaydı. McCloskey’nin o unique takımı inşa etmesini izledi. İstatistik ve paradan çok basketbol olması gerektiğini, kazanmak ve kazanmaya devam etmek için oyuncularının rakamlardan feragat edip takımın iyiliği için mücadele etmesi gerektiğin biliyordu. Öyleyse neden franchise’ının kaderini Stephon Marbury’nin, ligdeki en bencil yıldızlardan birinin eline bıraktı? Niçin iki potansiyel lotarya pick’inden Curry (ribaunt ve blok kategorilerinde sıkıntılı ve ham bir oyuncu) için vazgeçti ve hatta ona değerinden fazla ödeyerek hatasını arttırdı? Neden sanki yüksek değerli bir fantasy takımı sahibiymişçesine kadroya sürekli yüksek kontratlı oyuncular ekledi? Onu Randolph ile Curry’nin yan yana oynayabileceğine inandıran şey neydi, veya Steve Francis ve Marbury’nin, veya hatta Marbury ve Jamal Crawford’un? Niye her hamlesinde salary cap’in dallanıp budaklanmasını görmezden geldi? Hiçbir anlamı yok. Adeta McCloskey’nin tersine dönüşmüştü. Ne zaman Isiah’ı Knicks’teki son sezonunda bench’te asık suratıyla, yüzünde çelik gibi “Bu işi asla bırakmayacağım, bu paradan asla vazgeçmeyeceğim, beni kovmaları gerekiyor.” maskesiyle otururken izlesem onu Curry-Randolph tandeminin işe yarayacağına tamamen ikna olmuş bir vaziyette Wynn’in havuz başında otururken hatırlıyorum. Nasıl olur da Sır’ı öğrenmiş bir insan yine de sıçıp batırabilir?

O zamandan bu yana o soruya takığım. Yıldan yıla, NBA karar merciilerinin yüzde doksanı Sır'ı reddetti veya birbirleriyle bunun pek de kayda değer bir şey olmadığı hakkında konuştular. Taraftarlar Sır'ı her seferinde göz ardı ettiler, ki belirgin bir gerçeğe dayandırırsak bu normal, biliyorsunuz ki bu bir sır. (Bu yüzden her on basketbol hayranının dokuzunun muhtemelen Shaquille O'Neal'ın Tim Duncan'dan daha iyi bir kariyere sahip olduğunu düşündüğü bir dünyada yaşıyoruz.) Basketbol hakkında genel bir entellektüellik eksiği olduğundan dolayı kimse Sır hakkında yazı yazmadı; şu son basketbol istatistiki merkezleri "devrimi" bile daha çok oyuncuları birbirleriyle takıma yaptıkları etki üzerinden değerlendirdiler. Şubat 2009'da Michael Lewis, New York Times'a Shane Battier'nin inkar edilemez değeri hakkında Moneyball benzeri bir yazı yazdı. Bir demet farklı anekdot ve ince dökümleri sıraladı, bir takım istatistiki veriler Battier'in savunmadaki efektifliğini hatta bir bütün olarak Rockets'a katkısını açıklıyordu, fakat tam anlamıyla elle tutulur değildi. (Buna karşın Lewis istemeden de olsa Sır'ın iki doğal sonucunu ortaya çıkarmıştı: bir, takım arkadaşlarınız kesinlikle otomatik olarak güvenmeniz gereken kişiler değildir çünkü her bir oyuncunun takım arkadaşının şutunda veya ribaundunda bencilce gözü vardır; ve iki, basketbol tüm sporlar arasında bunun çokça gerçekleştiği yegane spordur.) Galibiyetler, rakibin saha içi isabet yüzdeleri, artı/eksi değerleri, henüz üretilmemiş istatistikler(22) ve resmi olmayan Herkesin Takımında Görmek İsteyeceği Rol Oyuncuları listesindeki yüksek sıralaması hariç Battier'nin etkisini ölçemezdiniz. Ve işte bu benim basketbol söz konusu olduğunda en sevdiğim şey. Beyzbol hakkında bilgi sahibi olmanız için tek bir beyzbol maçı izlemenize bile gerek yok; Chuck Noland(23) gibi bir adada sıkışıp kalmışsınızdır, sahilde rastgele 2010 Baseball Prospectus kitabına denk gelirsiniz, bütün sayfaları yalayıp yutarsınız ve sonunda hangi oyuncuların önemli olduğunun farkına varırsınız. Basketbolda? Rakamlar yardım eder, fakat sadece belli bir derecede. Yine de maçları izlemeniz gerekmektedir. Mesela Amar'e Stoudemire'a bakalım, gecede Phoenix adına 22-25 sayı atan bir oyuncu, çeyrek başına iki ribaunt çekiyor, savunmada her defasında sıçıyor, her defansif switch'te beceriksiz kalıyor, kimseyi olduğundan iyi yapmıyor, kimse için şut yaratmıyor ve Phoenix ona franchise player muamelesi gösterip o ölçüde para ödese de takımını taşımak adına bir franchise player'ın alacağı sorumlulukları almıyor. Peki Suns'ın, Spencer ile Heidi'nin fake düğün resimlerini pazarlamasından daha istekli bir şekilde onu pazarlamasıyla Amar'e, Nash ile birlikte 2009 All-Star maçında Batı ilk beşine girebilmek adına taraftarlardan oy aldı mı? Tabii ki aldı.

Taraftarlar anlamıyor. Aslında bundan daha derin bir yere gidiyor konu — kim anlayabilir emin değilim. Oyuncuları rakamlarla değerlendiriyoruz, sadece playoff gelip çattığında takımlar beraber oynuyor, savunmada kendilerini parçalıyorlar, kişisel başarıdan fedakarlık edip her seferinde şampiyon olmak için istatistikleri ellerinin tersiyle itiyorlar. 2008 Lakers'ı 1'e 3 favori olmasına karşın Boston'a kaybetti; o gün Lakers taraftarları yenilgiye aberasyon**** muamelesi yapmış, sanki asla düzeltilemeyecek bir leke olarak görmüşlerdi. "Takım çalışması yetenekten önce gelir" olayını idrak etmeye çalışırken sıkıntı yaşıyoruz. San Antonio, Jordan döneminden sonraki en başarılı takım ve kimse neden olduğunu anlamıyor. Duncan, Jordan döneminden sonraki en iyi süper yıldız ve kimse neden olduğunu anlamıyor. Fakat olay şu: Cevaplar bizde! Neden olduğunu biliyoruz! McCloskey'nin o Pistons takımlarını nasıl inşa ettiğine bakın. Gregg Popovich ve R.C. Buford'un Duncan dönemini nasıl yönlendirdiğine bakın. Red Auerbach'in Russell dönemini nasıl idare ettiğine bakın. Niçin bu kadar çok taraftarın (kendim dahil) hala '70 Knicks'ini(25) ve '77 Blazers'ını unutmadığına bakın. Ne bildiğimize dair kesin cümleler burada:

1. Potansiyel şampiyonluk takımlarını bir mükemmel oyuncu çevresinde inşa edersiniz. Onun süper-über bir yıldız olmasına ve skor üretmede ultra yetenekli olmasına gerek yok, sadece örneğin, her yeni gün kendini öldüresiye oynasın, takım arkadaşlarının rekabetçi yapılarını ortaya çıkarsın, ve onları daha iyi birer seviyeye yükseltsin yeter. Bird ve Magic lige katıldıklarından bu yana NBA şampiyonu olan en iyi oyuncular listesi şöyle gözüküyor: Kareem (genç hali), Bird, Moses, Magic, Isiah, Jordan, Hakeem, Duncan, Shaq (genç hali), Billups, Wade, Garnett. Billups istisnası(26) dışında tamamen sizin de düşündüğünüz gibi bir liste.

2. O süper yıldızınızı takım hiyerarşisinde yerini bilen, istatistikler üzerine takıntılı olmayan ve doldurabildiği kadar her türlü boşluğu doldurabilen bir veya iki elit yardımcı oyuncuyla çevrelersiniz. 1980'den bu yana en iyi şampiyonluk yardımcı oyuncularının listesi: Magic, Parish/McHale, Kareem (yaşlı hali), Worthy, Doc/Toney, DJ, Dumars, Pippen/Grant, Drexler, Pippen/Rodman, Robinson, Kobe (genç hali), Parker/Ginobili, Shaq (yaşlı hali), Pierce/Allen. Bu listedeki oyuncuların hepsiyle oynamak isterdiniz... genç Kobe'yle bile. Çoğu zaman.

3. Bu iskelette çekirdeğinizi, yerini bilen, hata yapmayan, özverili kültüre tehdit oluşturmayacak dişli rol oyuncuları/veya karakterli adamlarla (sayacak çok fazla var, Robert Horry/Derek Fisher tarzını düşünün yeter) ve takım-bireyden-önce-gelir felsefesine kendini adamış koç kadrosuyla tamamlarsınız.

4. Playofflar'da sağlıklı kalmalı ve belki bir ya da iki fırsat ele geçirmeli veya seri yakalamalısınız.(27)

İşte NBA'de böyle şampiyonluk kazanabilirsiniz. Duncan'ın Spurs'ü bu formülü bir adım öteye taşıdı ve rol oyuncuları olarak sadece yüksek karakterli kişilerin peşinden koştular ve sadece bir kez aksayan tekerlekle şampiyon oldular. (2003'te Stephen Jackson. Ki zaten o yaz baştan savuldu.) Popovich 2009'da Sports Illustrated'e felsefelerini şöyle açıklıyor: "Biz sadece işlerini yapan, sonrasında evine giden ve bu döngüden etkilenmeyen oyuncuları getiriyoruz. Anahtarlardan biri kendini beğenmeyen ve kısıtlı olmayan adamları getirmek. Onlar ya ligde oynayarak kendilerini kanıtlamak istiyorlar — ya da kanıtlayacak bir şeyleri kalmamış oyuncular oluyor. Rollerini biliyorlar ve kendi aralarında bir rütbe sistemleri var. En iyi üç oyuncumuz var ve onların etrafındaki diğer herkes bu durumdan memnun." Bu duruma bağlı olarak, Duncan'ın takımları kariyeri boyunca oynadığı maçların yüzde 70'ini kazandı. Bu kazara veya şans eseri olamaz. Peki "en iyi kimya" ya da "en özverili takım" hatta "takım arkadaşları üzerinde en somut ve istikrarlı etki yaratan grup" için süreleri nasıl ayarlarsınız? İşte bu yüzden profesyonel basketbolu kavramakta zorluk çekiyoruz. Aynı zaman içerisinde sadece beş oyuncuyla oynayabilirsiniz. Bu oyuncular sadece toplam 240 dakika oynayabilir. Nasıl hepsi bir arada, birbirlerini daha iyi göstermelerini sağlayarak ve 240 dakikalık pastadan kendilerine ayrılan dilimleri kabul ederek, birbirlerine inanarak ve güvenerek, birbirleri için şutlar yaratarak, yetenek/maaş/alpha-dog hiyerarşisini bozmadan oynayabiliyorlar... işte bu basketbol. Tıpkı aşık olmak gibi. İşe yaradığı zaman, anlarsınız. İşe yaramadığı zaman, anlarsınız. Bill Russell (ikinci baharında) ve Bill Bradley çok ünlü ve yüce takımlarda oynadılar ve bu ruhsal görevlerini herkesten daha iyi tanımlıyorlar:

Russell: "Tasarıyla ve yetenekle Celtics, uzmanlardan kurulu bir takımdı ve bu uzmanlar her alanda uzmandı. Performansımız bireysel mükemmelliğe ve hep bir arada bunu nasıl işlediğimize bağlıydı. Hiçbirimiz birbirimizin uzmanlıklarını tamamlayıcı olduğumuz gerçeğini, ki net bir gerçek, kabullenmemekte diretmedik ve hepimiz takım olarak nasıl daha efektif oluruzun çabasını anlamaya çalıştık... Celtics beraber oynayan bir takımdı çünkü hepimiz bunun başarıya giden en iyi yol olduğunu biliyorduk."

Bradley: "Bir takımın şampiyon olması sorumsuzluğun, bencilliğin ve kendine itimatın limitlerini ortaya çıkarır. Yalnız bir adam bunu başaramaz; hatta gerçek şu ki, bunun tersi doğru olabilir: yalnız bir adam bunun gerçekleşmesini önler. Kişisel başarıyı sağlayan şey grup başarısıdır, diğer türlüsü değil. Yine de bu takım, insanların bile fedakarlıkla yeteneğin birbirine karışmış haline hayret ettiği, nasıl başarıya ulaştıklarına ve kimin başı çektiğine akıl sır erdiremediği anlamsız bir model. İnsanoğluna bir bütün olarak bu kadar benzeyen bir basketbol takımı daha geniş bir skalada yeniden kurulamaz."(28)*****

Russell: "Yıldız oyuncuların istatistiklerin ötesinde taşıdığı büyük bir sorumluluk vardır — takımlarını alma ve taşıma sorumluluğu. Şampiyonluklar kazanmak için bunu yapmak zorundasınız — ve o esnada bin tane farklı yerde olmayı tercih etseniz bile bunu yapmaya hazır olmanız gerekir. Rakiplerinizin daha kötü oynamasını, takım arkadaşlarınızın ise daha iyi olmasını sağlayan şeyler söylemeli ve yapmalısınız. Ben her zaman kendimin iyi bir maç çıkardığını takım arkadaşlarımı ne kadar yükseğe taşıdığımla ölçtüğümü düşündüm."

Bradley: "Ben her zaman basketbolu, belli bir seviyede bencil olmayan takım oyunu oynandığında, nihai bir dayanışma ile metaforlaştırdım. Bu, başarının şampiyonluklarla sembolize olduğu, topluluğun galip gelmesinin kişisel dürtülerin üzerinde olması gerektiğinin adeta dikte edildiği bir spor. Fevkalade bir oyuncu bile beş yıldızlık değerlendirmede bir yıldızdır. Maç başına sayı, asist, ribaunt gibi istatistikler asla başarılı bir profesyonel takımın kayda değer etkileşimini açıklamaya yetmez."******

(18) Bu program 90'ların ortasında ESPN 2'de yayımlandı: Patrick klasik maçları o maçın kahramanlarından biriyle izliyordu. Programın en büyük sorunu yalnızca 30 dakika olmasıydı. Inside the Actors Studio'nun on dakikalık versiyonu gibi hissettiriyordu.
(19) Bir diğer zayıf noktaları: Kareem '84 sezonunun bir bölümünde ribaunt almayı bıraktı. Artı, o gözlükleri, tıraşlı kafası ve çetemsi suratıyla iyi niyetli bir uzaylıyı andırmaya başlamıştı. Bütün '88 ve '89 sezonu Lakers maçları Kareem'in bir UFO'dan parkeye tırmanmasıyla başlamalıydı. Tabii konumazla bir alakası yok.
(20) O altıncı maç yenilgisi tüm zamanlar sıralamasında en brütal olanıdır. Isiah maçın sonunda zarzor yürüyor olsa da Detroit 60 saniye kala üç sayıyla öndeydi. Mola sonrası L.A.'den Byron Scott trafikte basketi çıkardı (102-101, 52 saniye kaldı). Isiah şut süresini sonuna kadar kullandı ve tek ayak üzerinden şutunu kaçırdı (27 saniye kaldı, mola L.A.). Kareem'i şüpheli bir düdük kurtardı (Sky Hook'ta Laimbeer ile toslaştılar), ve sonra iki adet clutch serbest atış gönderdi. Moladan dönüştü Dumars kötü bir şekilde son hücumu harcadı ve maç bitti. Eğer sağlıklı olsaydı Isiah o son dakikayı domine ederdi. Buna inanıyorum. Fakat bu basketbol — iyi ve sağlıklı olmalısınız.
(21) '85 Playofflar'ında Boston tarafından mumyalandıktan sonra McCloskey sadece üç korucuya (Isiah, Vinnie, Laimbeer) sahip olduğunu farketti. Diğer hiçkimse Boston'la uğraşmak için yeterli atletiklik ve sağlamlık karışımını içermiyordu. 17. sıradan Dumars'ı seçti, Dantley için Kelly Tripucka ve Kent Benson'ı takasladı ve Dan Rountfield'i Mahorn'a (Laimbeer'i koruyabilecek fiziksel bir forvet) dönüştürdü. '86 Draft'ında 11. sıradan Salley'i, 32. sıradan Rodman'ı seçti ve Detroit'in bench'ten gelen oyuncularla Bird'ü yıpratmasını umdu. Aynı yaz, Phoenix'ten yedek pivot James Edwards'ı çaldı. Bu bir GM'nin sunduğu en yaratıcı 12 aylık süreçti. McCloskey, Isiah'ın etrafına geleceğin şampiyon takımını üstelik herhangi top-10 draft seçimi olmadan ve gerçekten önemli bir takas gerçekleştirmeden kurmayı başardı.
(22) Bu istatistiği sadece onun için üretiyoruz: esas durumlar. Sadece Battier gibi biri istatistikleri aşabilir. Hep şunun büyüleyici olduğunu düşündüm; Lewis o iltifat yazısını yayımladığı gün (a) John Hollinger'ın "PER" istatistikleri ESPN.com'da yayınlandı ve Battier en iyi 52. kısa forvet, 322 oyuncu arasında da 272. sıradaydı, ve (b) Houston, Battier'i elden çıkarmaya çalışıyordu.
(23) Cast Away 2000'li yılların yeniden izlenebilir kablo filmleri içerisinde Anchorman, Almost Famous ve The Departed'la birlikte benim Mount Rushmore'umda yer alır. Aslında bir gerilim filmi olarak Cast Away 2'yi de çekmeleri gerekiyordu. Chuck Noland aklını kaybediyor ve plajda voleybol oynayan fahişelerle seks yaptıktan sonra aniden onları öldürmeye başlıyor, sonra polisten kaçıp sokakta yaşıyor ve kurtulmak için ilk filmdeki yeteneklerini kullanıyor. First Blood ile Silence of the Lambs kombinasyonu gibi bir şey oldu. Bunu sinemalarda izlemek için para verirdiniz, yalan söylemeyin.
(24) 2025'ten sonra herkese: Spencer ve Heidi bu kitap yayınlandıktan kısa bir süre sonra ortadan kaybolan bir reality show'du. Şeytan "ben bile size katlanamıyorum" dedi ve onları cehennemin bağırsaklarına sürükledi.
(25) Editörüm (şimdiden sonra Huysuz Yaşlı Editör olarak bilinecek) ekliyor, "Clyde ile birlikte MSG spesiyalini izliyordum ve bana '70 Finallerinin MVP ödülünü Willis'in kazanmasına ne kadar sinirlendiğinden bahsetti. Çünkü Clyde Frazier ödülü kendisinin hak ettiğini düşünüyordu, ki eğer rakamlara bakacak olursanız bu kesinlikle doğruydu. Fakat sonra durdu ve eğer Willis onu yüreklendirmeseydi 7. maçta yaptıklarını asla yapamayacağını farkettiğini düşündüğünü söyledi. Sır, yine."
(26) Billups, kuralların üçlük isabeti yüksek ve limitli sayıda pozisyonla hücum eden elit savunma takımlarının lehine doğru değiştiği o inişli çıkışlı 2004 sezonunun Pistons takımının başını çekiyordu. Artı, Shaq/Kobe dönemi artık tamamen içe doğru patlamıştı, ki takımın yarısı "Ben artık o orospu çocuğuyla konuşmuyorum" kavgalarına bulaşmıştı... ve yine de Karl Malone irili ufaklı sakatlıkları ve acıları yaşamasaydı şampiyonluğa ulaşabilirlerdi.
(27) 2004 ve 2007 arası boyunca Suns'ı tutan bütün taraftarlar şu an bu kitabı başlarına vurdular. 
(28) Herhangi bir askeri birlik veya üniversite ilk senesinde yurtta yaşayan öğrenciler için aynı cümle geliyor: İnsanoğluna bir bütün olarak bu kadar benzeyen bir şey daha geniş bir skalada yeniden kurulamaz.


~


**Cameo dedim çünkü şöyle bir şey var. Cameo dediğimiz de yönetmenin kendi filminde anlık görünmesi denebilir. Yani Reed'in yedinci maçtaki anlık görünmesi yetiyor diyebiliriz.

***O tarihi anı izleyelim: Tık.

****Burada da aberasyon diye bıraktım çeviriyi. Sapınç da diyebiliriz. Detay için tık.

*****Cümle biraz saçma oldu. İngilizcesi şuydu: "The human closeness of a basketball team cannot be restructed on a larger scale." Daha iyi çevirebilen varsa yoruma bıraksın benim içime sinmedi çünkü eheh.

******Bir hafta içinde bu kısmın ikinci part'ı da gelecek ve sonrasında diğer arkadaşlarımız yeni bölümleri çevirecek. Lappappa'yı takipte kalın :(

Berkin


Son bölümü yayınlayalı aylar oldu. Merak edenler vardır. Devam edeceğiz çevirmeye. Yakında diğer bölümü yayınlarız. Uzar belki bayağı ama, bir şekilde bitiririz bu işi. Başladık bir kere.

The Book Of Basketball #4



(The White Howard çevirdi, Anıl kontrol etti, editledi. Ellerine sağlık.)

SIR

  Basketbolun sırrını Las Vegas'da bir üstsüzler havuzunun yanı başında tembel tembel uzanırken keşfettim. Bu sırrı keşfettiğim sırada birisinin çıplak göğüsleri iki metre mesafeden gözümün içine bakıyordu. Sırrı açıklayan kişi ise Hall of Fame'in bir üyesi. Bu kişi başta beni dövmeye yemin etti fakat Gus Johnson bana kefil olunca fikrini değiştirdi.

(Bu hikayeti size anlatsam mı? Evet anlatacağım)

  2007 Temmuzuna geri dönelim. Yakın dostum Hopper, Vegas'a ani bir seyahat planı yapmıştı ve kendisine eşlik etmem için beni zorluyordu. Onu yüz üstü bırakmayacağımı biliyordu, çünkü Donaghy seviyesinde bi kumar tutkunuydum (Tim Donaghy: Adı kumar ve bahis suçuna karışmış eski NBA hakemi). Öncelikle Hamile eşimden izin almalıydım. Çünkü (a) California'nın yaz aylarında ikinci cocuğumuzu taşıyordu (b) karnındaki yükün sebebi şubat ayında ona söylemeden korunmayı bırakmamdı. Ben de şeytani dehamı kullandım: Bu olaylar yaşanırken Vegas'da NBA yaz ligi devam ediyordu, ona: ESPN benden favori takımım (Celtics) ile favori çaylağım (Kevin Durant) arasında oynanacak maç ve iki Los Angeles takımının ( Lakers ve Clippers) arasında oynanacak maçlar hakkında bir köşe yazısı istiyor diye bir hikaye uydurdum. Ve ekledim "otuz altı saat içinde gidip gelmiş olacağım."

  Hemen ikna oldu ve öfkesini benim yerime dergiye yöneltti (uyanığım demiştim). Hemen sonrasında editörümü aradım ve aramızda şu konuşma geçti:

Ben: Bu hafta için bir yazı fikrim yok. Paniklemiş durumdayım

Neil (editörüm): Siktir... Ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu ay ölü gibi.

(birkaç saniyelik sessizlik)

Ben: Hey, dur... Şu an Vegas'da Yaz Ligi oynanmıyor mu?

Neil: Evet, sanırım. Yaz Ligiyle ilgili ne yazabilirsin ki?

Ben: Bir bakayım, cuma gününün programı neymiş (sonraki 20 saniyeyi sanki söyleyeceklerimi daha şimdi NBA.com'dan öğreniyormuş gibi yaparak geçirdim). Aman tanrım! Clippers saat 3'te, Celtics 5'de, Lakers 6'da, Durant ve Sonics saat 7'de. Bırak gideyim! Bu maçlar hakkında 1.250 kelime yazabilirim (Neil bir süre cevap vermiyor). Hadi ama… Vegas? Celtics ve Durant? Bu köşe yazısı kendi kendini yazacak zaten.

Neil (uzunca iç geçirdikten sonra): "İyi, iyi. Tamam"

  Neill'ın sanki bana böbreğini bağışlayacakmış gibi konuşması umurumda mıydı? Tabii ki hayır! Cuma günü Vegas'a uçtum. Dört maçı da iştahla izledikten sonra Hopper'a katıldım, kafayı bulmuş bir halde sabahın erken saatlerine kadar Blackjack oynadık. Takip eden sabah, kahvaltı için tam zamanında uyanmıştık (16-gram kahve, simit, su) ardından Wynn'in savurgan açık hava Blackjack partisine katıldık. Bu parti şunları içeriyordu:

1. Brain Flanagan'ın Jamaika'ya kaçtıktan sonra çalıştığı yerlere benzeyen kare şeklinde bir bar ve etrafını çevreleyen 8 farklı Blackjack masası. Açık havada kumar oynadıysanız hayatınız bir daha asla eskisi gibi olmaz. Aynı üstü açık bir arabayı ilk kez kullanmaya benzer.

2. Kafamızın üstünde sürekli hava üfleyerek kavrulmamızı önleyen sprey makinaları. Zor geçen kavurucu Vegas yazlarında dışarısı genelde 43 dereceyi bulur, insanların kıçının arası ise genelde 76 dereceyi gösterir.

3.Harika bir Avrupai havuz, blackjack masalarının tam arkasındaydı. "Avrupai", söylemesi çok karizma bir laf. Bu havuza sütyensiz girilebiliyordu.

  Erkekler için daha eğlenceli bir aktivite varsa nedir, bilmiyorum. Mekana kapılar açılmadan hemen önce geldik (saat 11:00) ve akşam yemeğine kadar Blackjack oynadık. İlk üç saat kimse Jackie Robinson gibi karalı bir şekilde üstsüz bir şekilde güneşlenme konusunda istekli değildi. Biz de Wynn'in her gün öyle vaktinde (sadece insanları havuza girmeye heveslendirmek için) 6 tane striptizci tutup havuza üstsüz bir şekilde girmelerini sağlaması konusunda bir karar aldık. Ve DJ tam o sırada "üstünü çıkar, bikinini çıkar", "hadi ama kimse bakmıyor", "hepimiz burada dostuz", "onları serbest bırak" ve "kaybedecek neyin var? zaten çoktan boşandın" şeklinde tekno parçalar çalmalıydı. Öğleden sonra herkes birkaç duble bir şey içmişti. Kadınlar üzerindekileri (sütyen veya bikini) frizbi gibi çıkarıp atmaya başladılar. Pek öyle sayılmaz aslında. Fakat ilerleyen birkaç saat içerisinde iki düzine kadın havuza dalıp çıkmaya başlamıştı. İçlerinden birisi oldukça kiloluydu. Suyun içinde hareket ederken neredeyse büyük bir kargaşaya neden olacaktı. Bu tam olarak bir "Baby Ruth" çikolatasının Brushwood havuzuna çakılırcasına iniş yapması ve insanların canlarını kurtarmak için sağa sola kaçışmasına benziyordu.

  İsteksizler arasında üstsüz kadınlara karşı bir ilgi oluşmuştu. Kudurmuş Blackjack oyuncularının dikkatleri tamamen dağılmıştı. Bu sırada "Baby Ruth" gösterisinin çok boyutlu bölümü, Avrupai havuzun tropikal etkisi ve partinin Mardi Gras ayağıyla kavanoz kutusunda sekiz saat beklemiş on haftalık bir eğlence ve komedi şovu tüm hızıyla sürüyordu. Bütün bu gösteriler saat 18:00 sularında bikinili çekici bir sarışının Blackjack kasamıza katılıp kart dağıtan görevliye sitem etmeye başlamasıyla son buldu. "Üç gündür hiç Blackjack yapamadım" dedi ve kendinden emin bir şekilde ekledi: "Eğer Blackjack yaparsam üstümü çıkaracağım." Fakat masa hakemi bunu kabul etmedi ve bayan ile aralarında ufak bir karar alma konuşması yaşandı. Sonuç olarak bayanın kazanırsa göğüslerini bir-iki saniyeliğine açıp geri kapatmasında uzlaştılar. Evet, bu konuşma gerçekten yaşandı. Birdenbire kendimizi tüm zamanların en heyecanlı Blackjack oyununda bulduk. Kadın ne zaman ilk kartında ace ya da 10'luk yapsa, masadaki tansiyon Sopranos'un final bölümünün son beş dakikasından daha fazla oluyordu. Sonunda Blackjack yaptı, masanın bizim tarafımızda olan kısmı aynı Fenway stadyumunun Robert'ın o meşhur top çalmasını yaptığından sonraki haline döndü. Söz verdiği gibi de yaptı. Bir kaç dakika geçtikten sonra ESPN Magazine'e bütün bu yaşananları hayvanlaşmadan nasıl yazacağım konusunda bir meraka kapıldım. Aslında nedir biliyor musunuz? Vegas'ta bu tür şeyler yaşanır. Göz yummuyorum, savunmuyorum ya da lanetlemiyorum. Sadece şunu anlayın, kevaşenin biri göğüslerini açmayı teklif etmişse, oyuna devam edebilmemiz mümkün değil. Yirmi dakika sonra devam edebildiğimizde de olayı birbirimize mümkün olan her türlü şakayı yaparak anlatmaya devam ediyoruz.

  Söylemeye gerek bile yok, Hooper ve beni yaz ligi oynanırken açık hava Blackjack masalarından ayırmak kesinlikle mümkün değildi. Birkaç saat sonra ise tanıdık bir yüz gördüm. Gördüğüm adam Knicks taraftarını coşturan meşhur anonsçu Gus Johnson'ın ta kendisiydi. Beni severdi, çünkü ben de onu seviyordum. Gus ve ben el sıkışık sıkı bir şekilde sarıldıktan sonra Gus'ın benim Blackjack elimi anons etmesine hazırdım ("İşte bir çift geliyor! Aaaaah! Bu bir onluk!"). Daha sonra beni yanına gelip yakın dostu Isiah Thomas'la tanışmaya çağırdı.
  Yutkundum.
  Hayatımın farklı kısımlarında tanıştığım spor figürleri içerisinde, Isiah Thomas'la tanıştırılacağım an "Siktir, Bu Gerçekten Garip Olacak" draft listesinin liderliğini üstleniyordu. Isiah, Knicks'in genel menajeri olarak basın tarafından fazlaca eleştiriliyordu. Ben de onu köşemde pek çok kez hedef almış, hatta benim için bu yüzden "bir gün karşıma çıkarsa başını belaya sokacağım" dediğini bile duymuştum.   

  Bir kaç el daha Blackjack oynarken, eğer Isiah elinde Piña Colada içkisi ile gelirse kendimi nasıl savunacağım diye düşünüyordum. Her şeyden önce bu adamı köşe yazılarımda on yıl boyunca durmadan öldürmüştüm. Oyuncu olduğu zaman attığı bir kaç kötü şu tercihi yüzünden onu yerden yere vurmuştum, 1985 All-Star oyununda MJ'i attığı sayılarla geride bıraktığında ya da Bulls, Pistons'u 1991'de süpürdüğünde de gözümü budaktan sakınmamıştım. '87 Play-off'larında Bird'e karşı kaybettiği top yüzünden, Rodman'ın Bird hakkında "Beyaz olmasaydı daha iyi bir oyuncu olabilrdi" yorumunu destekleyip sonra "Şaka yaptım" diye çark etmesinden sonra onu parçalara ayırdım. Berbat bir televizyon yorumcusu olduğu için ve Toronto'da rezil bir GM'lik yaptığı için onu yazılarımda bitirdim. Isiah, Stephen A. Smith'in radyo programına katıldığında yollarımız kesişirse bana "sorun" çıkaracağını bizzat söylemişti. Eğer bir caddede yürürken karşılaşsak bu bile benim suçum olacaktı yani. Isiah sanırım, benim onunla kişisel sorunlarım olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ki, bu aslında doğru değildi. Aslında birçok kez yazılarımda onun hakkında "gördüğüm en saf point guard" diye bahsetmiştim. Aynı zamanda onun için "zamanının en az takdir edilen oyuncusu" demiştim. Şu çirkin Nuggets-Knicks kavgasında, Carmelo Anthony'nin aşağılık bir kaltak gibi tokat atıp sonra geri vites yaptığı maçta, oyuncularına karşı yaklaşımını, onlara kızmasını bile savunmuştum. Gerçekten ona kafayı takıp uğraşan bir tip değildim. Sadece kolay bir hedefti. Lüks vergisinden anlamayan, maaş sınırlamasında zorlanan, geleceğe dair plan yapmayan rezil bir GM'di. Isaiah hakkında şaka yapmak, Flavor Flav hakkında şaka yapmaktan bile daha basitti. Şaka için düşünme zorluğu 0.0'dı.

  Sinirli bir NBA efsanesini güzel sözlerle yatıştırmaya çalışacağıma, limonlu vodka içip Blackjack oynamaya devam etmeliydim. En sonunda karamsar yüzlü Gus bana el salladığında korkunun ecele faydası kalmamıştı (Bu arada, Gus Johnson ve karamsar kelimelerini içeren bir senaryo mümkün olamamalıydı. Bu açıdan Amerika'yı hayal kırıklığına uğrattığım kesin.). Gus elini omuzuma attı ve dedi ki, "Bak, ben her şeyi yoluna koydum. O seninle konuşmak istiyor, anla artık. O biraz hassas biri, bu tip lafları kişisel algılıyor." Anlaşılmıştı. Gus'ı havuzun yanındaki şezlongların olduğu bölüme kadar takip ettim. Isiah kana kana su içiyordu ve kafasında kendisini kavurucu güneşten korumak için şu Panama şapkalarından vardı. Isiah'ın yanına yaklaştığımız sırada oradan sıvışmaya çalışan bir bayanın yanından geçerken Gus sırtıma vurup bir jest yaptı. Sanki İtalyan mafya liderleri restoranda özel bir buluşma yapıyordu. Kıza "Çık git buradan, garson kız. Mafya bir araya gelirken burada olmak istemezsin" der gibiydi. Bu arada Isaiah iskemlesinden kalkmıştı ve yüzünde büyük bir gülümseme vardı. Felaket politik bir tavırla "Merhaba ben Isiah" diye söze başladı.

  El sıkıştık ve oturduk. Ben köşe yazımı neden öyle yazdığımı açıklıyordum. Ben olayları taraftar gözü ile ele alırım ve ufak şakalar da yaparım. Boston Celtics'i seviyorum ve onlar ile kim maç yapıyorsa nefret ediyorum. O an orada "Ben her GM'den daha zekiyim" numarası yapiyordum. Bence Noel bayramı Larry Bird'in doğum günü olarak değiştirilmeliydi. Bu düşünce Isiah'ı otomatik olarak benim için bir düşman haline getiriyordu. O da bunu anlamıştı. Isiah daha iyi bir kelime bulamadığından, ikimizi de insanları eğlendiren tipler olarak tanımladı. İkimiz de basketbolu daha eğlenceli hale getirmek için vardık. Ama o daha önce yazdığım iki şeyin kıymetini bilmedi. Birincisi: CBA'in içine sıçması (o bunun aksini iddia etse de) ve onun nasıl beceriksiz bir GM olduğuna dair yazdığım "Berbat GM'likte zirve" isimli köşe yazım. Bu konu bizi orada başka bir tartışmaya itti. Isiah yaptığı iki hatayı kabul etti: Jalen Rose takası (kendi hatasıydı) ve Steve Francis takası (aslında kendi hatası değildi. Larry Brown, Steve'i istemişti) ve diğer hatalarını savunuyordu. Sözü açılmışken Randolph takasını anlattı bana. "Diğer takımlar daha kısa ve hızlı olmak istiyordu. Ben tam tersini düşündüm. Daha büyük ve yere sağlam basan uzunlar istedim." Kendimi birden Steve Lawrence ve Eydie Gormé SNL'de "Sinatra Group" skeçinde yaptıkları gibi kafamı iki yana sallarken buldum. Harika bir fikir Başkan! Sevdim bunu! Siz bir dahisiniz! Daha sönra düşündüm de, ne kadar da lanetli bir strateji izlemiş Isaiah thomas. "Uzun oyuncuları takıma kazandırmak" sonradan daha çok, iki adet ateş pahası kontratlı kıçları büyük çemberi bile savunamayan uzunu almak haline gelmişti. McHale ve Parish'i takıma kazandırarak büyük ve güclü olabilirsin, ya da Sampson ve Olajuwon ile… Ama Eddy Curry ve Zach Randolph ile iri ve güçlü falan olamazsın.

  Ama bu hikayeyi size anlatmamın nedeni bu değil. Isiah ile dikkate bile alınamayacak GM performansı üzerine konuştuktan sonra konu birden şu 80'lerdeki unutulmaz Celtics-Pistons maçlarına geldi. Birbirlerine duydukları o nefret. Bu değerlerin günümüz basketbolunda nasıl eriyip yok olduğunu hatırladık. Nedenleri NBA'deki kural değişiklikleri, paranın rolü ve diğer şeyler. Bu günkü basketbol derbilerinde rakip oyuncular maçlardan önce birbirlerine sarılıp "seni seviyorum adamım" rutininde takılıyorlar. Sanki oyuncular eskiden birlikte yaz kampı yaptıkları dönemleri geride bırakıp, yıllar sonra birbirlerini görüp "Hey seni tekrardan görmek güzel... Nerelerdeydin... Yine konuşalım bir ara. Belki bir akşam yemeği yeriz" kafasındalar. Isiah'ın Pistons'u ile Bird'ün Celtics'inin birbirleriyle oynadıgı o dönemin maçlarında "Seni görmek güzel" lafı kitapta yazmıyordu bile. Sadece birbirlerini yok etmek isterlerdi. Ve yaptılar da. O zamanlar bu tip maçların kendilerine has bir havası vardı. Bugünkülerin sahip olmadığı bir şeydi. O zamanları özlüyordum. Isaiah da öyle. Kenimizi bu yüzden üzgün hissettik ve iç geçirdik.  İkimiz de aramızdaki bu muhabbetten oldukca keyif almıştık.
  Isiah'a karşı kendime güvenim gelmişti. Şu sırrı sormak konusunda yeterince güven vardı artık içimde.
  Işte tam bu noktada samimi olmaya başladık. Basketbolun sırrını sorduğum için değil aslında. Ona Pistons'ın 1989'da NBA şampiyonu olduğunu hatırlatmamla başladı. Tabii ki 87'de Celtics'e ve 88'de Lakers' a karşı kaybettikleri Play-off maçları sonrasında takım içinde kendilerine sordukları "Neden böyle olması gerekiyor ki" anlarını da unutmamak lazım. Özellikle '87 Boston serisinde (5.maçta Bird'in Isiah'ın topunu çalması ve Johnson'a asisti) takip eden  '88 senesinde (6.maçta Isaiah'ın ayak bileğinin dönmesi) Ama '89'da toparlanan Pistons, normal sezonda 62 galibiyet almıştı ve Lakers'i süpürerek tarihlerindeki ilk şampiyonluklarına ulaşmışlardı. O yıl sezon ortasında Mark Aguirre karşılığında Dallas'a yolladıkları Dantley ve ilk raund draft sırası önemli bir hamle idi. Bu sezonun Cameron Stauth’ın inanılmaz kitabı "The Franchise"da da bahsi geçiyor. Kitapta bahsedilen kısım ile GM Jack McCloskey'nin kurduğu Pistons takımının başarısı. Can alıcı kısım ise tabii ki '89 finalleri, ve Isiah'ın spikerler ve gazetecilere anlattığı şey (Stauth da oradaydı tabii ki).

Basketbol fiziksel yeteneklerle alakalı değil. Bundan daha ötesi. Buraya ilk geldiğimde McCloskey kısa bir oyuncu draft ettiği için çok tepki toplamıştı. Fakat onun bildigi şey, takım en üst seviyeye ulaşacaksa bu mental beceri ile gerçekleşmeliydi. Yani sadece cüsse veya yetenekle değil. Bu tip yetenekleri kazanmamızın tek yolu ise Celtics ve Lakers'ı yakından takip etmemizdi. Çünkü onlar bu işi cok iyi beceriyordu. Bir kez şampiyon olan Seattle ve NBA finali oynayan Houston'ı bile izledik. Fakat bir sonraki yıl kendilerini imha ettiler. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Pat Riley'in yazdığı ShowTime'ı okudum, "daha fazlasını isteme hastalığı" adlı konudan bahsediyordu. Bir takım şampiyon olur ve sonraki sene oyuncular daha çok dakika almak ister, daha çok para, daha çok şut kullanmak… Ve aslında bu onları öldürür. Takımımız dört yıldır şampiyonluk potasındaydı, yani kendimizi Seattle veya Houston gibi yok edebilirdik. Bunun olmasını istemiyorduk. Riley'nin kitabını okudum. Ve kendime ders çıkardım. Fakat bencil olarak oynamamak da mümkün değildi. Kazanma sanatı istatisliklerle alakalıydı. Eğer maçlarda iyi istatistikler cıkarırsan daha fazla para alırdın. İşte savaşmam gereken şey de buydu. Sanırım bununla başa çıkmıştık. Eğer bu maçı kazanırsak, NBA tarihinde tek bir oyncusu bile 20 sayı ortalamasının üzerinde olmadan NBA şampiyonu olan ilk takım olacaktık. 12 tane kazanmaya aç oynucumuz var. Her maç başka bir oyuncumuz öne çıkıp maçı bize kazandırıyor. Bu konu hakkında Larry Bird ile konuşmuştum. Birkaç sene önce bir All-Star maçında. İmza masasında oturuyorduk ve Red Auerbach, Boston Celtics organizasyonu ve Red'in uyguladığı metodlar hakkında konuşuyorduk. Red Auerbach'in fikirlerini edinmek ve onun gibi düşünme konusunda kendimi yeterince iyi buluyordum. Ama Larry bunu düşünüyor muydu, bilmiyorum. Ama belki o da bunun farkındadır. Çünkü bir keresinde ona bu konu hakkında bir soru sorduğumda bana bakmıştı ve sadece gülümsemişti.

  Vay canına.

  Bir kaç sayfa sonra ise, Pistons, Lakers'i süpürüğünde Isaiah'ın dünyanın saygısını nasıl kazandığından bahsediyor:

  Takımımızın istatisliklerine bir bakalım, ligdeki en kötü takımlardan biriyiz bu konuda. Şimdi ise basketbolu sorgulamak için yeni bir formül bulmuş durumdasınız. Bu yaklaşımımı bundan önce bir kaç kere dile getirmiştim. Çünkü siz bana hep "Bu şekilde NBA şampiyonu olamazsın" diyordunuz. İstatisliksel olarak pek iyi bir iş çıkaramıyordum çünkü. Ama benim baktığım tek bir istatistik vardı: Kazanma ve kaybetme. Oyunumu geliştirirken kendime sürekli tekrar ettiğim, "Isaiah sen doğru olanı yapıyorsun. Sabırlı ol, bir gün insanlar basketbol hakkında fikirler yürütürlerken farklı yöntemler kullanacaklar. İnsanlar gazeteyi eline aldıklarında 'Ah, bu eleman 12'de 9 atmış ve 8 ribaund çekmiş, işte bu oğlan en iyi oyuncu' demeyecekler" Takımızdaki en iyi oyuncu kim söyleyemezsin, çünkü herkes çok iyi oynuyor. Bizi de iyi yapan şey aslında bu. Rakip takımlar artık sekiz ya da dokuz oyuncuyu durdurmak hakkında planlar yapıp endişe duyacaklar, iki ya da üç oyuncuya savunma planları yapamayacaklar. Basketbol bu şekilde icat edilmiştir. Ama ortada bundan fazlası var aslında. Bu da asla kaybetmeyi kabullenmeme, sadece kazanmak ile igili.

  Bir anlığına Isiah Thomas'ın NBA şampiyonluğu için gereken sırrı size iki paragrafta açıklamış olduğu gerçeğini unutun. Ben her zaman bu sırrın ne olduğunu bilmek isterdim, fark ettiyseniz o hiç bir zaman söylemezdi. Dahası kimse ona bir daha sormadı. Ve ben bunu kolej zamanından beri merak ediyordum. Vegas'ta üstsüzler havuzunun yanında otururken ona eşlik etmemin tadını çıkarıyordu. Hay sikeyim! Bu sahne bir daha ne zaman oluşabilirdi ki? Bu sır ile ilgili soruyu kafamda kurdum ve sordum.

  Isiah gülümsedi, hatta etkilendiğini söyleyebilirim, dramatik bir şekilde duraksadı, hatta o an yumurtlayacağını söyleyebilirdiniz!

  "Basketbolun sırrı" dedi "basketbolla ilgili değil."

  Basketbolun sırrı, basketbolla ilgili değil.

  Çok saçma değil mi bu, nasıl mantıklı olabilir ki?

  Sonraki birkaç dakikada Isaiah durumu bana açıkladı. Şampiyon bitirebilecek iki sezon, sonun bitimine çok yakın '89 takımının kimyası yetenekle yapılacak hiç bir şey kalmadığı için yok olmuştu. Chuck Daly, Dennis Rodman'a oynamak için daha fazla zaman vermeye ihtiyaç duyuyordu. Sadece Öğretmen (Dantley'in lakabı. Ne ironi ama) bunu onaylamak istemiyordu ve asıl problem de buydu.
Rodman her şekilde oynardı ve her tipteki oyuncuyu savunabilirdi; Havlicek'in savunma yeteneği veya Russell'ın Celtic takımlarındaki gibi, Pistons'a eşsiz bir esneklik veriyordu. Buna benzer bir durum John Salley ve Joe Dumars için de geçerliydi. Isiah ve Vinnie Johnson, Dumars ve Rick Mahorn oynayabilsin diye kendi dakikalarından fedakarlık ettiler. Fakat Rodman, Dantley'nin dakikalarını çalmaya başladığı zaman işler biraz değişmeye ve kimya bozulmaya başladı. Buna ihanet diyemezsiniz ama Dantley bir sorundu bu aynen üst üste dizlmiş Jenga blokları gibi dengeyi bozuyordu. Kendi istatislikerini ve kişsel başarıyı takımın hedeflerinin önüne koyması yani. Pistons, Dantley'nin Jenga bloklarını yıkmasına göz yumamazdı. Apar topar bir takas ile Aguirre'i takıma monte ettiler. Aguirre sıradışı alçak post skoreriydi, kimi zaman savunma anlamında eşleşme sorunları yaştabiliyordu. Fakat bir sorun olmayacaktı, çünkü Isiah buna müsade etmezdi. Belki Dantley daha iyi bir oyuncuydu ama Aguirre, Pistons ile çok iyi uyuştu. Belki bu takası yapmasalardı NBA şampiyonluğunu kazanamayacaklardrdı. Bu biraz daha "Düzgün insanı takıma katma" takasıydı.

  Basketbol ile alakası yoktu.
  Ve işte bu tam olarak Isiah'ın Boston ve Lakers'ı takip ederken öğrendiği şeydi: Basketbol ile ilgili değildi.

  Bu takımlar üst düzey yetenekli oyuncular ile doluydu. Evet. Fakat sadece bu nedenle şampiyon olmadılar. Kazandılar çünkü takım içindeki oyuncular birbirlerini seviyorlardı. Birbirlerinin rollerini biliyorlardı. istatistiklere aldırmıyorlardı. Ve kazanmayı her şeyin önünde tutuyorlardı. Kazandılar çünkü bu takımdaki en iyi oyuncular herkesi mutlu etmek için çok fedakarlıklar yaptı. Tüm oyuncular aynı seviyede basketbol oynayarak kazanmayı başardılar. Bu faktörlerden herhangi biri gerçek olmasaydı kaybederlerdi. '75 Warriors bir sene sonra parçalandı. Barry'nin nahoş tavırları ve iki genç yıldız, (Wilkes ve Gus Williams) serbest kaldıklarında daha çok para etmek için istatistiğe yönelik oynuyordu. '77 Blazers parçalandı. Bill Walton'un ayak sakatığı bunun nedeniydi ama daha da önemlisi, belki de Lionel Hollins ve Maurice Lucas'ın az para aldıklarından ötürü sıkılmaya başlamış olmalarıydı. '79 Sonics parçalara ayrıldı. Yetenkli arka alan oyuncuları (Dennis Johnson ve Gus Willams) kontratlarından aldıkları para ile takımın finansal gücünü zorluyodu. '81 Lakers da geri tepti. Magic Johnson'ın takım arkadaşları çok fazla ilgi gördüğünü düşünmeye başladılar. Takımın diğer guardı Norm Nixon'ın maçlarda Magic'e pas vermemesiyle patlak vermişti bu sorun. '83 Celtics, Milwaukee tarafından süpürüldü. Tek bir sebebi vardı: Hepsi oynamak isteyen, çok fazla, çok iyi oyuncuları vardı. 86 Lakers Houston'a yenildi, çünkü Kareem eskisi kadar iyi değildi artık. Kareem'in ayağını kaydırmak isteyenler vardı ve takımda sadece Magic bu konuda aksini düşünüyordu. '87 Rockets ise infilak etmişti. Nedenleri ise doping cezaları ve kontrat pürüzleri idi. Yıllar birbirini böyle takip etmişti, her seferinde bir rakip çöküyordu ve basketbol ile alakasız bir hal alıyorlardı. Yıllar ilerledikçe şamiyonluk potasına giren takımlar oluşuyordu, çünkü tüm oyuncular rollerini biliyorlardı ve bu yönde oynuyorlardı. İşte Detroit'in de yapması gereken tam olarak buydu. İşte bu yüzden Dantley gitmeliydi.

  "İşte sır budur" diye ekledi Isiah: "Basketbol ile alakası yok"

  Basketbolun sırrı, basketbol ile alakalı değildi.

  Bunlar sadece Vegas'da öğrenebileceğiniz türden şeyler.

The Book of Basketball #3



~

Geriye sadece bir soru kalmıştı: Bird'ün hatırlanacak daha kaç yılı vardı? Zirvesine ulaştığı '86 ve '87 yıllarında, trash talk yapmayı arttırmıştı (ondan iyisi yoktu) 1 ve maçlarda rakiple dalga geçmeye başlamıştı (bir keresinde Portland'da bütün şutlarını sol elle atmaya karar vermişti), sıkılmış ve kendisine meydan okumak için çıtayı yükseltmeye çalışırmış gibi davranıyordu. All Star haftasonundaki ilk üç sayı yarışmasında soyunma odasına girip herkese ikincilik için mücadele edeceklerini söylediğine dair ünlü bir hikaye vardı. Veya Seattle oyuncusu Xavier McDaniel'a maç kazandıran şutu tam olarak nereden atacağını söylemesi ve sözünü tutup şutu tam da o noktadan sokması gibi. Bu anekdotlarla koskoca bir belgesel çekebilirsiniz, zaten NBA Entertainment da Larry Bird: Bir Basketbol Efsanesi'yle sonunda bunu yaptı.2 Maç kazandıran şutlar ve hikayeler biriktikçe, 33 numara Boston'ın Rushmore Dağı'na,  Orr, Williams ve Russell'ın yanına taşındı. Onun her şeyi yapabileceğini, bir süper kahraman olduğunu düşünüyorduk. Maçlardan önce ilk 5'leri anons ettiklerinde Bird her zaman son sırada olurdu ve anons her zaman Celtics taraftarlarının aralarında gizli bir kural varmışçasına şu sözleri duyduklarında akciğerleri patlarcasına bağırmasıyla yarım kalırdı: "Ve diğer forvette, Indiana Sta-"

Lenny Bias 1986 Draftı'ndan sonra aşırı doz aldığında, Bird skor yükünü ve dakikalarını azaltıp kariyerini uzatabilecek genç bir takım arkadaşını kaybetti. Bird'ün vücudu ona zayıflama yıllarında ihanet etti, alınan hücum faullerden, yapılan sert faullerden, boşta kalan toplara pervasızca atlamaktan vücudu yıpranmıştı. Kusurlu topukları ve mahvolmuş sırtı, zamanında Bird'ün ezdiği Kelly Tripuckas ve Kiki Vandeweghes'i 3 yavaşça demode hale getiren yeni atletik forvet dalgası yüzünden zavallı Bird sakat vücudunu sahada zorla taşıyabiliyordu. Yaptığı şey tamamen hafıza ve adrenalinle oynamaktı. Son iki sezonu '91 ve '92'de hastanede sırtını dinlendirmek için 3-4 hafta yatar ve daha sonra hiçbir şey olmamış gibi 4 yine hantal bir sırt desteğiyle geri dönerdi ve her zaman olduğu gibi ESPN Classic özgeçmişine bir maç daha eklerdi. '91 yılında Pacers'a karşı oynadığı 5. maçta kafasını yere vurması, daha sonra Willis Reed gibi geri dönmesi ve Celtics'e maçı kazandırması gibi. Veya ulusal kanalda, seyircinin o maçı uzatan üçlüğü sokmadan önce "Lar-ree! Lar-ree!" diye bağırdığı ve Portland'a 49 sayıyla patladığı maç gibi. Bu Bird'ün karaoke yapmasını izlemek gibiydi. Her şey '91 yılında Pistons'a karşı iç sahadaki bir playoff maçıyla zirveye çıktı. Bird hiçbir şutu sokamıyor ve gerçekten zorlanıyordu, tam o anda gerçek bir kuş içeri girdi ve sahanın ortasına konup oyunun durmasına sebep oldu. Taraftarlar durumun ironisini fark edip "Lar-ree! Lar-ree!" diye tezahürata başladı ve bu seride ilk kez sakat kahramanımız kendine geldi. Şutları girmeye başladı ve Celtics çok önemli bir galibiyet aldı. Garden'dan kendimizden geçmiş bir şekilde çıkarken babam "Bu gerçekten yaşandı mı?" diye sordu.

Evet. Sanırım.

Bird nihayet '92 yılında emekli olduğunda geçerli bir sebebi vardı: vücudu artık NBA fikstürünü kaldıramıyordu. Magic'in aksine geri dönmedi ve kendini düşük bir seviyede 5 göstermedi. Jordan'ın aksine prime'ı geçtikten sonra vasat bir takım için çabalayamazdı. Gitti ve bir daha dönmedi. Celtics bir daha düzelemedi, aslında bu yetersiz kalır. Bird bıraktığında Celtics öldü ve başka bir şeye dönüştü. Sonra Reggie Lewis bir anda öldü, McHale emekli oldu, Garden yıkıldı, M.L. Carr işleri batırdı, Duncan piyangosunu kaybettik, Rick Pitino işleri batırdı, Chris Wallace işleri batırdı ve Danny Ainge işleri batırdı. Bu işkence sürecinde bir yerde Celtics, Celtics olmayı bıraktı. Bird Converse Weapon'larını astıktan bir süre sonra babam saçma bir şekilde pahalı olan koltuklarından neredeyse vazgeçmeye karar verdi ama yapamadı. 2007'de utanç verici bir şekilde 61 maç kaybetmek için tank yapıp yine de Kevin Durant ve Greg Oden'ı seçemediğimizde takım babama 2007-8 sezonu için 175$'lık bir fatura gönderdi.  Evet, 1974'teki bir kombine parası, 2008'de bir maçı izlemek için vereceğiniz paranın yarısını bile karşılayamayacak bir para. Böyle berbat bir sezondan sonra kimse babamı ipleri koparacağı için suçlayamazdı, bunu yapmasına da sadece bir hafta kalmıştı. Ama en sonunda yapamadı. Eğer o biletleri satsa ve Celtics'in durumu tersine çevirmesini izleyemese kendini asla affetmezdi. Dolayısıyla babam biletini yeniledi ve üstüste 15. sene şanslı bir olayın (takas, bir draft hakkı veya Brian Scalabrine'nin nükleer bir reaksiyona maruz kaldıktan sonra insanüstü güçlere sahip olması) bizi şöhretli zamanlara geri döndürmesini umdu. Meşhur Bird-Dominique düellosu 6 gibi (Bird bunu daha önce o kadar çok kez yapmıştı ki onun tekrar gerçekleşeceğini önceden hissedebilirdiniz) bir maç daha izlemek istedi. Bu spor şaheserinden sonra (gerçekten, hayatınızda bir kez olacak bir şeydi) kafamız eve gidemeyecek kadar iyiydi, biz de Wellesley'de Bailey's denen bir dondurmacı bulup sundae söyledik. 20 dakika boyunca bir şey konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Sadece dondurmalarımızı yemeye ve kafamızı sallamaya devam ettik.  Ne diyebilirdiniz ki? Böyle bir şeyi kelimelere nasıl dökebilirdiniz? Dilimiz tutulmuştu, bitkin düşmüştük, gerçekten şanslıydık.

NBA'in böyle bir şeyin aynı anda 3-4 takımdan fazlası için gerçekleşmesi bahsine yüksek oranlar koymasına rağmen daha fazla Bailey's mucizesi yaşama fırsatından vazgeçemezsiniz. Lig 30 takıma genişlediğinde şans her zamankinden daha büyük bir faktör haline gelmişti. Lotaryada, genç oyuncularda, takaslarda, her şeyde şanslı olmalıydınız. Phoenix Amar'e Stoudemire'ı seçti çünkü 8 takım onu pas geçmişti. Portland ilk sıra için %5.3 hakkı varken Greg Oden'ı seçti. Dallas Dirk Nowitzki'yi seçebildi çünkü Milwaukee Bucks onun haklarını Robert Traylor için draft etmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüştü. New Orleans Chris Paul'ü seçebildi çünkü önceki 3 takım aptal bir şekilde onu pas geçti. Cidden, Auerbach bile Bird'ü şans sayesinde draft etti. 5  takım onu Boston'dan önce seçebilirdi ama hepsi başkasını tercih etti. İşte bu NBA. Akıllı ve şanslı olmalısınız. Lewis, Bias'ın trajik ölümünden 7 yıl sonra öldüğünde, Celtics şanslı ve akıllı olmayı bıraktı, ama bu babamın her yaz işlerin iyi gitmesini umarak o biletleri yenilemesini durduramadı.

Bu kulağa ne kadar garip gelirse gelsin, bir basketbol fanı olarak başarılı bir takımı destekleyip onun kaybolduğunu görmek, takımının hiçbir zaman başarılı olamamasından daha zor bir durum. Basketbolu bir uçak gibi düşünün, eğer hiç first class'ta uçmamışsanız kendinizi koltuğa sıkıştırmaya çalıştığınız her seferinde neler kaçırdığınızı bilmezsiniz. Ama ya birkaç yıl first class olup koltuğunuzu kaldırıp indirmiş, ayaklarınızı uzatabilmenin ferahlığını yaşamış, lüks içecekleri yudumlayıp biftek yemiş, ünlülerle ve yaşlı zenginlerle evlenmiş genç kadınlarla beraber oturmuş ve bir prens gibi hissetmişseniz? Bunlardan sonra ekonomi sınıfına gidip "Of, bu berbat." diye düşünürsünüz. Eh, bu da babama 1973 yılında bir vergi iadesinin sağladığı şeydi: 20 yıllık muhteşem bir basketbol süreci, mutlu anılar, yılda 40-50 harika gece ve daha iyisi olamaz diye düşünürken tüm zamanların en iyi oyuncularından birinin kariyerini baştan sona takip etmek... ve her şey yavaşladıktan ve Celtics first class'tan ekonomi sınıfına düştükten sonra tek umudumuz bunun geçici bir aksama olması ve her şeyin eski haline gelmesiydi. Bu her yıl babama first-class fiyatlarına mal olsa bile o önemsemedi. Uçağın ön kısmına davet edilmeye hazırdı, her zaman hazır olacaktı.
Karar verildi, her baharda o faturayı ödemeye devam edecekti.

Ne olursa olsun.

*

Bird'ü, Magic'i, Jordan'ı prime zamanlarında, '70 Knicks'i, '01 Lakers'ı, veya insanlar arasında yankı uyandıran herhangi büyüleyici bir oyuncu veya takımı izlememiş biri için önceki üç paragrafı anlamak zor olabilir, çünkü o anları yaşamış olmanız gerekir. Bird'ün etkisi, her büyük sporcuda olduğu gibi, emekli olduktan sonra azaldı. 7 Hikayeler ve anekdotlar, YouTube klipleri ve ESPN Classic maçları hala varlar, ama yine de bu yeterli değil. 2007 baharında, bir pazar sabahı NBA TV'de (muhtemelen sadece ben ve ailesi izliyorduk) tesadüfen Havlicek'in veda maçına denk geldim. Bu maçta iki şey dikkatimi çekti. Birincisi, maçın başlangıcı 8.5 dakika gecikmişti çünkü Celtics fanları Hondo anons edildikten sonra tezahürat etmeyi bırakmıyordu. Bu 2009 yılında biri için gerçekleşebilir mi? 8 Ve ikincisi, CBS'in çok eski ilk yarı istatistiklerine göre, Havlicek'in 9 Nisan 1978'de istatiksel özgeçmişi şu şekildeydi:

En çok maç oynayan oyuncu (1269)
En çok playoff maçında oynayan oyuncu (172)
Üst üste 16 sezon boyunca 1000 sayıyı geçen tek oyuncu
Kariyer sayı sıralamasında üçüncü (26895)
Kariyer dakika toplamında ikinci (46407)

Bu sayıları 30 yıl sonra gördüğümde bile dilim tutulmuştu. Evet, Hondo'nun bizi '76 şampiyonluğuna taşıdığını, onun tüm zamanların en iyi oyuncularından biri olduğunu ve fiziksel olarak insanüstü olduğunu, yorulmadan her gece 42-44 dakika oynadığını hatırlıyordum. Son sezonunda rakip takımların onu her fırsatta hediyeye boğduğunu anımsıyorum. 9 Ama sayıda üçüncü, dakikada ikinci, maç sayısında birinci olması? John Havlicek? Biraz araştırma yaptım ve Hondo'nun 13 kez üst üste All-Star, 4 kez All-NBA First Team ve 7 kez All-NBA Second Team olduğunu, 8 şampiyonluk ve 1974 Finaller MVP'sini kazandığını ve NBA'in 1980'de 35. yıl takımındaki 11 kişiden biri olduğunu öğrendim. Bugün bile sayıda 10, dakikada 8, playoff sayılarında 7. durumda. Yani her ölçüde gelmiş geçmiş en iyi 20 oyuncudan biri. Ama ölümüne NBA fanı 30 yaş altında kaç kişi onlara gelmiş geçmiş en iyi 20 oyuncuyu sorduğunuzda Havlicek'in ismini söyler? Üç? Beş? Cidden, sizce en fazla kaç tanesi "Havlicek"'in nasıl yazıldığını bilir?

Bu da şu soruyu akla getiriyor, büyüklüğün bir raf ömrü var mıdır?

Bu Havlicek maçından birkaç hafta sonra genç LeBron James Detroit'e 48 sayı atarak '07 playofflarının ve Cavs-Pistons serisinin ömrünü uzattı. Açıkça muhteşem bir şey gerçekleşmişti:  olay sadece Marv Albert'in bu performansı gelmiş geçmiş en iyi playoff performanslarından biri olarak yüceltmesi değildi, bu LeBron'un kendisini bir başka seviyeye geçirdiği önemli bir dönüm noktasıydı. Köşe yazarları, bloggerlar, taraftarlar o geceyi yorumlamak için yarışa geçtiğinde bütün bu abartı yerinde gözüküyordu. Hatırı sayılır miktarda insan "MJ büyüktü, ama asla böyle bir maç oynamadı" kartını ileri sürdü, sanki Jordan'ın muhteşem kariyeri LeBron'un başardığı şeyin değerinin anlaşılması için küçültülmeliymiş gibi. Ertesi gün ESPN.com'daki köşemde Jordan'ın hiçbir rakibini LeBron'un dökük Pistons'a yaptığı gibi fiziksel olarak ezmediğini yazdım ve o Cavs-Pistons maçındaki LeBron'u, Bo Jackson'ın prime'ında ortalığı kasıp kavurmasına benzettim.

Haftasonu geldiğinde herkes "Özel 48" konusunda biraz daha sakinleşmişti, ben de kendimi Jordan'ın öldürücü anlarını hatırlarken buldum - Drexler'ı '92 finallerinde nasıl soğukkanlılıkla mahvettiğini, Riley'in Knicks'inin rugby taktiklerini nasıl yendiğini, '98'de 7. maçı Pacers'tan sürekli çizgiye gelerek nasıl aldığını, Chicago kariyerini Utah karşısında inanılmaz 'turnike-top çalma-şut' sekansıyla sonlandırdığını- ve herkes gibi "yenisini taçlandırmak için eskisini düşürelim" tuzağına düştüğüme pişman oldum. Bunu yapmayacağıma her zaman yemin etmiştim. Favori kitaplarımdan biri bir spor yazarı (Mike Lupica) ve bir Hollywood senaristinin (William Goldman) New York için çılgın bir spor yılına dair yazdığı Till Next Year'dır. Bir taraftarın perspektifinden yazan Goldman, Wilt Chamberlain'in mirası olarak anılan, favorilerimden biri olan ve bu kitapta büyük bir etkisi olan "To the Death"'e dair tutkulu bir savunma yapmıştı. Goldman'a göre büyük sporcular hafızalardan başkaları onlardan daha iyi olduğu için değil, onların kariyeriyle alakası olmayan şeylerden dolayı (Russell'ın kötü bir yorumcu veya O.J.'in kötü bir eş olması gibi) hafızalarımızın zedelenmesinden dolayı unutulurdu. Çok önemli bir alıntı: "Bir sporcunun yaşadığı en önemli zorluklardan biri hafızalarımız için savaşmasıdır. Bu yavaş yavaş olur. Siz farkına varmadan başlar ve gözden düşmeyle biter. Gerçekten ölümüne bir savaştır."

Bu kısım 1988'de yayınlandı, Bird ve Magic'in süper güçlerinin zirvesinde olduğu, Jordan'ın LeBron'un Detroit'e karşı yaşadığını yaşamasına yaklaştığı dönemlerde. Zaten daha sonra onları eleştireceğimize üzülmüş olan Goldman şu tahminde bulundu: "Bird ve Magic'in zamanı yaklaşıyor. Onları şimdi sevmek kolay, ama bekleyin. Sadece 10 yıl bekleyin." Sonra da taraftarların 2000 yılında söyleyeceği şeylere dair dalga geçen, Magic'in kimseyi savunamadığını ve Bird'ün çok yavaş olduğunu ifade eden bir paragraf yazdı. Bu dalga geçtiği paragrafı şu alıntıyla bitirdi: "Bird tabii ki iyiydi, Magic de öyle, ama ikisi bugün oynayamazdı." Belki bu olay henüz onların oyunlarının eşsizliğinden, kariyerlerinin simetrisinden ve bütün "Magic ve Bird NBA'i kurtardı" mitinden dolayı (ona da geleceğiz) yaşanmadı. Ama Jordan? Şimdiden yaşanıyor. 1998 yılında herkes Jordan'ın gelmiş geçmiş ve gelecek en iyi oyuncu olduğunda hemfikirdi. Bu bizi onun yerine Grant Hill'i (olmadı), Kobe Bryant'ı (olmadı), LeBron James'i (oluyor) ve tekrar Kobe'yi (2008 civarında bir süre oldu, ama yine de olmadı)  koymaktan alıkoymadı. Herkesin 2007'de Jordan'dan LeBron için vazgeçmesi şaşırtıcıydı. Evet, "Özel 48" olağanüstü bir spor olayıydı ama 20 yaşındaki Magic'in sakatlanmış olan Kareem yerine maça pivot pozisyonunda başlaması, 1'den 5'e kadar her pozisyonu oynaması, 42-15-7 yapması ve Lakers'ı 1980 şampiyonluğuna kavuşturması kadar etkileyici değildi. Eğer o bugün yaşansaydı, Skip Bayless'ın kafasının parçaları bütün Bristol'a saçılırdı. 10

Peki bizim sürekli olarak geçmişi yerip ânı yüceltmemiz neden? Goldman her çağın "çok küstah ve çok kibirli" olduğuna inanıyordu. Haklıydı, ama yine de bu küstahlık ve kibirlilik hali tamamen bilinçli değildi. O anki yıldızlarımızın eskiden izlediklerimizden daha iyi olduğuna inanmak istiyoruz. Neden? Çünkü sporla ilgili en iyi şey bilinmezliktir. Neler olabileceği ile ilgili düşünmek zaten gerçekleşmiş şeyleri düşünmekten daha eğlencelidir. Başka Magic ve başka Bird göremeyeceğimizi biliyoruz; aramayı çoktan bıraktık. Onlar fazla eşsizlerdi. Ama Jordan ... bu düşünülebilir. Yaşamımız boyunca bir tane daha inanılmaz derecede rekabetçi ve sırrı anlaşılamaz bir şekilde yetenekli şutör guard izleyebiliriz. Belki. Yani aslında durum LeBron'un Jordan kadar iyi olmasını istememiz değil, onun Jordan'dan daha iyi olmasına olan ihtiyacımız. MJ serüvenini zaten yaşadık. Kim aynı filmi tekrar kiralamak ister ki? Biz LeBron'un bizi daha önce gitmediğimiz yerlere götürmesini istiyoruz. Bu, kendimizi Shaq'ın Wilt'ten ve Nash'in Cousy'den daha iyi olduğuna inandırmamızla aynı sebepten ileri geliyor. Bunların doğru olup olmadığını bilmiyorduk, ama sadece öyle olmalarını istedik.
Geçmişe yeterince minnet duyamamızın daha basit bir sebebi de var. Havlicek yayınının bana kanıtladığı üzere, eğer üzerinde düşünmeyi yeterince uzun bir süre bırakırsanız beyninizde her zaman yer etmiş olan "Tuttuğum basketbol takımı ben çocukken gelmiş geçmiş en iyi 20 oyuncudan birine sahipti ve ben çocukluğum boyunca onu izledim." düşüncesini bile unutabiliyorsunuz. Zamanın birinde, Boston Garden tam 510 saniye boyunca Hondo diye tezahürat yaptı. Ve ben ordaydım. O binadaydım. O 510 saniyenin her biri boyunca ben de bağırdım ve o anlar kötü bir sezonun tek mutlu hatırasıydı. İşte bu da o gürültü hakkında komik bir şey: önünde sonunda duruyor.

Bu kitap da tamamen bununla ilgili: o gürültüyü, sesi yakalamak, birçok boktan şey arasından yaşaması gereken hikayeleri, oyuncuları ve takımları seçebilmek. Aynı zamanda NBA ile ilgili, bu zamana nasıl geldik ve nereye gidiyoruz. Bu amacım belki fazla hırslı ve muhtemelen belli bir plana ve şemaya sadık kalmam gerekirdi, ama siktir edin - kitap bittiğinde her şeyin bir anlam ifade edeceğinden eminim. Gerçekten. Sadece şunu bilin ki ben yaşlandıkça spor anılarımın azalması beni tahmin edebileceğimden çok daha fazla rahatsız ediyor, özellikle basketbol gibi sadece istatistiklerle anlaşılamayacak bir sporun anıları. Anılarımı, düşüncelerimi ve fikirlerimi onları unutmadan veya bir Clippers maçında t-shirt bombasıyla ölmeden önce yazmak istedim, hangisi daha önce gerçekleşirse artık.

Örnek olarak Bird'ü düşünün. Büyük planda, 33 numara işini sıradışı bir şekilde iyi yapan oldukça uzun ve iyi koordinasyona sahip bir adamdı, hepsi bu. Onu bir süper kahraman olarak nitelendiremezsiniz çünkü hayat kurtarmıyor veya dünyayı daha iyi bir yer haline getirmiyordu. Aynı zamanda, kahramansı özelliklere sahipti çünkü New England'daki herkes onun yenilmezliğine inanmıştı. Bizim için çok fazla kez kazanmıştı, bir süre sonra bizim için yine başarmasını bekledik, ve o hala kazanmaya, bizi hayal kırıklığına uğratmamaya devam edince ona tamamen bağımlı olduk. Bunu biliyorum çünkü onun prime'ını yaşadım - bir basketbol düşünürü olarak gözünüzde yeterince kredi sahibi olup olmadığım size bağlı 11 - ama size söylüyorum, Boston taraftarları 1987 baharında tam olarak bunları hissediyordu. Ne yazık ki, Official NBA Register'da Bird'ün kariyer istatistiklerine göz gezdirip "taraftarları tarafından en çok kez kazanması, başarması istenen ve bunu başaran oyuncu" istatistiğini bulamazsınız. O yüzden size onun en hatırlanası maç kazandıran şutu hakkında bir hikaye anlatayım, aslında girmeyen bir şutun hikayesini.

Üstüste 3 MVP ödülü kazandıktan sonra, Efsane kariyerinin en muhteşem bölümünü '87 baharında geçiriyor, yaşlanan bir takımı McHale'in kırık ayağına (cesur bir şekilde oynamaya devam etmişti), oynamayan Bill Walton ve Scott Wedman'a, aynı zamanda bileklerinde sakatlık bulunan Parish ve Ainge'e (ikisi de sakat sakat oynadı) rağmen tek başına üç tur boyunca taşıdı. Evet, bunlar takımdaki en iyi 7 oyuncunun sadece 5 tanesiydi. Doğu Finalleri 5. maçının son saniyeleri geçerken, Bird Isiah'tan çaldığı meşhur topla sezonu kurtardı ve o an hala Garden'ı hayatım boyunca duyduğum en gürültülü an. Üst kısmın gerçekten sallandığını hatırlıyorum, çünkü bütün herkes katıksız bir mutlulukla zıplayıp duruyordu. İşte bu spor hakkındaki muhteşem bir şey, imkansız bir şeyin olmasını istediğinizde 5000'de 4999 kez bu gerçekleşmez, ama o 5000. sefer vardır ki Tanrı aşkına, o şey gerçek olur. O şey Bird'ün çaldığı toptu. İki maç sonra Detroit'in işini son anlarda soktuğu çeşitli yıpratıcı şutlarla bitirdi, buna inanmanız için görmeniz gereken gülünç 15 foot'luk sol elle attığı potalı giren şut da dahil. 12 İşte o anda Bird'ün durdurulamayacağına inanmıştık. Oyununu sürekli yüksek seviyelere taşıyordu, daha ne kadar yükseğe çıkartabilirdi? Mutlaka kazanmaları gereken bir 4. maçta 30 saniye kala 1 sayı gerideyken Celtics, Bird için bir set uygulamaya çalıştı ama James Worthy onu kontrol altına alıp kendisine yakın tutmak için formasını çekti. 13 Bir şekilde top dönüp dolaşıp Bird'ün olduğu tarafa ulaştı, Worthy Dennis Johnson'ı savunmak gibi bir aptallık yapıp Legend'ın boş bir köşe üçlüğü bulmasını sağladı.

(On beş bin insanın nefesini tuttuğunu gözlerinizin önüne getirin.)
DJ topu ayağını kurmuş olan Bird'e iletti, o da tam olarak Lakers benchinin önünde topu kaldırıp şutunu attı.
(Yine on beş bin insanın "Threeeeeeeee..." diye bağırdığını düşünün). Swish.
(Bu sefer de on beş bin insanın “Hrrrrrrrrrrr-aaaaaaaaaaahhhhhhhhhhh!” diye çığlık attığını hayal edin.)

Eğer maçı tam o anda durdurup Bird'ün Charles Nehri'ni yürüyeceğini söyleseler sadece oraya giden ilk çocuk olmaz, aynı zamanda kameramı da götürürdüm. Mola boyunca ayakta durduk, bağırmaya, tezahürat  yapmaya devam ettik, o an tanıklık ettiğimiz şeyden sonra maçı kaybedeceğimizi bir an bile olsun düşünmedik. Lakers her zamanki "topu Kareem'e verelim, nasıl olsa hakemler bir şekilde olayı halleder" oyununu oynadı ve faul almayı başardı. Kareem ilkini attı, ikincisini kaçırdı, hakem Earl Strom Mychal Thompson'ın Mchale ve Parish'i itip onların topu dışarı düşürmesine neden olan faulü çalmadı. Top Lakers'ta. Bu çalınmamış faul, eğer kırık bir ayakla (kusura bakmayın, bu konuda hala üzgünüm) oynuyor olmasa Mchale'in bloklayabileceği Magic'in tüyler ürperten baby sky hook şutuna yol açtı. Sadece iki saniye kalmıştı ve  Lakers oyuncuları etrafta hoplayıp zıplıyor, kutlama yapıyorlardı.  Ama bizim hala 33 numaramız vardı. Binadaki herkes topu Larry'nin alacağını biliyordu. Binadaki bütün herkes hala işimizin bitmediğini biliyordu.

Peki ne oldu? Lakers Bird'e iki adam verdi, bir şekilde o sahanın orta kısmında serbest kalmayı başardı (cidden, bunu nasıl yapabildi), çizgiye yaklaştı ve pası yakaladı, momentumunu kontrol edip çok kısa bir sürede ayağını Riley'in önünde yere bastı, vücudunun üst kısmını bir nanosaniyede dikleştirdi ve Lakers benchinin önünde bomboş bir üçlük attı. Tam olarak o anda, sahanın orta kısmındaki koltuğumun önünde muhtemelen paçamdan damlayan çişle ayakta duruyorken o şutun gireceğine dair her şey üzerine bahse girebilirdim. Beybzol kartı koleksiyonumu, Intellivision'ımı, bekaretimi,14 hayatımı verebilirdim. Muhtemelen Lakerslılar bile o şutun gireceğini düşündü. Maçı izleyin ve Lakers yedeği Wes Matthews'un Bird'ün arkasında parkeye kapaklandığını, Bird'ün arkasında sanki bir korku filminde bir cinayete tanıklık edecekmişçesine dehşet içinde çığlık attığını göreceksiniz. Taraftarların "Hasiktir, basketbol tarihinin en büyük şutuna tanıklık edeceğiz" anlamına gelen tuhaf bir ses çıkardığını duyacaksınız. Topun tam olarak çembere çarpmadan önceki anında maçı durdurabilirsiniz. Şut girecek gibi gözüküyor olmalı. O şut girmeliydi.

Ama girmedi.

(5:35'e sarın)

Bird şutu attığında vücudu tam olarak benim ve potanın arasında hareket ediyordu; topun eğiminin üst noktasından düz bir çizgi çekip Bird'ün kafasından geçerek tam olarak bana ulaşabilirdiniz. 20 yıl sonra o şutun havada ilerlemesini hala hatırlıyorum, girme şansı olduğunu hemen anlamıştım, ama bir an sonra top çembere çarptığında sanki Mike Tyson beni bir yumrukla yere sermiş gibi hissediyordum. Bird o şutu ufacık bir farkla kaçırdı, belki de bir tırnak uzunluğundaki bir farkla. Daha yakın olamazdı, bir şutu aslında sokmadan o topun baskte olmasına o kadar yaklaşamazdınız. 15

En çok hatırladığım şeyi söyleyeyim. Garden'ın sesi değil (iniliyle sonlanan topluca bir beklenti anı ve hayal edilebilecek en sağır edici sessizlik) 16, kendinden geçmiş Lakers oyuncularının Powerball'u kazanmışçasına sahadan koşarak çıkmaları değil (ne kadar şanslı olduklarını biliyorlardı), yanımdaki insanların ne kadar şok olduklarını yansıtan yüzleri değil (herkes ayakta ağızları açık bir şekilde, inanamaz şekilde potaya bakıyor). Hayır, hatırladığım şey Larry. Şut çemberden sektiğinde bir an donakaldı ve Lakers arkasında sevinirken bile çembere inanamaz  bir halde baktı. Tıpkı bizim gibi o da inanamıyordu.

O şut girmeliydi.

O an sona erdi ve Bird sahayı terk eden koçlar ve oyuncuların arasına katıldı. Koridora giderken babamla benim yanımdan geçtiğinde o da herkes kadar şaşırmış gözüküyordu. 17 Geri kalan hepimiz koltuklarımızda kaldık, şok olmuş bir halde ve Celtics'in kaybettiği gerçeğiyle yüzleşemeyerek dışarıda toplu bir yürüyüş için kendimize gelmeye çalıştık. Er Ryan'ı Kurtarmak'ı sinemada izlediyseniz, jenerik akmaya başladığında herkesin nasıl da paralize olduğunu ve hareket edemediğini hatırlıyor musunuz? İşte Garden da tam olarak öyleydi. İnsanlar hareket edemiyordu, koltuklarına külçe gibi çökmüşlerdi. Az önce suikaste uğramışçasına koltuğuna düşmüş babam da dahil olmak üzere kederin yedi aşamasını iki dakikada yaşamıştık. Ona "Hadi baba, çıkalım artık" dediğimde bile hareket edememişti.

Birkaç saniye daha geçti ve babam sonunda bana baktı.

"Bu şutun girmesi gerekiyordu." diye homurdandı. "Nasıl olur da girmez?"

O geceden bu yana 22 yıl geçti ve ona bu konuda hala bir cevabım yok. Geri kalan her şeye cevap verebilirim.

Sanırım.

________________________________

1-Kişisel favorim: Bird bir keresinde Indiana'lı Chuck Person'a maçtan önce onun için bir Noel hediyesi olduğunu söylemişti. Maç esnasında Pacers benchinin önünde bir üçlük attı, Person'a döndü ve "Merry fucking Christmas" dedi.
2-IMDb.com'da bu aynı zamanda İsa'nın Tutkusu olarak listeleniyor.
3- Bird'ün prime'ının Scottie Pippen'ı ucu ucuna kaçırması çok kötü bir şey, gelmiş geçmiş en iyi defansif forvet ve Bird'e fantastik set çekebilecek biri. Pippen olgunlaştığında Bird'ün kariyeri sona ermek üzereydi. Bizim kaybımız.
4-Bird'ün sırt desteği onu şişman, çirkin ve bir bakıma Karate Kid 3'teki Ralph Macchio gibi gösteriyordu. '92 yılında Cavs karşısındaki ölüm kalım maçı olan 6. maçta hareket edemiyordu ama yine de oyunu pas yeteneğiyle domine etti (16 sayı ve 14 asist). Daha sonra Cavs 7. maçtan önce fark etti ve muhtemelen "Bir dakika, top süremiyor, tek yapmamız gereken top ondayken onu kovalamamız ve hücumda onun üzerine yüklenmemiz!" dedi. Maçı 18 sayı farkla kazandılar ve %59 ile hücum ettiler. Efsane için üzücü bir son.
5-Hatta Magic'in durumunda daha da kötüsü, All Star haftasonunda 3'e 3 Efsaneler/Ünlüler maçı.
6-'88 yılı Doğu Yarı Finalleri 7. maçı: 'Nique 47 sayı atıyor fakat Bird son çeyrekte 20 sayı üretiyor. Öyle bir sekans vardı ki ikisi karşılıklı olarak beş hücum basket buldu, Brent Musberger'den "Büyüklüğün ne olduğunu izliyorsunuz" övgüsünü aldılar.
7-Bird'ün 1986 yılındaki kehanetimsi sözü: "Tek bildiğim insanların eski oyuncuların ne kadar iyi olduğunu unuttukları. Bunun benim için de aynı şekilde olacağını biliyorum."
8-8 dakika 30 saniye. Bu Stairway to Heaven'dan, Hulk Hogan'ın MSG'de WWF finalinde Iron Sheik'i devirmesinden, Pats'in 35. Super Bowl'da son hücumundan (duraklamalar dahil); Temel İçgüdü'deki tüm seks sahnelerinin toplamından, Stevie Wonder'ın en uzun Grammy ödülü kabulü konuşmasından; Ricky Martin'in gay olmadığına inandığımız saniyelerin toplamından, Rocky'deki efsanevi dövüş sahnesinden, David Beckham'ın Amerika'da futbolu tekrar popüler yaptığı süreden daha uzun bir süre.
9-Emekli olacak yıldızlar için veda turu 70'lerdeki aptal bir gelenekti, 80'lerde Julies Erving'le zirveye ulaştı ve Kareem 89'da emekli olduktan sonra sona erdi. Aynı anda çok sayıda duygu vardı - Erving'i özleyeceğimiz duygusu veya Kareem'in bıraktığından dolayı duyduğumuz memnuniyet gibi.
10-
https://twitter.com/RealSkipBayless
11-
Bu Kareem ve Vince hakkındaki iğnelemeler hariç tamamen önyargısız bir kitap. Kobe gibi işbirlikçi, yapmacık, sevimsiz biri bile son derece saygılı bir şekilde ele alınacak. Söz veriyorum.
12-Bunu kaçırdım çünkü lise mezuniyetim Connecticut'ta bir önceki geceye ayarlanmıştı ve uyumayacağımı biliyordum. Amcam Bob benim koltuğumda oturdu ve birkaç kez CBS'te göründü. Ayrıca, bu mezuniyet balosunda biriyle takılamadım, biriyle takılmaya yaklaşamadım bile. O pazar sabahı erken kalkıp 150 dakikalık yolu arabayla gelmediğime pişman olduğum zamanların sayısı: 280975.
13-Hakemler neredeydi? Yakın zamanda bu maçı tekrar izledim ve maç sonlarındaki 20 berbat kararlarından birine sinirlenip bağırırken duygusuz karım mutfaktan "Maçta zaten ne olduğunu bilmiyor musun?" diye seslendi. Evet, ama yine de...
14-Tekrar söylüyorum, mezuniyet gecesinden iş çıkmadı.
15-NBA'in son 10 yıl içinde yaptığı belgesellerin birinde Worthy o şutun girmesiyle ilgili hala kabus gördüğünü itiraf ediyor. Ve o seriyi Worthy kazandırmıştı.
16-Bu şutu NBA tarihinde seyircilerin çıkardığı herhangi bir hrrraaaaaa-ohhhhh sesinin karşısına koyarım.
17-Bunun sonunda beni görebilirsiniz, tam olarak James Brown Magic ile röportaj yapmadan önce. Mavi polo bir gömlek giyiyordum ve biraz Growing Pains'in ikinci sezonundaki Kirk Cameron'a benziyordum. Aynı zamanda bir doktorun bana cinsel yolla bulaşan bir hastalığa sahip yakalandığımı söylemiş gibi duruyor da olabilirim.