tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çeviri: "Jordan-LeBron Takım Arkadaşı Kulübü": Onlarla Birlikte Oynamak Nasıldı?


(Orijinali için şuradan.)

Birçok açıdan, basketbol sohbetlerinde geçen klasik bir bilgi sorusudur: Hem Michael Jordan, hem de LeBron James ile aynı soyunma odasını paylaşan 4 eski NBA oyuncusunu sayabilir misiniz?

Scott Williams sayabilir. Aslında bunu bedava bira için birkaç kez kullanmıştı. Ama o azınlıktan. Hem de çok küçük bir azınlık. Çünkü bir kulübe üye.

Neredeyse basketbolun 25 yılını kapsayan bir ayrıcalıklı bir kulüp. Bu ikili, birçoklarının gözünde NBA tarihinin en iyi iki oyuncuları ve ikisinin yolları hiç çakışmadı, aynı sahada hiç bulunmadılar. Yalnızca röportaj ve video oyunlarında denk geldiler. Jordan'ın lige veda etmesinden 2 ay sonra James, çıkışını resmîleştirmek için Madison Square Garden'daki sahneye çıkıyordu.

15 yıl sonra, bu kulübün artık genişleme imkanı yok. Son üye de basketbolu bıraktı. Ama "Kim daha iyi?" sorusu halen yürürlükte. Bu soru bir yerlerde soyunma odalarını bölüyor ve arkadaşlıkları bitiriyor. Bu, Nba Twitter'ı ve TV şovları için hem bir lütuf, hem de bela: Lafı edilmeden bırakıldığında bile ortaya çıkıveren kaçınılmaz bir kıyas.

Ve çok az kişi --o da eğer varsa-- bunu tartışmak için bu ortak takım arkadaşlarından daha yetkili.

Şu anda Arizona'da bir medya ve güvenlik şirketi sahibi olan Williams, Chicago'da Jordan ile birlikteyken bir çaylaktı, LeBron'la ise tecrübeli bir oyuncu. Bu aralar St. Louis'de bir basketbol akademisi yöneten Hughes, Jordan'ı Washington'da yakalamıştı; birkaç yıl sonra ise Cleveland'da LeBron ile bir araya geldi.

Şimdilerde Memphis'te asistanlık yapan Jerry Stackhouse ve NBA TV için yorumculuk yapan Brendan Haywood da Jordan'ın Wizards yıllarında onunla beraberdi. Stackhouse, Miami'de LeBron ile birlikte oynamıştı. Haywood ise James, Cavs'e döndükten sonra onunla kesişmişti.

Bu oyuncular "Gelmiş-geçmiş-en-iyi" tartışması için elzem değiller. Sonuçta hiçbiri, bu oyuncularla birlikte en iyi zamanlarında mücadeleye girmedi. Ama her biri, büyüklüğe farklı bir pencereden bakabilir. Bu dört oyuncun üçü ile, bu iki oyuncuyu ayırt eden ve onları sivrilten özelliklerin neler olduğunu konuştuk.


Jordan'ın antrenman hikayeleri

Bu dörtlüden ilki, 1990'da Bulls'a gittiğinde, zaten hikayeler ortalıkta dolanıyordu. Yayıldığı kadar fazla değillerdi. Ama varlardı. Will Perdue suratına yumruğu yiyeli bir yıl olmamıştı.

Yine de, Scott Williams, hazırlık kampına, draft edilmemiş bir serbest oyuncu olarak, antrenman yapacağını umarak gelmişti. 'Zahmetli' antrenmanlar, evet --her biri 3 saatten, 2 hafta boyunca günde 2 tane-- ama yine de, antrenman. Savaşmak değil, antrenman.

Jordan'ın rekabetçiliği ve günlük yoğunlaşma kabiliyeti bir efsane haline gelmişti. Eski takım arkadaşları tüm hikayeleri doğruluyor. Her gün, her idman. Bire birler, ikiye iki yardım ve itfaiyeci hareketi. Üçe üç, beşe beş, yarı sahadan şutlar. Kart oyunları. "Jordan her şeye rekabet açısından bakardı" diyor Williams.

Bu da her şeye çenenin de eşlik ettiği anlamına geliyor. Ve çok azı dostça. Kariyerinin sonlarında dahi. "Trash-talk" diye hatırlıyor Hughes. "Saygısızlık... O antrenmanlar, diğer gördüklerimin hiçbirine benzemiyordu."

Haywood ise şöyle diyor: "Sizi nasıl yok edeceğinden bahsederdi."

Washington'da bir idmanda Jordan'la karşı karşıya geldiği bir ânı hatırlıyor: "Birkaç adım geriledim. Normalde üçlükle pek işi olmazdı... Beni susturmak için hemen şutu çıkardı ve isabeti buldu. Aynen şu tavırdaydı: 'Daha iyisi elinden gelmeli, sonuçta beni izleyerek büyüdün. Şu sahada yapamayacağım şey yok'"

Williams 'Şaşırma' kelimesini kullanıyor. Başlarda, bir MVP'nin oradaki herkesten daha sıkı çalışmasına şaşırmıştı. Kendisinin sonraki durağı Philadelphia olacaktı ve oradaki yıldızların tavrı tam tersiydi: "Kendilerini maça saklamayı seçiyorlardı... Millet idman halindeyken, onlar bir köşede bisiklete binip diğerleriyle dalga geçiyordu."

Ama bu, 23 yaşında ayak kırığı sakatlığından dönüşte, çalışma zamanını kısıtlayan Bulls yönetimini topa tutan Jordan'dı. Ve aynı zamanda, 38 yaşında, bir deplasman gezisinden dönüşte, gece 3.30'da Washington'a vardıktan 4 saat sonra antrenman sahasına inen Jordan.

"Sadece Phil Jackson bitirdiğinde bir hareketi keser veya bir idmanı kısa tutardı" diyor Williams. "Ve küfrederek kenara giderdi."

"Bunu başka bir oyuncuda görmedim" diye devam ediyor. "Ta ki, 15 yıl sonra, Cleveland'a katılana dek."

'Farklı türden bir süperyıldız'

Williams o arada NBA'deki turuna devam etti ve beş takıma daha gitti -- toplamda 7 takımda oynadı. "Ligde bir sürü çok yetenekli, yıldız oyuncuyla beraber oynadım" diyor, "ama profesyonel değillerdi -- IversondanBahsetmiyorumBuArada. Mj ve LeBron'da, bunu söylemek mümkün, farklı bir süperstar havası vardı."

Devir açısından da farklılar, birbirlerinden de farklılar. Williams, James için şöyle diyor: "O, Michael'ın olduğu şekilde bir katil değildi. Michael hâlâ atmakta olan kalbinizi söküp, size yedirmek isterdi. LeBron'da bu yoktu. Kazanmak için bir yoğunluk ve tutkuya sahipti, ama takımın kazandığı sürece yoğunluk ve tutku... Bir katil içgüdüsü değil."

LeBron, Jordan'ı izleyerek büyümüştü. Lisenin ilk yılından önce onunla tanışmıştı. Onu idol edinmişti. Fakat asla aşırı bir öykünme yoktu, ve belirgin de değildi. Çünkü LeBron diğerlerini de izlemişti. Iverson'a bayılıyordu. Ve zamanı gelmeden de onları iyi çalışmıştı. Magic ve Bird'den James Donaldson'a kadar herkesi Williams'a soruyordu: "James Worthy hakkında sorular sorardı... yaşının izlemeye yetmediği başka kişileri de. Ama gider klasikleri izlerdi, YouTube'dan falan açıp."

LeBron'un basketbol düşkünlüğü çok barizdi. Bu konuda takıntılıydı. WNBA klasiklerinden kolej basketboluna, her şeyi izliyordu. Sürekli öğreniyordu.

Williams, çoğu tecrübeli oyuncunun uyumaya devam ettiği sabahın erken saatlerinde, James'in daha 20 yaşına bile gelmeden, şimdi çok geniş olan repertuarı üstünde çalıştığını hatırlıyor. Uçuşlar, onun için video izleme seanslarıydı. Cavs bünyesindeki sorumlular, onun için videolar hazırlardı. James, Cleveland'ın sonraki rakibi hakkında çalışır ya da yakın olduğu takım arkadaşlarına sorular sorarak veya koçlarla konuşarak kendi oyununu analiz ederdi."

Jordan, o zamanlar, aynı şeyleri yapmak için gerekli teknolojiye sahip değildi. Ama Haywood şunları söylüyor: "Bu açıdan özdeşler. İkisi de oyunu anlıyor, oyunu çalışıyor, seviyor ve izleme raporlarına dikkat kesiliyor. Size herkesin eğilimlerini, zayıflıklarını ve güçlü yönlerini söyleyebilirler. Ve takım arkadaşlarından da bunu beklerler."

Haywood'a göre ikisi arasındaki fark, Jordan'ın 'acımasızlığı'. Her birinin, kendi döneminde benzer bir gayreti vardı. Sadece bunu farklı biçimde sundular.

"LeBron da kazanmak istiyordu" diyor Haywood, "Ama günün birinde gelip daha pasif görünebilirdi, çünkü diğerlerini de olaya dahil etmek isterdi. Daha çok, oyunu yöneten birisi olmaya çalışırdı, bir nevi takımla iç içe durumdaki ikinci Genel Menajer."



Farklı türden bir takım arkadaşı

Williams'ın Chicago'daki ilk yılı, Dennis Hopson'ın da ilk yılıydı. Hopson, o zamanlar, yeni yeni kendini göstermekte olan, 25 yaşında, 16 sayı ortalamasıyla oynayan bir şutör guarddı. Ödülü, Bulls'a takas edilmek oldu -- ve her gün MJ ile kapışmak.

İki yıl geçmeden, kendini lig haricinde buldu.

"Profesyonel kariyerimde gördüğüm en üzücü şeylerden birisi, Jordan'ın Dennis Hopson'a her gün idmanda sergilediği davranış şekliydi" diyor Williams. "Fiziksel açıdan onu yıpratıyordu. Hopson'ı o kadar uğraştırdı ki, nihayetinde fiziksel ve mental açıdan tükendi. İdmanda her gün MJ'i durdurmaya çalışmak gibi korkunç bir tecrübe onu bitirdi ve sonunda Sacramento'ya takaslandı."

"Ve bu MJ'in insanlara nasıl davrandığının yansıması değildi. Ondaki yoğunluğun yansımasıydı. Onun tek ayarı vardı."

10 yıl sonra Washington'da, Jordan hâlâ acımasızdı. Aralıksız şekilde, üstünden şu meşhur 'Şut'u attığı Bryon Russell ile uğraşıyordu. "Antrenmanda, soyunma odasında, otobüste, uçakta; hiç durmuyordu" diyor Hughes.

Ve Kwame Brown vardı. "Onu duvara tırmandırırdı" diyor Hughes. Brown, Jordan'ın onu homofobik aşağılamarla ağlattığına dair haberleri sonradan reddetmişti. Mesele şu ki, Jordan insafsızdı.

Ve Hughes, bir farktan bahsediyor: "MJ daha doğrudan. Bron daha bağışlayıcı." Haywood'a göre, James olumlu yönde destek veren birisiydi. Heyecan verici motivasyon konuşmaları yapardı.

Haywood, LeBron'un takım içi arkadaşlığın ve kapsayıcılığın önemini Miami'de, Pat Riley'den öğrendiğini söylüyor. Cleveland'a döndükten sonraki ilk sezonunda, sezon öncesi Brezilya'ya yapılacak gezide, takım yemeği için bir ev kiralamıştı. Film geceleri düzenlemişti. Oklahoma City'ye gittikleri bir sefer, takımı Kevin Durant'in restoranına götürmüştü.

Maddi açıdan da etkisi oluyor. LeBron'un da yer aldığı Beats by Dre reklamında, takım arkadaşlarının soyunma odasındaki yeni kulaklıklar da görülür. Aynısı Nike için de geçerli olurdu. Peki ya LeBron bir Samsung reklamında oynasaydı? Bir görevli, ertesi gün takım oteline telefonları dağıtmış olur.

"Bu, benim için, muhtemelen en büyük fark" diyor Haywood. "LeBron o ilişkiyi inşa etmek ister. MJ ise o ilişkiye sahiptir; öyle bir şey yoksa da umursamaz. Maçları kazandığınız sürece."



Peki Gelmiş Geçmiş En İyi kim?

Üç oyuncu da, nicel karşılaştırmanın zorluğunu kabul ediyor (Ve Stackhouse da bunu kabul edecektir; sezon hazırlıkları sebebiyle, röportaj için müsait değildi). Ama üçünün de bir görüşü var. Aynı görüş. Gelmiş geçmiş en iyi?

"Şu anda" diyor Haywood, "MJ."

"Büyüklük hakkında konuştuğunuzda, MJ istatistiklerin, şampiyonlukların ve kazanma anlarının en iyi kombinasyonu. Bazı şeyler istatistiğin ötesindedir."

Hughes ve Williams, bu tartışmanın zaman zaman istatistiklere indirgenmesini de kınıyorlar. Hughes, LeBron'un rakamlarının inanılmaz olduğunu söylüyor. "Ama bunu, kimlerle, ne zaman, nasıl ve hangi durumda yaptığınızı anlamaya yarıyor mu?"

Williams şunları söylüyor: "Asla istatistikleri önemseyen birisi olmadım. Benimle istatistik konuşmayın. Bunlar tamamen istatistik manyağı gerizekalılar için."

Williams, Jordan'ın sahip olduğu 'katil içgüdüsü' yüzünden daha iyi olduğu görüşüne katılıyor. Kritik noktanın bu olduğunu söylüyor. Ve Hughes de üçlüyü tamamlıyor:

"Bence MJ. Benim için çok kolay. Bron harika, ama ne zaman insanlarla bu konuda konuşsam, en iyinin MJ oluğunu söylerim. Ondan sonra, meşaleyi taşıyan LeBron var. Sahada bekliyor. Ama 'o adam' MJ."


Alıntı: Brezilya Formasının Ortaya Çıkış Hikayesi



(Şu haberi görünce, aklıma ister-istemez Futebol'daki, meşhur Brezilya formasının tasarlanma hikayesi geldi. Bloga aktarmak iyi olur.)

Brezilya, 1950 Dünya Kupası'nda sahaya, mavi yakalı beyaz formayla çıktı. Mavi ve beyaz Brezilya'nın renkleri olmadığı için çok eleştirildiler. Rio gazetesi Correio de Manba yakadaki mavi rengin psikolojik ve ahlaki olarak Brezilya'yı temsil etmekten çok uzak olduğunu yazdı. Gazete, Brzilya Spor Konfederasyonu'nun desteğiyle herkese açık forma tasarım yarışması düzenledi. Ve yarışmada Brezilya bayrağı renklerinin yani mavi, beyaz, yeşil ve sarının kullanıldığı forma birinciliği kazandı. Milli takım, 1954'te İsviçre'de yapılan Dünya Kupası'nda sahaya bu formayla çıktı.



Ondokuz yaşındaki Aldyr Garcia Schlee, Pelotas'ta yerel bir gazetede illüstratör olarak çalışıyordu. Yarışmaya laf olsun diye katılmıştı. Gazeteninspor sayfalarında çizdiği için futbolcuları çizmeye alışıktı. Yarışma komitesinin, yarışmaya katılacak tasarımlarda Brezilya bayrağındaki dört rengin mutlaka kullanılmasını istediğini duyunca çok şaşırmış: "Üç renge kadar tamamdı. Ancak birbiriyle uyuşmayan dört rengi bir arada kullanmak hiç de kolay değildi. Sarıyı ve beyazı nasıl bir arada kullanabilirdim ki?"

(...)

1954'te milli takımın giydiği formanın tasarımını yaparken nasıl çalıştığını, aklından nelerin geçtiğini anlattı: "Beyaz ve mavi birbiriyle uyumlu iki renk. Bu iki rengi şortlarda kullanmayı düşündüm. Geriye kalan sarı ve yeşil ise Brezilya'yı temsil eden renkler. Saçlarımıza bağladığımız kurdeleler bile sarı ve yeşil renkte. Sonunda formanın üst kısmı için bu renkleri kullanmayı uygun buldum."

"Yüzden fazla çizim yaptım. Sonunda formaların sadece sarı renkte olmasına karar verdim. Yeşil ve sarı bir arada güzel durmuyordu. Çoraplar da beyaz olabilirdi."



Aldyr'in çizimini, kuzeni Adolfo, Rio'ya yollamış. Yarışmaya Brezilya'nın dört bir köşesinden üçyüz kişi katılmış. Aralarında pek çok profesyonel grafik sanatçısı da varmış. Aldyr yarışmayı, yakası ve kol ağızları yeşil olan sarı forma ve mavi üzerine beyaz dikey çizgili şorttan oluşan tasarımıyla kazanmış. Çoraplar ise beyazdı, ancak düz beyaz değil; üzerinde yeşil ve sarı renkte detaylar vardı. Tasarımı yarışmanın kurallarına tam uymuyordu. Kullandığı mavi, Brezilya bayrağındaki gök mavisi değildi; kobalt mavisiydi. Brezilya forması sonradan yeniden tasarlansa da, bu mavi bugüne dek hep korundu.

Yarışma jürisinde yer alan Brezilya Güzel Sanatlar Birliği'nden Alberto Lima, diğer yarışmacılarla kıyaslandığında, Aldyr'in renkleri en uyumlu kullanan yarışmacı olduğu görüşündeydi. Ona göre milli takımın 1950'de giydiği forma çok çirkindi. Bu forma ile Brezilya takımı, 'güzel oyun'un ruhunu katletmişti.

(...)

Brezilya milli takımı, yeni formasıyla sahaya ilk kez, 14 Mart 1954'te Maracana'da oynadığı maçta çıktı. Şili'ye karşı oynadıkları maçı 1-0 kazandılar. Brezilyalılar, sarılar içinde ilk Dünya Kupası şampiyonluğunu ancak sekiz yıl sonra kazanabildiler. 1958 Dünya Kupası finalinde İsveç'le karşı karşıya geldiler. İsveç milli takımının forması da sarıydı. Yanlarında yedek forma getirmedikleri için Brezilyalılar, sarı formalarından çıkardıkları Brezilya amblemlerini, Stockholm'de son anda aldıkları mavi tişörtlere dikerek hazırladıkları formalarla maça çıktılar.

Brezilya takımı artık Aldyr'in sarı formaları olmadan düşünülemiyor. Sarı renk, takımın başarısı ve sihriyle o kadar bütünleşti ki. Sarı renk öyle güçlü bir renk ki, göz kamaştırıcı Brezilya futbol stiliyle çok iyi uyum sağlıyor. Ayrıca altın sarısı, Brezilyalıların tanrı vergisi hünerine sıcaklık ve şaşaa katıyor. Takımın rengi o kadar akılda kalan ve efsanevi bir renk ki, bu renk, içindeki futbolcuları altından heykellere döndürüyor. Aldyr'e göre sarı renk Brezilya'ya, Afrika'ya özgü, egzotik bir hava veriyor. Oysa Brezilya, Avrupa için yeterince egzotik.

Sarı rengin gücü, ayrıca Brezilya'nın büyük futbol ülkeleri içinde bu rengi kullanan tek ülke olmasından da kaynaklanıyor. Altın sarısı denince akla sadece Brezilya geliyor. Aslında Brezilya'nın milli takımının forması, ülkeyi bayrağından daha çok simgeliyor.

Futebol, Alex Bellos, Literatür Yayınları 

"Ya Nick Anderson Onlardan Birinde İsabet Bulsaydı?"


(Shea Serrano'yu çoğunuz tanıyorsunuzdur. Onun geçenlerde çıkan kitabından bir bölüm Slam'de paylaşılmış. Zaten eğlenceli de, "Beyin Fırtınası" mahiyeti de olunca, dedim çevireyim.)

1995 NBA Finalleri'nin sonunda Jim Gray, Orlando Magic guardı Nick Anderson'la konuştu. Magic hiçbir maçı kazanamayıp 4-0 kaybetmiş, Houston Rockets üst üste 2. şampiyonluğunu kazanmıştı ve Gray kendisine bununla ilgili soru sormayı istiyordu; esasında sormak istediği şey, o ilk maçın sonuydu.

O yılın finalleri, ilk maçı bir kenara bırakırsak, pek de akılda kalıcı sayılmazdı. Magic karşı konulmaz derecede yetenekli ama bir yandan da hâlâ çok gençti; evlerindeki maçta 20 sayı kadar öne geçmiş, ve skorda üstünlüğü yalnızca maç sonunda kaybetmişlerdi. 4. periyot gergin ve kusursuzdu; son 6 dakika içerisinde her iki takım da farkı ancak dört sayıya kadar çıkarabildi. Rockets'dan Kenny Smith, bitime iki saniye kala maçı uzatmaya götüren zor bir üçlük isabeti buldu ve ardından Hakeem Olajuwon, 0.3 saniye kala savruk bir Clyde Drexler turnikesinden seken topu tipleyerek maçı kazandırdı. Gerçi bunlara rağmen, çoğu kişinin maçtan hatırladığı şey, Kenny Smith'in üçlüğünden önce olanlar.

Top Magic'teydi ve 55 saniye kala üç sayı farkla öndeydiler. Bir süre oyalanmanın ardından Penny Hardaway içeri girdi ve turnikeyi kaçırdı. Horace Grant hücum ribaundunu aldı, atağı yeniden başlatmak için topla birlikte uzaklaştı. Magic süreyi biraz daha öldürdü ve sonra Brian Shaw bir üçlük yolladı. İsabetsiz. Ama Grant bir kez daha boyalı alanı karıştırıp, topu Penny'ye doğru çeldi (20 saniye kala). Penny de topu Nick Anderson'a yolladı, sonra Anderson, Shaw ve Penny üçlüsü, birkaç saniye sonra Rockets, Nick Anderson'a faul yapıp çizgiye yollayana dek, topu korudu (10.5 saniye kala).

Tam o anda, Magic'in maçı kazanma ihtimali yüzde 98.5'ti.
Sonra Orlando'daki tüm ağaçlar, kuşlar ve insanlar öldü...

Anderson'ın ilk faul atışı kısa düştü. Potanın ön tarafına çarpıp geri geldi. İkinci atış daha da kısaydı ve Anderson'a doğru sekti. Topun bir süre elden ele dolaşmasının ardından, Anderson topa hakim oldu ve ona yeniden faul yapıldı (7.9 saniye kala). Ve tam olarak o anda, Magic'in maçı kazanma ihtimali yüzde 99'du. "Nick Anderson gibi sağlam bir oyuncunun iki faul kaçırmasının ardından ribaundu alamıyorsanız... Final serisinde bir maç kazanmayı nasıl beklersiniz?" Maçın yorumcusu Bill Walton, sinirli bir şekilde bu soruyu soruyordu.

Nick Anderson üçüncü faul atışını kullanmak üzere pozisyonunu aldı. Bu kez çok bekledi ve atışı kaçırmasının ardından kamera yüzüne odaklanınca, yüzüne sahte bir gülücük yerleştirdi: Artık yalnızca herkes diğer atışı da kaçıracağının değil, ilaveten, büyük ihtimalle geleceğe miras kalacak, tarihi değiştirecek bir âna tanıklık ettiğinin de farkındaydı. Anderson dördüncü atışı da kaçırdı, Rockets bu kez ribaundu aldı, Kenny üçlüğü soktu, Hakeem maç kazandıran sayıyı buldu, ve Magic bir daha asla toparlanamadı: Seriyi kaybettiler, Shaq bir yıl sonra Lakers'a gitti, Penny'nin dizleri haşat oldu ve her şey boka sardı.

Ama işte Jim Gray'in Magic seriyi kaybettikten sonra Nick Anderson'la konuşmak istemesinin sebebi buydu; ona serbest atışları sormak istedi. Şöyle dedi: "Eğer ilk maçtaki o serbest atışlardan birini soksaydın, her şey daha farklı olabilir miydi?" Ve bence durumu bir kahraman gibi ele alan Nick, orada durmuş, iyice düşünerek, şöyle diyordu: "Evet, olabilirdi. Ama, evet, bunun hakkında düşünemem. Geçti gitti. Olanla ölene çare yok."

Yani, mesele şu: Olan biteni değiştiremeyiz. Ama en azından, burada değiştirebiliriz. O zaman hadi yapalım. Eğer Nick Anderson o serbest atışları soksa neler olurdu? NBA'e etkisi nasıl olurdu?


O sezon Finaller'de neler olurdu?

Magic'li oyuncular, sonradan, ilk maçtaki yenilginin özgüvenlerini ne kadar sarstığıyla ilgili birçok şey söylediler. Tersinin doğru olduğunu farzedelim: Nick'in ilk iki faulden birini soktuğunu düşünelim, ve maçı da kazandılar; o zaman kendilerini daha iyi hissedeceklerdi. Sonra birileri kulaklarına eğilip, ilk maçı kazanan ev sahibi takımların yüzde 85 oranında Final serilerini kazandığını fısıldayacaktı ve çok daha iyi hissedeceklerdi. Bu durumda da sonradan dönüşecekleri şekilde kendilerini rakipsiz bir konumda göreceklerdi. Nihayet, seriyi 4-2 kazanacaklardı (En uygun senaryoda, her şey onların lehineyken bile Rockets'ı süpüreceklerini söyleyemem, o zamanın Hakeem'i yine de sizi iki kere yenecektir). Yani Magic 1995 NBA Şampiyonu olacaktı. Ve bu gerçekleşseydi, bildiğimiz NBA tepetaklak olacaktı.

Ne gibi? Ne demek istiyorsun?

2016'da ESPN'de, her şeyin ellerinden kayıp gittiğini izlemeden evvel Magic'in nasıl da hanedan olmanın eşiğinden döndüğünü anlatan  This Magic Moment isimli bir belgesel yayımlandı. Belgeselin sonlarında, isimler geçerken, Shaq ve Penny'yi bir havuzun başında konuşurlarken görüyoruz. Sohbet sırasında Shaq, eğer bir şampiyonluk kazanabilselerdi, asla oradan ayrılmayacağını söylüyor. Ve işte: Shaq Magic'te kalıyor.

Ve madem tarihi yeniden yazıyoruz, hadi devam edelim ve Penny Hardaway'in sakatlık yüzünden kaçırdığı yılları silelim. Bu, elinizde genç ve sağlıklı bir Penny, morali bozulmamış bir Nick Anderson, soğukkanlı bir rol oyuncusu olarak Dennis Scott, tecrübeli bir "winner" olan Horace Grant, harika bir basketbol aklı olarak Brian Shaw ve henüz-maksimumuna-ulaşmamış-ama-şu-anda-bile-dominant-durumdaki Shaq. Ve bütün bu adamların bir şampiyonluk kazandıktan sonra, birkaç yıl bir arada kalması? 90'ların geri kalanı ve 2000'lerin başı için tam bir kıyım.

Tamam, ama peki ya Jordan? Emeklilikten geri dönmüştü. Ve gerçekte Bulls, 96 Playoffları'nda Magic'i süpürmüştü. Orada ne oluyor?

Bu adilce. Ama eğer Magic 1995'te Rockets'a kaybetmediyse, sonraki sezon Bulls'un Magic'i yenmesinin de kesin olduğunu söyleyemem. Bu seriler nasıl oynanır emin değilim, özellikle de Magic'in Bulls'u 1995'te elediğini göz önüne alırsanız. Ve, demek istediğim, bu Jordan'ın dönüşünden sonraki ilk sezonuydu ve Playoff'lar başlamadan önce yalnızca 17 maça çıktı; yani onun en hazır halinde olmadığını savunabilirsiniz, ama yine de oldu.. Bunu görmezden gelemeyiz. Fakat tamam, hadi daha ölçülü gidelim: Bulls 1996'da Magic'i eledi diyelim. Muhtemelen 1997'de de elerlerdi (Bulls 1996'da çok iyiydi ve 1997'de 69-13 yaptıklarında, bu bir şekilde "gerileme"ydi). Ama en azından 1998 şampiyonluğunu Magic'e verelim. Bu bütün ilginç kapıları da açacaktır.

Ne gibi? 

Şimdi, öncelikle biraz geri saralım. Magic 1995 yılı şampiyonu oldu. Shaq şampiyon olmanın cazibesine kapıldı ve bütün diğer projelerini, daha fazla yüzük kovalamak üzere bir kenara itti. Bu demek oluyor ki, Kazaam'ın başrolü için oyuncu aranıyor. Ve 1995'teki yenilgiden perişan olmuş ve moralini düzeltmeye çalışır durumdaki Hakeem, işi alıyor. Yani, Shaq'ın Orlando'da kalmasının ardında, bir sonraki büyük gelişme var: Hakeem Olajuwon'ı Kazaam olarak görmek.

NE?

Değil mi?

Başka?

Eğer Magic 1998 şampiyonluğunu alırsa, bu demek oluyor ki, Jordan 6 yerine 5 yüzük kazandı. Yani böylece Tüm Zamanların En İyisi konumu biraz sarsılacak.

Ya Kobe? Kobe ve Shaq ikilisini Penny ve Shaq ikilisiyle değiştirdik. Kobe'ye ne oluyor?

Bunun muhtemelen iki yolu var.

İlki şu: Lakers'ın Kobe'nin haklarını almak için Hornets'a yolladığı Vlade Divac, Charlotte'ta oynamak istemediğine karar verecek. 2016'nın Ocak ayında, menajeri ona Lakers'ın kendisini takas edeceğini söylediğinde emekliliği düşündüğünü açıkladı. Ve eğer bu olsaydı, o zaman:

-- Kobe, Charlotte'a giderdi, ki bu korkunç olurdu.
-- Kobe kariyerini muhtemelen, Tracy McGrady ya da Vince Carter ayarında geçirirdi.
-- 2002 Sacramento Kings'e şahit olamazdık, ve size bir şey söyleyeyim: Eğer 2002 Kings'i içermeyen herhangi bir gerçeklik türünde yaşamak istediğimi düşünüyorsanız, siktirip gidebilirsiniz.

İkincisi de şu: Vlade "Tamam, Charlotte'ta oynarım" diyecek ve oraya takas edilecek. Lakers, Kobe'ye kavuşacak ama Shaq'ı alamayacak, yani Kobe beş yüzük kazanamamış olacak. Güzel tarafı bu gerçi: Pau ile güçlerini birleştirmek yerine, Kobe 2007 yazında Kevin Garnett'i çağıracak, ve ona kaybetmekten ve onu da kaybederken görmekten bıktığını söyleyecek; onu ikna edip 2008 yazında Boston yerine Los Angeles'a gelmesini sağlayacak ve biz de en az üç sezon ikisini beraber izleyeceğiz: İki güneşi yan yana izlemek gibi yani. Bu iki şampiyonluk için yeterli olurdu, belki üç. Elbette, Kobe-KG işbirliği boka sarıp hiçbir başarı getiremeyebilirdi de, ve o zaman da Kobe, Carmelo'dan önceki Carmelo olurdu.

Ve bütün bunlar, 2000, 2001 ve 2002 şampiyonluklarının Shaq-Kobe ikilisi ortada olmayacağından, boşa çıktığını gösteriyor; tıpkı Garnett Boston'a gitmeyeceği ve Pau-Kobe birleşmediği için 2008, 2009 ve 2010 şampiyonluklarının da boşa çıkacağı gibi.

Onları kim alıyor?

Magic, 2000 Finalleri'nde Trail Blazers'ı 4-3 yeniyor ve Shaq-Penny ikilisi 3. şampiyonluklarını kazanıyor -- 7. maçta Penny ve Shaq ürünü alley-oop'la taçlanan bir 4. çeyrek geri dönüşüne imza atıyorlar. Spurs, Sixers'ı 4-3 yenip 2001 Şampiyonu oluyor -- Allen Iverson, Avery Johnson'ın üzerinden geçiyor. Kings 4-0 ile Nets'i geçip 2002'de şampiyonluğa ulaşıyor (Vlade Divac, eğer Lakers onu Kobe karşılığında takaslasa bunların gerçekleşmeyeceğini de söylediği önemsiz bir maç sonu demeci veriyor). 2008'de Pistons, Pelicans'ı 4-2 ile geçiyor -- ve Finaller tarihindeki en düşük reytingleri alıyor. Magic 2009'da Nuggets'ı 4-3 ile aşıp bu kez Dwight Howard ile şampiyon oluyor -- insanlar "Dwight vs. Carmelo"nun yeni büyük rekabet olduğunu söylemeye başlıyor, çünkü aptallar. Ve Cavs (!) 2010'da Lakers'ı (!!) 4-3 (!!!) yeniyor -- Finaller tarihinin en yüksek reyting oranları.

[Burada konu NBA-Hollywood eksenine geçip Patrick Ewing'in malafatına kadar uzanıyor, o yüzden hiç uğraşmadım. Zaten konu dışına çıkılıyor. Direkt sona atladım. Merak eden orijinalinden bakar.]

Makul. Peki döküm ne?

Kainatın Nick-Anderson-Bir-Faul-Soktu versiyonunun neresindeyiz şimdi? Bu noktada:

--Magic 1995'de şampiyon oluyor; Shaq Orlando'da kalıyor ve onunla Penny üç şampiyonluk kazanıyor.
-- Hakeem Kazaam'ı çekiyor ve Hollywood'u sallıyor.
-- Jordan 6 yerine 5 yüzük kazanıyor ve mirası şimdiki kadar garanti altında olmuyor.
-- Kobe belki 5 yerine 2 yüzük kazanıyor ama muhtemelen hiç kazanamayacak.
-- Duncan 5 yerine 6 yüzüğe ulaşacak.
-- Chris Webber bir yüzük kazanacak (Yaşasın!) ama Dwight Howard da (Yuuuuuh!).
-- Carmelo, Finaller'e ulaşmış olacak.
-- Bir NBA Finalleri 7. maçında, kazananın LeBron olduğu bir Kobe ile LeBron kapışması göreceğiz, ki bu da LeBron'un hiç Miami'ye gitmeyeceği anlamına geliyor.
-- Ve herkes Patrick Ewing'in dalgasını görüyor.

Hepsi, eğer Nick Anderson bir tane faul atışını soksa gerçekleşecekti.

Çeviri: Risk


(Orijinali için şuradan.)

Bu artık şiirsel bir şey haline geldi: Golden State Warriors guardı Stephen Curry, driplingle sahayı kat ediyor, alışıldık bir şekilde üçlük çizgisinin orada duruyor, sıçrıyor, topu kafasının hizasına getiriyor, topu elden çıkarıyor, ve 7 metre ya da daha uzaktan topu, girerken hışırtı çıkaracağı çembere yolluyor: Çuf.

İki kez NBA'in En Değerli Oyuncusu ünvanını kazanan Curry, üçlük atışın en büyü uygulayıcısı; ve koçu, Chicago Bulls ve San Antonio Spurs gibi şampiyon takımlarda oynayan Steve Kerr, en yüksek üçlük yüzdesi rekorunu elinde tutuyor. Fakat hayranları Curry'ye veya üçlük konusunda --belki basketboldaki en önemli oyun-- iyi olan diğer oyunculara hayran kaldığında farkında olmadan Columbia spor salonunu laboratuar olarak kullanan bir yenilikçiyi övmüş oluyorlar.

Howard Hobson, çığır açan bir üniversite koçu olarak biliniyordu. Koç olarak 495 maç kazanmıştı, ve 1939'da Oregon Üniversitesi'ni ilk kez düzenlenen NCAA Turnuvası'na götürmüştü. Ama basketbola en büyük katkısı, 7 Şubat 1945'de Fordham ve Columbia arasında oynanan maçta gelmiş olabilir. O gece, Columbia kampüsündeki bin kişinin önünde, Lions ve Rams, Hobson tarafından deneysel bir kuralın icat edildiği, üçlük çizgisinin yer aldığı ilk kolej maçını oynadılar.

O dönem 41 yaşında olan Hobson, Oregon'da eğtim alanında doktorasını yapmak için ücretsiz izin alan Hobson, 460 basketbol maçını analiz etmek için 13 yılını harcamıştı. 1949'da Bilimsel Basketbol adıyla kitaplaşan bu gözlemlerini Columbia'daki tezinde kullanmıştı. Bugün çok az insan Hobson'ın kitabını hatırlıyor, Ancak kitabın 10. bölümünde yer alan, 1945'te Columbia'da uygulamaya koyduğu fikirler, bilgelik olarak kabul ediliyor. Üç sayılık atış, oyunu sonsuza dek değiştirdi. "Uzun mesafeli sayı, basketboldaki en muazzam oyun" diyordu Hobson, beyzboldaki home run gibi.

Üçlük, sıradan iki sayının aksine, yalnızca izleyiciler için heyecan verici olmakla kalmayıp, yakın mesafeden kolayca sayı imkanı bulan uzun oyuncuların avantajını da azaltıyordu. 1945'teki tarihi maçla ilgili New York Times, "Basketbolu daha ilginç ve geniş alan oyunu yapmak adına, bugün Morningside Heights salonundaki Fordham-Columbia maçı, yeni kurallarla oynandı" yazıyordu.


(Foto şuradan, yazıyı da yazan abi kendisi zaten.)

Maç başladığında, oyuncular bu yeni uzun mesafeli şutları sevmişlerdi, bazen kafaları karışsa bile. Hakemler birkaç oyuncuya, üçlük çizgisinin dışına doğru giderken topu sektirmeyi unuttukları için steps çalmıştı.

Columbia 73-58 kazandı; onlar onbir üçlük sokarken, Fordham dokuz isabet bulmuştu. Columbia'dan John Profant 4 üçlük isabeti buldu ve takım arkadaşı Norm Skinner 3'ü üçlük olmak üzere 26 sayı atmıştı. Bazı taraftarlar, bu değişimle ilgili bir anket yaptı. Sonuç, 148'e 105, üçlük atışın lehineydi.

Yeni kural, açı bir şekilde Columbia'nın hücumdaki verimini artırmıştı. Erişilen 73 sayısı, Lions için okul rekoruydu. O sezon başka hiçbir maçta 60'ı geçemediler. Irving T. Marsh, New York Herald-Tribune'e şöyle yazmıştı: Bu gözlemciye göre, yeni kurallar oyunu kesinlikle daha hareketli ve heyecanlı hale getirdi, fakat gerçekten vahşi ve karışık olursa, neler olabileceğini kestirmek mümkün değil."

Diğer muhabirler daha acımasız görüşlere sahipti. İzleyici kafa karışıklığından şikayetçiydi, ve bir Association Press muhabiri de "Eski oyunun nesi vardı ki?" diye sormuştu. New York Times yazarı Louis Effrat şunları not etmişti: "Uzmanların izlenimi, uzak mesafeli şuta ekstra bir sayı daha vererek turnikeyi değersizleştirmek, takım oyununu olumsuz yönde etkileyebilir, şeklindeydi. Deney, bu nedenle, bir başarı ümidi vermiyordu." Effrat, hikayesini üçlük atışın "doğal yollarla ölmesine olanak tanınmasını" önererek sonlandırıyordu.

Ve yıllar boyu, Howard Hobson'ın favori atışının kaderinde yok olmak varmış gibi görünüyordu. Ama sonra, kısa ömürlü American Basketball League 1961-1962 sezonunda üçlük atışı kullandı ve daha uzun ömürlü American Basketball Association da 1967'de bu şuta izin verir şekilde başladı. NBA 1979'a dek kullanmadı, ve NCAA de 1986'da bunu ülke çapında kural haline getirdi. Bugün takımların daha büyük farklar yaratmasına imkan tanıyan ya da geri dönüşleri daha kısa zamanda gerçekleştirmeye olanak sağlayan üçlük atış, basketbolda artık daha yaygın bir silah; artık daha fazla takım --spikerlerin söylediği gibi -- "şehir merkezinden" şut kullanıyor.

1991'de 87 yaşında hayatını kaybeden Hobson, 1945'te ortaya çıkardığı bu oyunun geleceğin şutu olduğuna inanarak, üç sayılık atışı hayatı boyunca savundu. Ve bunu alçakgönüllülükle yaptı. Bilimsel Basketbol'da Hobson, koçların üçlük atışları denemesi ve "sonuçların oyun için faydalı olup olmadığına bakmaları" gerektiğini yazmıştı. Warriors koçu Kerr muhtemelen "evet" derdi.

Demeden



(...)
Bu oyunun kuralları aristokratlar tarafından yazıldı ve İngiltere'nin en gözde özel okullarında geliştirildi. Genel bir kurallar bütünü oluşturmaya yönelik tartışmaların ilki 1863 yılında Londra'da bir pub'da yaşandı. Tartışmanın iki tarafı vardı. Bir tarafta çok üst seviyeden olmayan aristokratlar vardı; rakip oyunculara tekme atabilmeyi ve topu elle tutabilmeyi savunuyorlardı. Diğer taraf ise en üst düzey aristokratlardan oluşuyordu; topa elle dokunmamayı ve topun direğin üzerinden değil, altından geçmesi gerektiğini savunuyorlardı. Tartışma birkaç saat sürdü ve sonunda kazanan, üst düzey aristokratlar oldu. Federasyon da o toplantıdan sonra kuruldu.
 Sonuçta bu, başka kimsenin oynayamayacağı bir oyun yaratmak isteyen aristokratlar tarafından icat edilen bir oyun. Dünyanın gördüğü en büyük imparatorluğu yönetenlerin çocuklarıydılar ve işleri zorlaştırmaktan keyif alıyorlardı. Bu da kimsenin oynamayacağı bir oyun yaratmak istemelerine neden oldu; çünkü topu ayakla kontrol edemezsiniz. Topla oynanan diğer bütün oyunlarda , bariz olan şeyi yapar ve topu elinizle ya da sopa gibi bir şeyle kontrol edersiniz. Ama aristokratlar tarafından icat edilen bu oyun, bir şekilde dünyadaki en popüler spor olmayı başardı. Daha az aristokrat olanlar da anlaşmadan mutsuz ayrılıp ragbi'yi icat ettiler.

Socrates'in son sayısından, Rogan Taylor ile yapılan röportajdan. Geneli de tavsiye edilir.

NBA Takımlarının İsimlerinin Kökenleri - 4

PHILADELPHIA 76ERS


Syracuse Nationals, 1963 yılında Philadelphia'ya taşındı ve ismi, 1776'da bu şehirde ilan edilen Bağımsızlık Bildirgesi'ne bir gönderme olarak, 76ers olarak değiştirildi.

PHOENIX SUNS


(Sadece 28 yaşındaki) Genel menajer Jerry Colangelo, 1968 yılında, bir takıma-isim-ver yarışması düzenleyerek, yeni kurulacak kulüp için bir isim arıyordu. Colangelo, Scorpions, Rattlers ve Thunderbirds'ü de içeren 28.000 oyun arasından Suns'ı seçti. Aralarında White Wing Doves, Sun Lovers, Poobahs, Dudes ve Cactus Giants'ın da olduğu isimleri öneren bir taraftar, yarışmadan 1000 dolar ve sezonluk kombine kazandı.

PORTLAND TRAIL BLAZERS


Portland, 1970 yılında yeni bir takım olarak NBA'e kabul edildi ve, yetkililer bir takıma-isim-ver yarışması düzenleneceğini açıkladı. 10.000'den fazla oyun sonucunda, Pioneers en ilgi toplayan oldu, ama Lewis&Clark Üniversitesi bu ismi halihazırda kullanıyor olduğu için, devre dışı kaldı. Diğer popüler aday ise, tasarımıyla karşı karşıya (beşer oyuncudan) iki takımı sembolize eden logoya sahip Trail Blazers'tı.

SACRAMENTO KINGS


Kings'in kökleri, NBL ekiplerinden Rochester Royals'a kadar uzanıyor. Takım 1957'de Cincinnati'ye taşındıktan sonra ismi aynı kaldı ve 1972'de şehir değişip, bir takıma-isim-ver yarışması sonucunda (beyzbol takımının da ismi Royals olduğu için) Kansas City-Omaha Kings'e dönüşene dek öyle devam etti. 1985'te California'ya geçtikleri zaman da bu isim sabit kaldı.

SAN ANTONIO SPURS


Bir grup San Antonio'lu yatırımcı, 1973 yılında Dallas Chaparrals'ı satın aldı ve derhal ismini San Antonio Gunslingers'a dönüştürdü. Gunslingers daha yeni evindeki ilk maçına çıkmadan, ismi Spurs'e çevrildi. Bazı hesaplar, bir takıma-isim-ver yarışması sonucunda bu ismin seçildiğini belirtir. Takımın ana yatırımcılarından biri olan Red McCombs'ın Texas'ın Spur şehrinde doğması, sadece bir tesadüf olabilir tabii.

TORONTO RAPTORS


Kanada'da yeni kurulacak olan takımın sahipleri, 1994 yılında, ülke çapında bir pazar araştırması yaptılar ve yetkililere yardımcı olacak, potansiyel isimler belirlemelerini sağlayacak kapsamlı bir oylama gerçekleştirdiler. Ve nihayet, o günlerin Jurassic Park furyasının da yardımıyla Raptors, Bobcats ve Dragons'ın önünde seçildi.

UTAH JAZZ


Hayır; Utah, Jazz müziği ile bilinen bir yer değil. Takım, 1974 yılında New Orleans'ta ortaya çıkmıştı, ve kulüp yetkilileri, 1979'da Salt Lake City'ye taşınıldığı zaman da bu ismi korumaya karar verdi. Jazz ismi, esasen bir takıma-isim-ver yarışması ile, yedi finalistin önünde seçilmişti: Dukes, Crescents, Pilots, Cajuns, Blues, Deltas ve Knights.
Deltas, Salt Lake City için uygun gayet uygunken (aynı isimdeki havayolu şirketinin burada merkezi bulunuyordu); Cajuns, Jazz için en kötü eşleşme olabilirdi.  

WASHINGTON WIZARDS


1990'ların başında, Washington Bullets'ın sahibi Abe Pollin'in başı, takımın ismi ve silahlar ile dertteydi. Aynı zamanda Pollin'in de arkadaşı olan, İsrail başbakanı İshak Rabin'in suikaste uğramasının ardından Pollin, harekete geçti ve takıın ismini değiştirme planları içinde olduğunu duyurdu (Ki Dan Steinberg'in bu konuda detaylı, Rabin'in ölümünün isim değişimine etkisi hakkında soru işaretleri olduğunu belirten bir yazısı bulunmaktadır).

Bir takıma-isim-ver yarışması düzenlendi ve taraftarlar, Wizards, Dragons, Express, Stallions ve Sea-Dogs'dan oluşan bir grup ismi oyladı. 1997-1998 sezonun öncesinde, kazanan ismin Wizards olduğunun açıklanmasının üzerinden çok geçmeden, bölgenin NAACP yetkilisi, ismin Ku Klux Klan çağrışımları taşıdığından şikayet etti. Kulübün önceki isimleri arasında, Packers ve Zephyrs de vardı.

NBA Takımlarının İsimlerinin Kökenleri - 3

MINNESOTA TIMBERWOLVES



Minnesota'da kurulması muhtemel takım için, 1986 yılında bir takıma-isim-ver yarışması açıldı. Eyaletteki 842 şehir konseyinden 333'ünün oyunu alan Timberwolves ismi, final oylamasında da "Polars"ı 2-1 yendi. Timberwolves ismini ilk öneren taraftarlardan biri olan Tim Hope, All-Star maçına gitmeye hak kazandı. Pope toplamda 10 isim önermişti, bunlardan biri de Gun Flints'ti. "İki parçalı bir ismin kazanacağını düşünmüştüm" demişti bir muhabire. Yarışmada en çok oy alan isim "Blizzard" idi; ama takım, eyalete daha uygun bir ismi tercih ediyordu. Bir takım yetkilisi şunları söylüyordu: "Minnesota, ülkedeki bütün eyaletler içinde, başıboş kurt sürüleri görebileceğiniz tek yer."

NEW JERSEY NETS



New Jersey Americans, 1967'de ABA'e katıldı ve sonraki sezon New York'a taşındı. Takımın ismi, şehirdeki diğer takımlar olan Jets ve Mets'e uyum sağlaması amacıyla New York Mets'e dönüştürüldü. 1977-1978 sezonundan önce, takım New Jersey'e geri döndü, ama ismi korudu. 1994'de pazarlama açısından daha olumlu bir tablo sergilemek adına, isimlerini Swamp Dragons veya Fire Dragons olarak değiştirmeyi düşündükleri söylendi, ama bu gerçekleşmedi.

NEW ORLEANS PELICANS



Tom Benson'ın 2012'de takımı satın almasının ardından, ismin değiştirileceği açıklandı. Marc Spears'a göre, "Krewe ve Brass isimleri üzerinde konuşuldu," ama --Louisiana'nın simgesi olan-- Pelicans'ta karar kılındı.

NEW YORK KNICKS



"Knickerbocker" ifadesiyle, 1600'lerde Yeni Dünya'ya yerleşen Hollandalı göçmenlerin giydiği, diz altında sıvanmış pantolonlara atıfta bulunulur. Bu göçmenlerin çoğu, Baba Knickerbocker'ın önemli bir sembolü olduğu New York ya da çevresine yerleştiler. 1845'te, ilk organize beyzbol takımı kurulduğunda, ismi Knickerbocker Nine'dı; ve bu isim, 1946'da New York, BAA'ya bir takım verdiğinde, yeniden anımsandı. Takımın kurucusu Ned Irish, kararını Knickerbockers yönünde kullandı.

OKLAHOMA CITY THUNDER



Seattle SuperSonics 2007-2008 sezonunda Oklahoma City'ye taşındığında, taraftarlar ortaya 64 farklı isim attılar. Thunder ismi, Renegades, Twisters ve Barons'ın önünde seçildi ve olumlu tepkiler aldı. Yeni isim açıklandıktan sonra, takım ürünleri satış rekorları kırdı. Başkan Clay Thompson, muhabirlere "Gök gürültüsü imajı ve düşüncesiyle, ve de Thunder'ın saha içi deneyimiyle ilgili her tür eşya vardı" diyordu muhabirlere. SuperSonics ismi, SuperSonic Transport adındaki uçaktan geliyordu. Uçağı üreten Boeing firmasının Seattle'da büyük bir fabrikası bulunmaktaydı.

ORLANDO MAGIC




Orlando Sentinel, şehrin yeni kurulacak ekibi için takıma-isim-ver yarışması düzenlediğinde, Challengers --ki bu, 1986 yılındaki uzay mekiği kazasına bir atıftı-- en popüler aday olmuştu. Diğer öneriler arasında Floridians, Juice, Orbits, Astronauts, Aquamen ve Sentinels vardı; ama takım yetkililerini de içeren jüri, bütün isimleri gözden geçirdi ve Magic'te karar kılındı. İsim, aşikar şekilde, turizm zengini şehrin bir numaralı markası olan Disney World'e selam çakıyordu.

NBA Takımlarının İsimlerinin Kökenleri - 2

(Yazının orijinali için tık.)

GOLDEN STATE WARRIORS


Philadelphia Warriors, 1946-1947'da oynanan BAA'nın açılış sezonunda şampiyonluğa ulaştı. Warriors, 1961-1962 sezonunun ardından San Francisco'ya taşındı ve ismi aynı kaldı. Takım, Oakland'a taşınınca da, adı Golden State Warriors'a dönüştü.

HOUSTON ROCKETS


Houston Rockets, esasen San Diego'da kurulmuştu. Rockets ismi, bir takıma-isim-ver yarışması vesilesiyle seçildi, ve oranın "Hareketli Şehir" temasına uygundu. Aynı zamanda, likit yakıtla üretilen Atlas füzeleri de, San Diego'da üretiliyordu. Takım 1971'de Houston'a taşınınca, NASA'ya evsahipliği yapan bir yerde bu ismi korumak mantıklı geldi.

INDIANA PACERS



Michael Leo Donovan'ın takım isimleri üstüne yazılan kitabı, Yankees'den Fighting Irish'e: Takımınızın İsmi Nasıl Oluştu'ya göre, Pacers ismi, 1967'de avukat Richard Tinkham'ın da aralarında bulunduğu ilk yatırımcıları tarafından seçildi. Bu isim, Indiana'nın zengin binicilik ve otomobil sporları tarihine atfen konulmuştu. "Pacing" (rahvan gitmek), Indianapolis 500 yarışlarında en önde giden "Pace car"ın yaptığına benzer şekilde, binicilikte kullanılan at binme şekillerinden birini anlatıyor.

LOS ANGELES CLIPPERS



Buffalo Braves 1978'de San Diego'ya taşındığında, takım sahipleri, ismi değiştirmek istediler. Ve --19. yüzyılın popüler gemi tiplerinden biri olan-- "Clippers"ta anlaştılar. San Diego, 1970'ler boyunca Conquistadors ve Sails isimli ABA takımlarına evsahipliği yapmıştı. Donald Sterling, 1981-1982 sezonunda Clippers'ı aldı ve, kendi memleketi olan Los Angeles'a taşıdı. Takım, San Diego için bütün anlamını yitirdi, ama Clippers adını korumuş oldu.

LOS ANGELES LAKERS



Los Angeles'ta kaç tane doğal göl bulunuyor? Kısa cevap: 10.000'den az. 1947 sezonundan önce NBA takımı Detroit Gems'i Minneapolis'e taşımaya karar verdiğinde, takımın, yeni evine uygun bir isim taşıması gerektiğini düşündüler. Minnesota için söylenen "Onbingöller Yöresi" yakıştırmasını alıp, Lakers haline getirdiler. Lakers, 1960 sezonundan önce Los Angeles'a taşındığında, takımın köklerinin Minnesota'dan gelmesi sebebiyle, isimleri sabit kaldı.

MEMPHIS GRIZZLIES


1994'de, sonraki sezon için Vancouver'ın lige bir takım sokacağı kararı verildiğinde, takım sahiplerinin, ismin Mounties olmasına ilişkin bir ön fikirleri vardı. Kanada polisi ve taraftarlar bunu pek beğenmediler, böylece yeni bir isim aranmaya başlandı. Bir yerel bir gazete, yetkililerin Ravens yerine, yöreye daha uygun Grizzlies ismini seçmeden önce göz attıkları bir takıma-isim-ver yarışması düzenledi. Takım 2002-2003 sezonundan önce Memphis'e taşındığında, FedEx, takıma Express ismi verilmesi için 120 milyon dolarlık bir teklif sundu, fakat NBA bunu reddetti.

MIAMI HEAT



Ekim 1986'da, yeni takım Miami'nin sahipleri, aralarında Sharks, Tornadoes, Beaches ve Barracudas'ın da bulunduğu 20.000 önerinin arasından, Stephanie Freed'in "Heat" önerisini seçti.

MILWAUKEE BUCKS



Wisconsin'deki avcılık geleneğini hesaba katacak olursak, 1968'deki takıma-isim-ver yarışmasında "Bucks"ın birinci gelmesine şaşıracak bir nokta bulunmuyor. Bir hayvanı düşünecek olursak, taraftarlar daha kötüsünü de seçebilirdi: Seçenekler arasında Skunks (Kokarcalar) da bulunuyordu.

NBA Takımlarının İsimlerinin Kökenleri - 1

(Böyle takım isimlerinin ortaya çıkışlarıyla ilgili toplu bir yazı.)

ATLANTA HAWKS


1948 yılında, --o zamanlar ortaklaşa şekilde Tri-Cities olarak bilinen-- Moline (Illinois) ve Davenport (Iowa) şehirleri, NBA'e bir takım sokmaya karar verdiler. Takımın adı, Chicago'nun hokey takımı gibi, Sauk Kızılderililerinin şefi Kara Şahin'den ("Black Hawk") geliyordu. Takım 1951'de Milwaukee'ye taşındığında, isim kısaltılarak, Hawks yapıldı. Sonraki şehir değiştirmelerde de (St. Louis ve Atlanta), isim aynı tutuldu.

BOSTON CELTICS


Takım sahibi Walter Brown, 1946'da Boston'ın BAA takımı için Whirlwinds, Olympians ve Unicorns yerine Celtics'i seçmeyi tercih etti.  Tanıtım ekibinden birinin "İrlandalı isme sahip hiçbir Boston takımı başarılı olamadı" şeklindeki uyarılara rağmen, Brown, bu ismin sahip olduğu kazanma geleneğini seviyordu: New York Celtics, 1920'lerin en başarılı kulüplerinden biriydi.

CHARLOTTE HORNETS


Charlotte'ın 2004'teki takıma-isim-ver yarışmasındaki üç finalist; Bobcats, Dragons ve Flight idi. Takım sahibi Bob Johnson, BOBcats'i sevmişti, ama ligdeki bazı oyuncular, bundan pek etkilenmiş gözükmüyorlardı: Steve Kerr, gazetecilere "Kulağa bir kız softball takımı ismi geliyor" demişti o dönem. "Bence bu, takımlar için pek fazla iyi isim kalmadığına delalet." Belki de Kerr Haklıydı. Bobcats, 2014'te kulübün ilk kurulduğu şehre geri dönerek, tekrar Charlotte Hornets oldu.

Peki "Hornets" ismi nereden geliyor? 1987'de, George Shinn'in sahibi olduğu grup, Charlotte'ta kurulacak muhtemel takımın isminin "Spirit" olacağını duyurdu. Taraftarlar rahatsızlıklarını belirttiler; ve bu, bazı taraftarların, bağış toplama faaliyetleri için, Charlotte Observer gazetesi tarafından hakkında araştırma yapılan Charlotte merkezli evanjelik tv programı PTL Club ile ortaklık kurmasına engel olamadı.

Shinn, bir takıma-isim-ver yarışması düzenlemeye karar verdi ve altı seçenek sundu. Gelen 9000 oyun sonucunda Hornets ismi, ezici bir üstünlükle, Knights, Cougar, Spirit, Crowns ve Stars isimlerini geride bırakarak seçildi. Sonrasında, Shinn, seçilen ismin bazı tarihî atıflar da içerdiğinden söz etti: Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında bir İngiliz komutanın, bölgeden "bir eşek arısı yuvası" olarak bahsetmişti.


CHICAGO BULLS


Chicago Bulls Ansiklopedisi'ne göre, takım sahibi Richard Klein, 1966'da yeni takım için isim arıyordu ve Chicago'nun, dünyanın et başkenti olduğunu anlatan bir isim istiyordu. Oğlu, "Baba, bunlar bir sürü boğa!" diye haykırdığında Klein, Matadors ve Toreadors isimlerini düşünüyordu. Gerisi --biraz şüpheli de olsa-- tarih.

CLEVELAND CAVALIERS


Taraftarlar 1970'de Cleveland Plain-Dealer'ın yaptığı anket sonucunda Cavaliers ismini seçti Diğer finalistler arasında, Jays, Foresters, Towers ve Presidents vardı. The Presidents ismi muhtemelen, o güne kadarki Amerikan başkanlarından yedi tanesinin Ohio'da doğmuş olmasına bir göndermeydi. Yarışmada Cavaliers ismini öneren Jerry Tomko, şöyle yazmıştı: "Cavaliers ismi, bir grup korkusuz, cesur, asla vazgeçmeyen, ne olursa olsun geri adım atmayan bir grup adamı temsil ediyor."

DALLAS MAVERICKS


Dallas'taki bir radyo istasyonu, bir takıma-isim-ver yarışması düzenledi ve finalistleri, en sonunda Mavericks ismini Wranglers ve Express'in önünde seçecek olan  takım sahibi Donald Carter'a yolladı. Mavericks ismini öneren 41 taraftar, sezon açılışı için bir çift biletle ödüllendirildi, ve aralarından biri olan Carla Springer, sezonluk kombine için yapılan çekilişi kazandı. Bir serbest yazar olan Springer, Mavericks ismi için "bağımsızlığı ve Dallas halkının gösterişli tarzını temsil ediyor" diyordu. Bu kesinlikle takımın şu andaki sahibi Mark Cuban için de çok yerinde bir tanımlama. 

DENVER NUGGETS



Denver'ın ABA takımı esasen Rockets olarak biliniyordu. Takım 1974'de NBA'e geçmek için hazırlanırken,  yeni bir isme ihtiyaç duydu, ki Rockets ismi zaten Houston tarafından kullanılıyordu. Nuggets ismi, şehrin madencilik geleneğine ve 1850'lerin sonundaki Altına Hücum akımına bir gönderme olarak, bir takıma-isim-ver yarışması sonucunda seçildi.


DETROIT PISTONS


Pistons'ın izlerini, Fort Wayne, Indiana'ya, Zollner Pistons olarak bilindikleri yere kadar takip edebiliyoruz. Bir "Zollner Piston" nedir? O zamanki takım sahibi Fred Zollner tarafından üretilen, işinin ardından takıma da ismini veren bir piston. Takım 1957'de Detroit'e taşınınca, Zollner kendi ismini geri çekti, fakat Pistons adı sabit kaldı. Bu isim, "Motor City" lakabına cuk oturuyordu. 


Sokak


90'lar futbolunu seven ya da azıcık bilen biri için "Mediolanum" kelimesinin manası vardır. Bir şirket ismi (ki hem de Berlusconi'nin şirketi) olduğunu bilmese bile, tahmin etmesi zor değildir. Forma-reklam özdeşleşmesinin en ileri örneklerinden birine ortaklık yapmıştır Mediolanum. Meğer mevzu daha da derinmiş:


Düşünsenize, doğrudan kentin eski ismini bir reklam olarak göğsünde taşıyan bir takım. Hem de tarihin en iyi takımlarından biri. Kulübün altın döneminde (87-92) giyilen forma. 

Bir de şöyle bize yakışan bir işe imza atmışız, bu formayla ilgili, onu da ekleyelim.

(Tiviti alıntıladığım Burçin bey'in hesabını da naçizane öneririm. Hele de tarih, diller, etimolojiye merağınız varsa. Şuradan başlanabilir.)

Yalı


Yazmaktan sonra en çok sevdiği şey ise, edebiyatın tümüyle dışında kalıyordu. Haldun Taner, belki de uzun yıllarını yatarak geçirmenin verdiği hırsla, iyileşir iyileşmez kendini futbola vermişti. Üstelik sadece kıvrak çalımları, sert şutları olan bir futbol oyuncusu değil, bu oyunda yeni taktikler, yeni vuruş teknikleri geliştiren bir yorumcu olmuştu.  
Yalıda Sabah kitabındaki öykülerinden birinde Nizamettin Bolayır adlı öykü kişisine üç çeşit penaltı attırmış, bunlardan birinin daha sonraki dönemlerde ünlü futbol yıldızlarının çok kullandıkları 'falsolu vuruş' olduğunu yazmış ve bu vuruşun nasıl yapılacağını inanılmaz bir ustalıkla anlattıktan sonra, temeli aldatmacaya dayanan bu vuruşun 'kalleşçe' olup oladığını sormuştu. 
Bu soru, gerçek futbol dünyasını bir anda karıştırdı. Dönemin ünlü futbolcuları ile Türkiye'de teknik adam olarak çalışan yabancı futbol adamları, Haldun Taner'in ortaya attığı bu konuyu tartıştılar. Macar ve Romen kökenli teknik direktörler, radyoda düzenlenen 'falsolu vuruş mübah mı' adlı programlara katılarak, tercümanları aracılığıyla görüşlerini açıkladılar. Olup bitenleri kıs kıs gülerek izleyen Haldun Taner, takma adla bazı spor gazetelerinde makaleler yazarak, ortalığı daha da alevlendirdi. Olayı Brezilyalı bir teknik adamın da duyduğunu ve onun "Karşı kaleciyi gafil avlamak neden günah olsun" dediğini yazdı. Aslında ne böyle bir teknik adam, ne de böyle bir konuşma vardı ama buna da inanıldı ve tartışmalar daha da sertleşti. Haldun Taner de eğlenmesini sürdürdü.

K Dergi, sayı 29, sayfa 18-19.

(Başka bir Haldun Taner ve Futbol içeren post için, tık.)

Kar



(...) Şimdi tabii; bu "kırmızılı şeytan" konusunun ne olduğunu sormakta haklısınız. Açıklayalım: Altınordu takımının lâkabı; şeytanlar. Takım sahaya çıktığında, taraftarları "Şeytanlar" diye üçlü çektikçe, karşı tribün tempo tutardı: "Kırmızı götlü şeytanlar, şeytanlar." Bunun da sebebi, renkleri kırmızı-lacivert olan Altınordu'nun, bir vakti zamanında maçlara kırmızı şort ile çıkmış olması. Öylesine tutmuş ki bu zamanında, Altınordu artık kırmızı şortla oynamıyor olmasına karşın herkes böyle bağırırdı.

Takımdan Ayrı Düz Koşu, sf. 172

Şöyle az bir bakınınca artık rahatça giyiyor olduklarını görebiliriz. Ha nedir, hâlâ bu laf geliyor mudur karşı tribünlerden, pek sanmam.

İlk



1 hafta olacak, haberlerde şunu gördüm. "Vay anasını..." filan diyorsunuz tabii. Öyle şey olur muymuş vs. Buna sebep olan şey bambaşka sıkıntı, ona girmiyorum. Dün ise şuna rastladım:

"1890 yılındayız.
Clintonlar Yalısı halkı bir gün, öğleden sonra salonda toplanmıştır ki garip bir tıkırtı işitilir.
Balkona çıktıklarında denizin binlerce büyük balık kafasıyla kaplı olduğunu görürler. Torikler, altıparmaklar, lakerdalar, camgözler topu da sıkışık düzende alay gösteriyorlardır. Denizin birdenbire soğumasıyla su yüzüne vurmuşlardır. Daha doğrusu, kafalarını sudan çıkarmışlar hava almak için ağızlarını açmışlardır. Ağızlarını açıp kapadıkça da o kokorozlu gıcırtı işitiliyordur.
Bütün ev halkı, hizmetçiler, uşaklar, ahçılar, bahçıvanlarla rıhtıma koşar. Arka yoldan geçen birkaç meraklı da koşup gelmiştir. Ağlar yırtılıncaya değin balıklar posta edilir. İçlerinden kimisi de, balıkları, süpürge sopalarının uçlarına bağladıkları tencerelerle denize inen merdivenin basamaklarına çekiyor, oradan da elle topluyorlardır."

Salah Birsel, Yapıştırma Bıyık, sayfa 95.

Vasca



İspanya'da kaydedilmiş ilk futbol karşılaşması. Sene 1912. Takımlar, Irun ve Racing. Emre'ye teşekkürler.

(Kaynak)

Vehim


Tivitre'de birkaç kez lafını etmiştim şu kitabın (Nadir Kitap'tan bulursunuz), bu kupa süresince yine okumak istedim. Formalarla alakalı bir bölüm de var. Oradaki Arjantin başlığından alıntılıyorum:

(...) Tanrı da mavi-beyaz çubukluyu seviyor hani. '90 Dünya Kupası'nda mavi-beyaz çubuklu yerine başka bir forma giydiklerini gördü ve ihaneti affetmedi. Mavili siyahlı tuhaf desenli forma, finalde Brehme'nin penaltı golüyle Almanlara kaybetmekten kurtulamadı. Maradona'nın gözyaşlarını sildiği 10 numaralı forma hariç hepsini atmak lazım. 

Pazar günü forma düzeni yine böyle olacak. Bu kez büyük ihtimalle kombinasyonlu görmeyeceğiz sanırım. Malum, bu kupadaki haller. Kombinasyon demişken, Arjantin-Hollanda maçında gözler bayram etti o kadar "düzlük"ün üstüne, belirtmek lazım.

Kazanılan iki finalde giyilenler de belli. Kıllanılası.


Efendi-3




  İki ezeli rakip, Galatasaray ile Fenerbahçe, seyirciyi selamlamak için İttihatspor Stadı'nda (bugünkü adıyla Şükrü Saracoğlu) sahaya çıktı.
  Futbolcuların formalarından ayakkabılarına kadar tüm aksesuarları döneme uygundu: İngiliz malı potinlerin yerini Avusturya kramponları almıştı. Futbol topunun iç lastikleri de Alman ürünüydü.
  Yöneticiler de döneme uygundu...
  Fenerbahçe Kulübü'nün başkanlığına Doktor Nazım getirilmişti.
  Yani, Evliyazade ailesinin futbolla ilgili tek ismi Karşıyaka ve Altay'da futbol oynayan Nejad değildi...
  Doktor Nazım'ın kulübün başına geldiği o yıllar, aynı zamanda Fenerbahçe'nin siyasal iktidarlarla olan ilişkisinin başlangıç tarihiydi.
  Fenerbahçe'nin "kaderi" o yıllarda yazılıyordu: Fenerbahçe bu yıllardan sonra Türkiye'nin siyasal tarihine paralel olarak, iktidara kim gelirse, takımın başkanlığına da istisnasız o iktidar ekibinden birini getirecekti...
İttihatçıların futbolun kitlesel özelliğini kavrayan ilk siyasal hareket olduğunu belirtmiştik. İttihatçılar ile Fenerbahçe arasındaki ilişki, kuşkusuz bir çıkar ilişkisiydi. İttihatçılar kamuoyunun Fenerbahçe sempatisinden yararlanmaya, Fenerbahçe ise iktidarın gücüne ihtiyaç duyuyordu.
  Doktor Nazım'ın o gün seyirciler arasına "Fenerbahçe başkanı" sıfatıyla oturmasının başka bir anlamı yoktu...
  Savaş sırasında sahaya on bir futbolcuyla çıkmanın güç olduğu bir dönemden geçiliyordu. Fenerbahçe yıldız futbolcularının bazılarını şehit vermişti.
  Yirmi üç yaşındaki Teğmen Nureddin, Arıburnu Savaşları'nda (12 nisan 1915); yirmi bir yaşındaki Yedek Subay Halim, Alçıtepe'de (nisan 1915) yirmi bir yaşındaki Teğmen Haldun, Arıburnu Savaşları'nda (22 haziran 1915); yirmi yaşındaki Yedek Subay Kemal, Sebdülbahir'de şehit olmuştu.
  Fenerbahçe, 2 ekim 1914 ile 12 kasım 1915 tarihleri arasında oynadığı on beş maçta hiç mağlup olmamış, iki yıl üst üste şampiyonluk kazanan efsane takımın futbolcularını ancak Birinci Dünya Savaşı yenebilmişti!..
 Bir de...
  O efsanevi takımın futbolcularından Otomobil Nuri, Öküz Öldüren Bombacı Bekir, Şiir Refik gibi yedisini, İttihat ve Terakki'nin takımı olarak bilinen ve Talat Paşa'nın başkanlığını yaptığı Altınordu kapmıştı...
  Fenerbahçe bu koşullar altında Galatasaray'ın karşısına çıkmıştı. Üstelik bazı futbolcuları cepheden güçlükle toparlanıp getirilmişti. Kulüp başkanı Doktor Nazım, Galatasaray'ın karşısına on bir futbolcuyla çıkmak için cephedeki futbolcularının bağlı bulunduğu komutanlıklarla tek tek temasa geçmiş, takım kaptanı Galib, Kırıkkale'den; müdafi Emirzade Arif, Keşan'dan; Edhem, Fikirtepe Uçaksavar Batarya Komutanlığı'ndan izin alınarak getirilmişti. Futbolcular yorucu tren ve at yolculuğundan sonra maça zar zor yetişebilmişlerdi...
  On bir futbolcuyla sahaya çıkacak olmaları takımın antrenörü Fuad Hüsnü (Kayacan) Bey'i çok sevindirdi...
  Fuad Hüsnü ilk Türk futbolcuydu:
  2. Abdülhamid'in o istibdat günlerinde hapisleri, sürgünleri göze alıp futbol oynamıştı. Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğluydu. 1902 yılında Bahriye Mektebi'nde okurken, "Boby" takma adıyla Cadikeuy Football Club'da (Kadıköy Futbol Kulübü) oynamaya başlamıştı. Mükemmel İngilizce konuşmasına, saç tıraşından bıyıklarının şekline kadar, kendisine tam bir İngiliz görünümü verse de jurnallerden kurtulamamış, futbol aşkı nedeniyle mahkemelere çıkıp ifade vermek zorunda kalıp, babası sayesinde ağır cezalardan kurtulmuştu. Fuad Hüsnü futbolculuğu bıraktıktan sonra futboldan kopamamış, antrenör olarak görev yapmaya başlamıştı...
  Doktor Nazım'ın başkanlığını yaptığı Fenerbahçe takımında, ileride Türkiye'de adını başka alanlarda da duyacağımız kişiler de futbol oynuyordu; Münir Nureddin (Selçuk), Burhan (Felek) gibi...
  17 aralık 1917'de oynanan maçı Galatasaray 3-2 kazandı.
  Doktor Nazım teselli amacıyla futbolcularına sigara ikram etti!
(...)

Efendi, Soner Yalçın, sf. 230-231-232

Efendi-2

 

 
  Karşıyaka'daki Karavokiri sahasının çevresi Türk ve Rum seyircilerle dolmuştu.
  Türklerin sesi sanki daha gür çıkıyordu:
  "Kaf Kaf Kaf, Sin Sin Sin... Kaf Sin, Kaf Sin, Kaf..."
  "Kırmızı Türklüğü, yeşil Müslümanlığı temsil etsin" diye seçilen, Karşıyaka Spor Kulübü'nün kırmızı-yeşil bayraklarını sürekli sallayan Türkler hiç susmuyordu.
  Maçın henüz başlarıydı; orta saha oyuncusu sağ iç İplikçizade Sadi, topu sağ açık Kadızade Rıfat'ın önüne attı. Meşin yuvarlağı kontrol eden Rıfat, Rum sol beki çalımlayıp, topu ortaladı. Rum defansının bakışları arasında top Rum kale sahası önündeki santrfor Ali Adnan'ın (Menderes) önüne düştü. Ali Adnan kaleciyle karşı karşıyaydı. Topa olanca gücüyle vurdu. Top kalenin epey üstünden auta çıktı...
  Hayatında ilk kez, o futbol sahasında yuhalandı.
  Kırılgan bir yapısı vardı; belki de bu olayın etkisiyle Karşıyaka Spor Kulübü'nden ayrılıp, yeni kurulan Altay'a geçmişti.
  Üstelik santrfor oynamayı da bırakmıştı. Futbolun yalnız mevkii, kaleciliği seçmişti!
  Futbolun yalnız adamı, yaşamın yalnızlığını çok tan öğrenmişti, üstelik daha on beş yaşındaydı...

Efendi, Soner Yalçın, sf 183


Efendi-1



(...)
  Osmanlı topraklarına futbolu ilk getirenler İngiliz Levantenlerdi.
  İngilizler 1890 yılında İzmir Bornova'da futbol oynamaya başladılar. İlk futbol kulübü "Football And Rugby Club"dı. Futbolun gelişmesinde İzmir'in ünlü Levanten ailelerinin rolü vardı: Giraudlar, Whittaller, Charnaudlar...
  2. Abdülhamid'in baskıcı yönetimi nedeniyle Müslümanların futbol oynama özgürlüğü yoktu. İstibdat yönetimi, Müslümanların sosyal kulüp kurmalarına bile izin vermiyordu.
  İzmir futbol ligi adeta "yabancılar ligi"ydi.
  Panianios, Apollon, Pelops, Evangalis, İskoş, Karavokiri, Midilli karması gibi Rum, Yunan ve İngiliz karışımı takımlar ile İtalyan Garibaldi takımı vardı.
  Futbol maçları kıran kırana geçiyordu. Öyle ki, Başpapaz Hrisostomos her maça gelip Rum takımlarını takdis edip rahipleriyle beraber tribünden ilahiler okuyordu. Rum Evangelidis Okulu'nun bando takımı, maç boyunca durmadan çalıyordu...
  "Temmuz Devrimi"nden sonra gelen özgürlük, sporu da etkiledi.
  İzmirli Türkler arasında futbolu tanıtan, öğreten, sevdiren ve gelişmesine katkıda olan isim, İzmir Sultanisi'nde spor öğretmeni olan ve aynı zamanda "Şark'ın bilardo şampiyonu" olarak tanınan Ermeni Melikyan Efendi'ydi. Melikyan Efendi'nin girişimleriyle kurulan "İzmir Sultanisi Futbol Takımı" ilk maçını Pelops Kulübü, sahasında 22 Ekim 1910 tarihinde yaptı.
  Bu takımın futbolcuları arasında bulunan Baha Esad (Tekant) Bey, zaman gelecek, kavgaların çıkmasına neden olacak bir evlilik yaparak Evliyazadelere damat olacaktı...
  Türklerin futbola aktif katılımlarını sağlayanlar, İttihatçılardı.
  İttihatçı kurmay kadronun çoğu eğitilerini yurtdışında yaptılar. Paris ve Londra gibi kültürün beşiği sayılacak kentlerden etkilendiler; iktidara geldiklerinde de gördüklerini ve öğrendiklerini hayata geçirmek için kolları sıvadılar.
  Futbolun kitleleri etkisine alan bir spor olduğunu Avrupa'da görmüşlerdi ve şimdi futbolun bu özelliğinden yararlanmak istiyorlardı.

  İzmir'de kurulan ilk Türk kulübü "Karşıyaka Gençlerbirliği Futbol Takımı" oldu. Kırmızı-yeşil renkleri olan takım, daha sonra Karşıyaka Spor Kulübü adını aldı.
  Kulüp, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin İzmir il binasında doğdu. Cemiyetin İzmir merkezi aynı zamanda Karşıyaka Spor Kulübü'nün lokaliydi.
  Karşıyaka'nın 1912 yılında kurulması bir tesadüf değildi. Balkan Savaşı sonrası özellikle Rumların başını çektiği yabancıların İzmir'i terk etmesi, Türklerin kendilerini daha iyi göstermelerine neden olmuştu. Rum takımlarının yerini Türk takımları almaya başlayacaktı.
  Karşıyaka'dan bir süre sonra "Hilal" kuruldu. Siyah-beyaz renkleriyle futbol sahalarında fırtına gibi esen bu takım, sonradan "Altay" adını aldı.
(...)
  Altay da, Karşıyaka gibi İttihatçıların takımıydı. Bunun en belirgin göstergesi, İttihatçıların Maarif nazırı Mustafa Necati Bey'in kendine ait odasını Altay'a tahsis etmesiydi.
  Daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti İzmir Katib-i Umumisi Mahmud Celal (Bayar) aracılığıyla Altay'a kulüp binası verdi.
  Altay İzmir'de fırtına gibi esti. Kurulduğu yıl Karşıyaka, Midilli ve Trablusgarp takımları arasında yapılan turnuvanın şampiyonu oldu. Bu zafer İzmir sokaklarında, caddelerinde davul-zurna çalarak kutlandı. Aynı yıl Altay, Ermeni takımı Armenion'u yenince İzmir benzer sevinç gösterilerine sahne oldu. İngiliz gençlerinden kurulu Pakser'i 4-3, Rumların takımı Panianios-Apollon karma takımını 2-0 yendi.
  Ama bir maçı hiçbir zaman unutmadılar: Evliyazade Nejad'ın da oynadığı maçta, İtalyan Levantenlerin takımı Garibaldi'yi 10-0 yenince, İtalyan konsolosu, "İtalyan milli kahramanı Garibaldi küçük düşürüldü" diye kulübü kapattı!
  O yıllarda Altay'ın kalesini koruyan isim Ali Adnan'dı (Menderes)...
(...)

Efendi, Soner Yalçın, sf.179-180-181-182