diğer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
diğer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Buhar


Vallahi beraber yaşlandık be. Fotoğrafı büyütüp büyütmemek sizin elinizde.

Hayır


Çok şey yazıldı bügüne kadar, çok şey söylendi. Geneli de boş lakırdılardı, ticari kaygısı olan şeyler veya birer pr yöntemiydiler. Tüm bunlardan bağımsız her şeyden -belki- alakasız bir yazı yazmak istedim gezi hakkında. Yıldönümünde. Her şeyin başladığı ve her şeyin bir anlamda değiştiği günde. 31 Mayıs'ta.

Gezi Parkı'na hayatımda ilk defa 1 Haziran günü polisi geri çekilmeye zorladığımız gün girmiştim, açıkçası yanından çoğu kez geçtiğim bu yeşil yer(?) hakkında ''ulan bir girsem mi içeri'' diye düşündüğüm hiç olmamıştı bir doğma büyüme -her ne kadar orjini doğu olsa da- istanbullu olarak. Durum böyle olunca ve çevreye/doğaya karşı duyarlılığım ''kardeşim apartmanın önüne çöp atmayın'' seviyesinde olunca açıkçası umursamamıştım Gezi Parkı'nın yıkılmasını. Taksim'e her gidişimizde metrodan çıkışımızda bana verilmeye çalışılan bildirilerden hiçbirini açıp okuma zahmetine bile girişmemiştim. Umrumda değildi Gezi Parkı ya da doğa, her neyse işte. Hem nasıl umrumda olsundu ki? Doğduğu günden beri doğayla mücadele eden; yazdan, kıştan; güneşten, yağmurdan, kardan; ağaçtan, ormandan nefret eden ya da nefret edilmeye zorlanan biriydim. Hala da öyle duyarlı bir insan sayılmam bu tip konulara karşı. O gün bize bildiri vermeye çalışan Taksim Dayanışmasındaki insanları bugün görsem öperim, sayarım. Bir yerde çay ısmarlama girişiminde bile bulunurum. Çünkü onlar sayesinde insan olduğumuzu hatırladık. Çünkü onlar sayesinde ''dirildik''.

Olayların tarihçesi, kronolojik sıralaması veyahut kimin nerede ne yaptığını yazıp; çadır yakan zabıtaları, biber gazı sıkan insan konsantrelerinin marifetlerinden bahsetmek herkesin yaptığı/yapmaya çalıştığı bir şeydi gezi sonrasında. Ben de yapardım da, inanın aklımda değil önce çadırı kimin yaktığı, polisi kitap okuyarak kimin tahrik ettiği veya polise karanfil atarak kimin saldırdığı. 31 Mayıs günü meşhur kırmızılı kadın(replikası hala kitaplığımda yer alır) mevzusu ve çadır yakma olaylarını izleyince kanım donmuştu, sinirlenmiştim. Sinirlenmemin sebebi hem bunları yapan insan müsvetteleriydi hem de çaresizliğimdi. ''Ne yapabilirim ki'' diye düşünmekten kafayı sıyırıp ertesi gün Taksim'e gitmeyi kararı almam 5 saniye falan sürdü ama dünya'nın en uzun 5 saniyesi. İnsan sinirli olunca zaman geçmiyor.


Pasif direnişten aktif direnişe geçiş dönemim civardaki en büyük süpermarkete gidip çantamı sirke, limon ve suyla doldurmaktı. Arkadaşlar da sağ olsun yardımcı oldular ve yola koyulduk. Metrobüsle gidiyorduk Gezi'ye. Taksim'e. Devlet'e karşı devlet'le işbirliği yapmış gibi olmak bu olsa gerekti. Genelde futbol mücadelelerinden önce kullandığımız kalıp şimdi bizim için direniş sloganıydı. ''METROBÜSLE GELİYORUZ''. Tabii direkt metrobüsle gitmek imkansızdı. Okmeydanı'ndan itibaren her yer polis doluydu. Biz de mecburen Kabataş'tan Tophane'ye geçip oradan Taksim'e varmayı hedefledik. Bu sırada alanda bulunan arkadaşlarım ''şuraya gelme, burada bizi sıkıştırdılar'' gibisinden mesajlar atıyorlardı. Tophane'den yukarıya çıkmak bizim için korkutucuydu. Kaç senelik Tophane, biri bi' şey anlasa zaten siki tutmuştuk. Allah'tan kimse bir şey anlamadan Galata'nın arka sokaklarına varabilmiştik dolambaç çizerekten. Derken elemanın teki bizi durdu. Hafif bir tırsmamızın ardından bize nereye gittiğimizi sordu. Anlattık derdimizi direnişe gidiyoruz dedik. ''Tünel'e gidin orası biraz daha rahat, lise'nin ordan vuruyorlar'' önerisini dinledikten sonra eyvallah çekip yolumuza devam ettik. Gerisi bolca gözyaşılı, dumanlı, sirkeli ve talcidliydi.

İnsan biber gazını ilk yediğinde enteresan bir halet-i ruhiyeye bürünüyor. O an burnunu kırıp gözlerini yerinden çıkarasın geliyor sonradan alışsan da ilk yiyiş ayrı bir enteresan. Sevgili'ye ilk öpücük, ilk seks gibi. Hep o randımanı arıyosun. Talcid'le tanışmamız ise daha enteresandı. Bir ''arkadaşlar yavaş yavaş. koşmayın, sakin oluuun'' anında oldu. İyi de oldu, resmen hızır gibi yetişti yardımımıza biber gazını yedikten hemen sonra, sığındığımız bir butikin içinde. TOMA geri çekilince butik sahibine teşekkür edip çıktık. Sonrasında bir kördüğüm halinde polisle olan savaş devam etti. Bir ileri, bir geri. 3-4 saat rahat süren bu hengamenin ardından mola verdiğimizde, alanda rastlaştığımız tanıdıklarla ''abi biber gazı atmıyorlar. bu başka bişiy, portakal gazı'' muhabbetini çeviriyoduk ki... Derken geri çekilmek zorunda kaldılar ve park halkın oldu. Gezi düşmüştü, Gezi artık halkındı, Gezi bizimdi.


Parkta çok tanıdık vardı. Eski sevgililer, gelecekteki sevgililer, okuldan arkadaşlar, mahalleden arkadaşlar. Eee herkes buradaymış modunun ardından çimenlere yığılış... Yorgunduk ama mücadele altta hala devam ediyordu. Dolmabahçe'ye inerken gördük onu da, polis oradan da defedelince koskocaman bir ÇARŞI pankartı açıldığında yorgunlukla karışık bir rahatlık sardı. Fenerlisi ile Galatasaraylısı ile SİYAH-BEYAZ EN BÜYÜK BEŞİKTAŞ diye bağırdık. Enteresan bir deneyimdi, üzerinde Fener forması olan adamın en büyük Beşiktaş demesi ileride her ne kadar sinir bozucu bir hale gelse de o an için müthişti, benim açımdan daha ötesi gurur okşayıcıydı.

Gezi'ye ertesi günkü ziyaretimiz biraz beni şaşırtmıştı orada gördüklerimden dolayı. Resmen okuduğumuz o sikik ütopyaların içindeydik. İstediğini gidip alıyor, istediğini gidip okuyor kısacası her istediğini yapıyordu oradaki güruh. Allahım devrim yoksa devrim böyle bir şey miydi? Tadı şu an hala damağımızda olan şey belki devrimdi evet ama böyle gitmeyeceğini biliyor gibiydik. Sustuk, konuşmadık. Çimlere uzanıp kitap okumaya devam ettik. Sonuçta barikatlar sağlamdı ya da biz öyle düşündük. En azından beynimizdeki barikatlar artık daha sağlamdı.Karpuzcu tezgahtaki son karpuzu kesiyordu.

Tüm bunlar yaşanırken maymunlar cehennemi'nde muz satılıyordu anti gezi çevresinde. Satıcı belliydi başbakan. Kapış kapış gidiyordu söylemleri. Camii'ye ayakkabıyla mı girilmedi, Camii'de bira mı içilmedi, Kabataş'ta türbanlı bacısı mı dövülmedi... Dedi de dedi, ee alıcı da istekli olunca satışlar patladı gitti. Ateist olduk, faiz lobisi olduk, dış güçlerin uşağı olduk. Ulan biriniz de çıkıp dediniz mi sen niye faiz lobisinin uşağı oldun? Belki gelir sen de bize katılırdın. O muzlardan daha sonra çıkacak böceklerin seni yiyip bitirmeyeceği ne malum? Bunlar işin bonusu, çok gülen çok ağlar misali. Ağlattık, kanattık, korkuttuk. Bunları yaparken biz de ağladık, kanadık ama korkmadık. Siner gibi olduk ''yok abi bunu da yapamazlar'' dediğimiz her şeyi yaptılar ama geri adım atmadık. Mahalle raconunu sindirmiş son kuşaklardan biri olarak ''R yapmadık''.


Derken o son günler. Gitar çalan arkadaşımızın etrafında oturup onun söylediği sikik, rezil şarkılara eşlik ediyorduk. Cırtlak sesli solcu hatun 20 gündür havuzun oradaki sahne minvalindeki tümsekte son kez ''her yer taksim, her yer direniş'' diye bağırıyordu. LGBT ise ''ibneyiz ama dönmeyiz'' tezahüratını yüzüncü kez tekrarlıyordu. Seyyar satıcılar ellerinde kalan son ürünleri satmanın derdindeydi. Kürtler dışarıda halay çekiyorlardı, kendi bayraklarının önünde. Kendilerinden rahatsız olanlara inat kimseye rahatsızlık vermeden. Birçok kişi ise içkinin, ortamın, yanındaki kadının keyfini çıkarıyordu. Demokrasi insanın kendi sırtına çıkacak kişiyi belirlemesidir diyordu birisi, sırt mı başka bir şey mi kestiremiyordum artık. 19 yaşında her sistemin defosunu bulmaktan her şeyi eleştirmekten yorgun düşmüş birisine ''aga kal bu gece de burada'' diyordu arkadaşlarım. Ben ise kalktım ''yarına final var'' dedim. Kaçtım oradan, huzursuzdum. Slogan atan hatunun bile sesi kısılmıştı. İnsanlar yavaş yavaş gezi'yi de tüketmişti. Çıktım parktan ilerledim metroya doğru, akm'ye son kez baktım. Daha dün gibi çarşı'nın gelişi, meşalelerin yakılışı insanların coşkusu. Herkesin Beşiktaş diye bağırışı. Sabah ise coşku yoktu. Bir tiyatro oyunu, başrolde devlet. Sahne sadece iskeleti bırakılan akm'nin önü. Park düşmemişti ama 2-3 gün sonra Gezi Parkı, insanların gezmesinin yasaklandığı bir yerdi. Devlet, iktidar gibi kavramlar hepten uçmuştu kafamdan. Platon görse beni mezar taşına ''sikeyim böyle ülkeyi'' yazdırırdı.


Gezi'den arda kalanlara baktığımda ilk gördüğüm Ali İsmail, Berkin, Ethem ve diğerleri. Devlet kanlı yüzünü yıllarca doğu'da sergilerken biz batı'da olanlar dönüp bakmaya tenezzül etmiyorduk. Şimdi o devlet namluyu bize doğrultmuştu. Anladık, empati kurduk, hak verdik. Verdiğimiz kayıplar 1977'de 1 Mayıs'ı kutlarken katledilenlerden 26, 1991'de Mardin'deki Newroz'u kutlamak isteyip katledilen insnaların sayısından ise 23 eksikti ama yine de ciğerimizi yakmaya yetti hepsi. Bazı şeyleri elde edebilmek için fedakarlık yapmak gerekiyordu. Biliyorduk ama görmemiştik. Tanışıklığımız acı oldu. Ha unutmadan diğer bazı şeyleri elde edebilmek içinse babanızın başbakan olması yetiyor. Besin zincirinin en dibinde yer almak zorluyor her ne kadar ateş düştüğü yeri yaksa da dumanı bizi de boğuyor ama dağılacak o duman elbet. Ezilenlerin umudu iktidarı devirecek ve talih ilk kez bize de gülecek.

Mahşer


Tümer Metin...

Belki amacı sadece Beşiktaş taraftarından özür dilemekti. Çünkü neredeyse her bölümde en az bir kez Beşiktaş taraftarı olduğunu söylüyor ve ilgili başlıklarda kulüpten ayrılışının sebebinin kesinlikle kendisiyle alakası olmadığını, ayrılmak zorunda bırakıldığını, daha doğru bir deyişle buna doğru sürüklendiğini belirtiyor.

Belki de sadece önemsediği için yazdı kitabını. Yaşananları önemsediği için, kendini önemsediği için, etrafındakileri önemsediği için, futbolu önemsediği için. Çünkü ben biliyorum ki bir şeyleri önemsemeyen adam bu zahmetin altına girmez. Belirli saplantıları olmayan, çeşit çeşit obsesyonları bulunmayan, görece rahat insanlar bu tip projelere zaman ayırmaz. Ki mevcut piyasada bu mesleğin içindeki kişilerin yüzde doksanının bu kafada olduğunu görüyoruz. İşte Tümer o diğerlerinden. O diğerlerini de harekete geçirecek cesur atılımı yapan adam. Bakış açısını, düşünceleri, oyunun evrimini değiştirebilecek potansiyel.

Belki saha içinde oynadığı hiçbir takımın bir numaralı lideri olmadı ama her zaman o isme kılavuzluk yapan adam olduğunu düşünüyorum. En azından söyledikleri, yazdıkları, hal ve hareketleri bunu gösteriyor. Ben en çok Tümer Metin'i seviyorum ve Tümer gibi adamlar yüz yılda bir geliyor.


Lady Gaga...

Şunu ve şunu izleyin. İlki sizi içine çekecek zaten, büyük ihtimalle ikincisinin uzunluğu sizi korkutup birkaç dakika sonra kapatmanıza sebep olacak. Belki de hiç açmadınız iki videoyu da, önemli değil. Lady Gaga'nın Artpop'u yayınlamasının üzerinden haftalar geçti ve insanların büyük bölümü yaşadıkları hayal kırıklıklarını dile getiriyorlar. Albüm yayınlanmadan önce inanılmaz bir reklam yapılmış da, yüzyılın albümünün geleceği söylenmiş de, bu neymiş falan.

Ben albümü çok beğendim. Neredeyse efsane ilk albümünün önüne koyacak kadar. Ki Venus bence bugüne kadar yaptığı en güzel şarkı. Esas değinmek istediğimse şu; Lady Gaga kendini yeniden sıradanlaştırmaya başlıyor ve bundan çok korkuyorum. Stefani Germanotta'dan Born This Way sonrası Lady Gaga olana kadar acayip bir mesafe kat ettikten sonra yeniden normalleşmesine alışmak istemiyorum. Şimdi baştaki ilk iki videoya tekrar bakın, o artık kendisini tanrısallaştırdı. Erkek veya kadın değil, insanlar üzeri bir varlık olduğunu kabul ettirdi. Ve biz hayranları bundan büyük bir haz alıyoruz. O noktaya gelmiş bir sanatçının Do What u Want isimli bir parça yapıp R.Kelly ile şu tarz performanslarını izlemek beni üzüyor.


Patty Mills...

Bu adamın acayip bir şekilde Felipe Melo'ya benzediğine niye daha önce kimse değinmedi yoksa ben yine başarısız bir ünlü benzetmesi mi yapıyorum ya. Şuna bakın.

İmes


Cumartesi sabahı işe gidiyorum. 402 hat numaralı İzmit-Gebze otobüsüne bindim. Bu otobüslerin ilk durağı Dilovası oluyor. Arada Hereke'den de geçiyorlar ama yolcu almalarına rağmen indirmeleri yasak çünkü anlaşma gereği Hereke'ye sadece İzmit-Hereke arabaları yolcu taşıyabiliyor. Neyse o sabah bindim yine arabaya, içerisi tıklım tıklım. Hereke'ye az bir mesafe kala arka kapıdan bir vatandaş stop düğmesine bastı ve bağırdı: "Kaptan inecek var!", önden şoför karşılık verdi: "Bu Hereke arabası değil kardeşim, Dilovası'na kadar indirmem!", sonraki muhabbet şu şekilde;

-Tamam da kaptan yanlışlıkla bindim, görevimiz var ne olur indiriversen?
+Bana sordun mu kardeşim binerken "Bu araba Hereke'de durur mu?" diye?
-Tamam bir daha olmaz ama şimdi indir beni kaptan.
+Hayır kardeşim indiremem kusura bakma!

Daha sonra indirebileceği ilk durakta durdu ve arka kapıyı açtı şoför. Adam arka kapıdan indi ve... polismiş. Şoför de aynadan baktı ve o anda farketti polis olduğunu. Araba tekrar harekete geçerken etrafındakilere sitemli bir şekilde "Söylesenize ya bana adamın polis olduğunu." gibi şeyler geveledi. Sonra kendi kendine, "Yahu sen desene 'ben polisim indir beni' diye ben de indireyim seni, Allah Allah ya." diye devam etti. Sonra şefini arayıp "Abi adam Hereke'de inmek istedi, indirmedim. Sonra bi' indirdim meğer polismiş." diye durumu anlattı. Hani haberi olsun diye. Bu arada etrafındakilere hala söylenmeye devam ediyor ve otobüsün içinde bir polis daha var, yanımda ve ayakta.

Şu 15 dakikalık olay neresinden tutarsanız tutun faul, ofsayt, hatalı yürüme, penaltı. Ülkenin durumunun özeti adeta. Çıkarılacak 50 tane ders ve ironi var. Onları da size bırakayım.

Eirdal


Benzerlik forum yazarlarının gözünden kaçmamış. Birebir anasını satayım.

Winter


Ortalama bir dizi takipçisiyseniz, piyasaya yeni düşen Revolution'ı duymuşsunuzdur. Ortalama bir beyzbol izleyicisiyseniz Chicago Cubs'ın 1908'den beri World Series kazanamadığını da duymuşsunuzdur. Tamı tamına 103 sezon.

Revolution, Eric Cripke yarattı, yapımcıları arasında da J.J. Abrams var. Kısaca dünyada belirlenemeyen bir nedenden ötürü elektrikler gidiyor, yani gerçek anlamda bir daha asla gelmemek üzere elektrikle alakalı her şey gidiyor ve biz de o dünyanın 15 yıl sonrasını izliyoruz. Bir bakıma insanlık milattan önceye dönüyor. Orijinal bir fikir ama pilot bölümünü az önce izlemiş birisi olarak pek tavsiye ettiğimi söyleyemeyeceğim. Sadece bu tarz bilim kurgu dizileri artık gerçekten de sıktı. Fikirler orijinal olsa da işleniş hep birbirinin aynısı. Baştan aşağı mantıksızlıklar ve klişelerle dolu ve muhtemelen de reytingleri her geçen gün düşecek ve en sonunda iptal olacak. Henüz pilot bölümü yayınlanmış bir dizi için çok emin konuştum ama göt olmayı da istemiyorum değil. Birkaç bölüm içerisinde gidişatı değiştirebilmek yapımcıların ellerinde ama değiştirmeme olasılıkları çok daha fazla.

Her Yücel Özmetin yazısında olduğu gibi konudan sapıyor muyuz bana mı öyle geldi? Öhöm bu Chicago Cubs da Fenerbahçe'nin geçen seneye kadar yaşadığı Türkiye Kupası hasreti benzeri bir hasret yaşayanlardan. Amerika'da da bol bol taşak konusu oluyorlar bundan ötürü. Dile kolay 103 sezon. Sözde MLB'nin klas takımlarından ama başarı yok işte. Peki Revolution ile Chicago Cubs'ı birleştiren hikaye ne?

Efendim dizimiz Chicago'da geçiyor. 15 sene sonrasının görüntüleri gösterildiğinde Wrigley Field'ın, ki kendisi Chicago Cubs'ın ballpark'ı (beyzbolca konuşuyorum) olur, yanından geçiyor kahramanlarımız. İşte olay şu; mayıs ayında dizinin ilk trailer'ı yayınlandığında Wrigley Field stadyumunun dışında "2012 World Series Champions" yazıyordu. Bu artık bir çeşit göndermeydi sanırım. Ya da nükte diyebiliriz. O zamanlar Chicago Cubs 14-20'lik derecesiyle can çekişiyordu ama MLB bu, 162 maçlık normal sezon fikstürü var. Yani Cubs'ın playoff ihtimali hala vardı ve ligi gerçekten takip edenler biliyorlardır, her an her şey olabilir. Dizinin pilot bölümü yayınlandığında ise aynı sahnede Wrigley Field dışında "2012 World Series Champions" yazısını göremedik. Photoshop ile çıkartılmış. Bunun sebebi de Cubs'ın playoff yapma, dolayısıyla World Series oynayabilme ihtimali kalmaması. Merak edenler için Chicago Cubs'ın şu anki derecesi 58-90 ve ligin bitimine iki hafta falan kaldı. O zaman ne diyoruz? Cubs gol gol gol, 104 sene oluyor :(


Ha bir de, Chicago Cubs taraftarı takımının şampiyon olduğunu görürse ne olur? Playstation'ı kapatıp uyur :(

Kaptan


İdefix'te yok diye alamamıştım önceden, dün okulun kütüphanesinde buldum-garip evet. Yayına çıktığı dönemi hatırlamıyorum ama, birkaç sene önce "çok yankı bulmuştu o zaman" diye okumuştum. E normal. Memleketin kültür hayatında söz sahibi kişilerin veletken/çömezken/kimse tanımıyorken Kaptan'a yazdıkları söz konusu. Okurken ben de merak ettim, acaba hangi cümleler çıkarıldı falan.

Benim kapakta gördüğüm isimlerden en çok İsmet Özel merakımı çekti. Pek öyle yansıtılmasa da, son birkaç on yılın en önemli kültürel şahsiyetlerinden ikisi bunlar. Mektupları okudukça, daha derinde nasıl bir ilişkileri vardı ikisinin, öğrenmek istiyor insan. Ama muhtemelen, zaman içinde kopmuşlardır. Bana öyle geliyor en azından. Sadece o mu, buradaki çoğu kişiyle öyle olmuştur. Murat Belge var mesela. Ya da Çetin Altan. Bu adamların durdukları yeri düşününce, tahmin şansımız oluyor.

Kaç kişi böyle bir kitabın yayınlanmasına izin verir ki. O açıdan çok önemli bu kitap. İlhan'ın piyasada yer edinmelerinde, saygın bir isme sahip olmalarında büyük pay sahibi olduğu Buket Uzuner, Selim İleri gibi isimlerin mektupları çokça yer almış kitapta doğal olarak.

Kutuzov


Yukarıdaki fotoğraf FIBA'nın resmi internet sitesinde varolan bir foto. Fotoğrafı çeken kişinin ismi ile siteye konmuş. Belli ki soyadından da çıkartacağımız üzere Rusya vatandaşı. Büyük ihtimalle de FIBA'nın kendi fotoğrafçısı.

Aşağıdaki resim de Galatasaray.org'dan alınma. Blog ciddiyeti ile hazırlanmaya devam ediyor sitemiz. Bana biraz tuhaf geldi aynı fotonun kullanılması. Yanda FIBA'nın linki var gerçi. Yine de tuhaf.

4289


"Boş zamanlarında Atatürk'ün elinden tarihle ilgili kitapların düşmediğini hatırlarım. Bir gün yine Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu.Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt meselesi dururken Devlet Başkanı'nın kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar'ın biraz canını sıkmış olmalı ki, Atatürk'e şöyle dediğini duydum:

Paşam... Tarihle uğraşıp kafanı yorma. Mayıs'ta kitap okuyarak mı Samsun'a çıktın?

Atatürk Vasıf Çınar'ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi:

Ben çocukken fakirdim.İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım."

Şimdi bunun üstüne Turgut'un "Ben masal okumam" ve Tayyip'in "Okumaya zamanım yok ama kitap özetlerine göz atıyorum" cümlelerini karşılık olarak sunmuyorum "Ulusalcı" anlaşılmamak için.

Kıl Blog Yorumcuları Gizli Hükümet Projesi mi ?


Bir kere her blogda vardır illa ki. Spor blogu da olsa, genelde bloggerlar, yani haber kanallarına veya gazetelere alternatif olarak doğmuş olan bu kesim, hükümetle pek arası iyi olmayan tiplerdir. Bu sebeple her bloga illa ki dadanan bu kişilerin, hükümet tarafından gönderildiklerini ve bloggerları yıldırma politikası adı verilen gizli bir projenin (BYP) ürünü olarak, her bloga dağıtıldığını düşünmekteyim. Bu sayede her tür medyayı ele geçirebilen, ancak bloggerlara bir türlü ulaşamayan hükümet, bu tür bir soğuk savaş taktiği ile bloggerları çökertmek istiyor olabilir BYP ile.

Bu yorumcuların belli başlı özellikleri; Bir kere hiç tanımadıkları, hayatlarında 1 kere olsun yüz yüze gelip 2 kelam laf etmedikleri blog yazarına kıl olurlar. "Mutlaka zamanında bir yerden damarına kesin basmışımdır ben bu adamın" diye düşünmek zorunda bırakır insanı. Öyle düşünmeyin boşu boşuna, sebep aramayın. O size kıl olmuştur, çünkü görevi odur.

Bu adamların çok acayip bir silahı vardır ve eğer biraz olsun insani özellikleriniz varsa (alınganlık, sinir vs...) Bu silahla sizi gözünüzün yaşına bakmadan vurur. Acımaz. O silahı açıklıyorum; Bu adam yaptığı ilk yorumda; size karşı duyduğu bütün kinini, kıskançlığını, içindeki bütün öfkesini, pisliğini, laf sokma isteğini, çok bilmişliğini, çirkinliğini, kavgacılığını vs... müthiş düzgün ve dışarıdan farkedilmeyecek kadar sakin bir cümlenin içine koyar. Ancak çok inceden o cümlenin kuytu bir köşesine -ama çok inceden- bir laf sokma sıkıştırır. Laf sokması bile kibardır ve hafif ders verir nitelikte ve çok bilmişliktedir. Fakat cümle genelinde çok düzgündür, yukarıda yazdığım, o adamın içinde besleyip büyüttüğü çirkinliklerin hiç biri cümlede görünür bir yerde değildir. Bu yorumcunun, baktınız bir kaç yorumu bu şekilde, anca o zaman anlayabilirsiniz kim olduğunu. Yani bloga yazdığı ilk yorumdan, onun sadece sert bir öğretmen olduğunu düşünebilirsiniz. Onu deşifre etmek için 2.,3., hatta kimi zaman 4. yorumunu görmek gerekir. Dedim ya 2. 3. 4. yorumda anlayabilirsiniz diye. Bu yorumların hepsi farklı başlıklara yazılır. Yani her başlığa bir yem atmıştır. Kısacası siz cevap vermedikçe aynı başlığa 1'den fazla yorum yazmaz. Adeti değildir.

Ola ki onun attığı yeme düştünüz ve çok inceden dışarıdan ders niteliği verir tarzdaki laf sokmasını anladınız. Bir cevap yazdınız siz de aynı şekilde. Hafif siz de laf soktunuz. İşte o zaman o tuzağa düşmüş olursunuz. O adam, yani ilk yorumunda içinde tuttuğu, sert ancak düzgün bir cümlenin arkasında gizlediği, bütün size karşı olan kinini, bir anda o 2. yorumunda size cevap vermek ayağına üzerinize kusar. Bir anda bütün bilgi birikimini (!) üzerinize boşaltır. Paramparça olursunuz. O ilk cümlesinde sakladığı pislikleri 2. cümlesinde üzerinize atar. Kavga çıkartır, çirkinleşir. Sizi ezer, darmadağın eder. En son şu tarz laflarla işinizi bitirir ve yoluna devam eder; Ben sadece doğru olanı paylaştım, yorum yazanlara saygı göstermeyen bir blog sahibisin, hemen kavga çıkartıyorsun, herşeyi yanlış biliyorsun, düzeltenlere patlıyorsun, eleştiriye açık değilsin (bu en sevdiğim).

Bu adama blogun anahtarını verseniz, ya da aynı tarzda bir blog açayım sana, bana kustuğun bütün dertlerini, doğrularını o blogda yaz deseniz, Tek bir cümle yazmaz, yazamaz. Ona zamanı yoktur. Başka bir blog açıp, daha iyisini yap desen, yapmaz. Tek bir cümle yazmaz o bloga. Ancak senin yaptığın işe çomak sokar. Bir güzel özellikleri de, nefret ettiği blogdan ve bloggerdan vazgeçemezler. 7/24 o bloga göz atarlar. En sadık takipçisidir o blogun. Her yoruma dikkatle bakar cevap gelmiş mi diye. Her dakika o blogdadır, başından ayrılmaz. Öyle ki yazardan daha çok girer bakar. Ancak tabi ki bunu belli etmez. Tesadüfen rastladığını ve kibarca, bulduğu yanlışları düzeltesi veya tesadüfen kendisine ters düşen bir konuya yorum yazası gelmiştir. Ancak bu adamlar sadece 87654781541 başlıktan kendisine ters düşen 3-4 başlığa rastlar, her ne hikmetse. Geriye kalan 885491845091 başlığa kesinlikle olumlu bir yorum yazmaz. Paylaşılan güzel şeyler için hiçbir zaman teşekkür etmez. Blogun yüzde 0,1 lik kesimi onu alakadar eder. Geri kalan yüzde 99,9'u onu ilgilendirmez. Mutlaka ve mutlaka bulduğu bir olumsuzluğa yorum yazar. Güzel bir şey yazsa hükümet onu işten çıkartır çünkü.

En pis özellikleri de, onların böyle olduğunu ancak kendiniz anlarsınız. İspat edemezsiniz, çünkü çok düzgün görünürler dışarıdan. Sonuçta; Bu adamların bunu kasıtlı yaptığını unutmayın. Bu adamların bunu kendilerine görev edindiğini unutmayın. Her ne kadar hepimiz insanoğlu olsak da, kendimizi tutup, bu adamlara o 2. yorumu yapmalarına fırsat vermeyin. Unutmayın, bu adamlar bir projenin ürünü, onların tuzaklarına düşmeyin.

Lappap Hoca Umre'ye Gitti


Biliyorsunuz Blog'un geleceği hakkında büyük bir karar aşamasındayız. Belli başlı önerilerimiz oldu, sizlerin de önerileri geldi. Ancak şu 2 gün işlerin iyice ciddiye bindiğini anladık ve bunu, biz fanilerin çözemeyeceğini düşündük. Blogumuzun değerli Hocası Cübbeli'yi, geçen hafta karaborsadan kırdığımız paralarla, bu haftasonu Umre'ye gönderdik. Kendisi haftasonu orada havadis bekleyecek. Döndüğünde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kendisi hocalıktan, hacılığa terfi etmiş olacak, blog da kutsal bir blog olacak. Blog'a giren blogger arkadaşlar artık hacılığa terfi edecek. Umuyorum yukarıdan güzel öneriler gelir ve Lappap Hacı bize blogun geleceğini bildirir. Haftasonunda da biz diğer yazarlar bir şeyler karalamaya çalışırız.

50 Cent @ Airport Night Club! (Yersen)

Airport diye bir mekan var İstanbul'da. Son zamanlarda Hip-Hop R&B temalı çalışmalar yapıyorlar. (Evet Türkiye'de. Bu aşağıdaki olayın nedeni de budur.)

Haberim yoktu aslında ama organizatörler (Birkaç para etmez adam, eski bir basketbolcu da var içlerinde- isim lazım değil) bu mekana 50'yi getireceğiz diye bilet satmışlar millete, 50'nin haberi yok. Bütün gece 50 ve menajerinin peşinden koşmuşlar içi para dolu çantayla, adam gelir mi amınakoyayım. Sonra haydaaa, G-Unit'ten elemanları toplamışlar, bi' zenciye de kapüşonlu giydirip sahneye salmışlar, iki şarkı pleybek yapıp inmiş. Millet de arıza çıkarmış tabii. Türkiye işte burası, olur böyle şeyler. 50 ne ki, hak ediyor muyuz diye sormak lazım önce.

Şunu da not edelim, bizimkiler de bakıp ağlasın, ibret alsınlar. 50 gibi bir adam, Eminem dünyanın en iyi rapper'ı diyor. Bizimkiler de dava açsın hala.

Alpaslan Abi'yi Özleyenler Parmak Kaldırsın!

Bugün Alpaslan Dikmen'in doğum günü. Ne olurdu abi biraz daha kalsaydın da Beşiktaş maçından önce, sonra, devre arası "Alpaslan Dikmen Sanki Süpermen..." diye inleseydi o stad. Zira istemezdin maç oynanırken şahıslara tezahürat yapılmasını, sevmezdin. Ruhun şâd olsun abi, sen cennetteki biz, biz tribündeki sen. Doğum günün kutlu olsun.

Teker Teker Geleceğiz Yanına


"Gittin gideli yüzümüz hiç gülmedi,
Neler çektik bir bilsen...
Her tarafta sen, her taraftar sen,
Çok özledik Alpaslan Dikmen"


Alpaslan Dikmen'siz ikinci bayram. Önce onun, sonra sizin bayramınızı mübarek eylerim efendim, ellerinizden öperim. Hayırlı kavurmalar!

Marduk


Bazıları diyordu, "o kadar büyük bir cisim şimdiye kadar görünürdü" diye. Al, göründü işte:
http://www.derki.com/mambo/content/view/1107/1/

Geliyor...

Hakan-Haktan

Daha önce de benzerliği fark etmiştim, bu gece aynı anda tv'de yer aldılar-Haktan Akdoğan ve Hakan Can. Daha yakından gördük. Ama ikisinin de doru düzgün resmi yok ki koyalım şuraya da, millet görsün. Ama yok!

Lan!?

Ne lan, ne...