dizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Dolgu


Dün bir şekilde eski (90'lar) dizilere gitti kafam. İzlediğim-izlemediğim, birçoğu hakkında şöyle bir "nostalji turu" attım. O arada Cesur Kuşku'ya da uğradım. Hatırlayananız çıkar. İzlemiş olanınız da. Hangisi aklıma düştüyse, hangisini gördüysem, hemen Ekşi'de başlığına koştum elbet. Cesur Kuşku başlığında şöyle bir entry vardı. Daha o ilk cümle bitmeden seneler öncesine gittim, kafada bambaşka şeyler canlandı.

Bilenleriniz vardır. Fast Break dergisinin bir Michael Jordan özel sayısı vardı (Sayı elimde duruyor hala ama, bulamadım şimdi, bulunca kapağı da çekip koyacağım buraya). Bir şekilde elinizde varsa kıymetini bilin, sahaflarda karşınıza çıkarsa da affetmeyin. Neyse, o sayıda şuna benzer bir cümle vardı, "Michael, basketbol sahasını 'dünyanın merkezi' olarak görürdü" (arattım, bir tek şurada buldum, azıcık aşağı inin, "Lise Yılları" başlığında). Bu cümle o zamandan beri aklımda yer etmiştir. Belki basketbolcu olmadım, hiç o işlerde elim olmadı ama, bu sporu sevmek ve ciddiye almak adına, her zaman bunu aklımda tuttum. Jordan'ın nasıl "böyle" olduğunun da sırlarından biridir bu cümle, bu bakış açısı.

Seneler sonra aynı cümlenin futbol versiyonuna Cesur Kuşku'da denk geldim işte böyle. Belki dizi yayınlandığında da bu paralelliği fark edenler olmuştur. Ki çok muhtemel, yakın dönemler. Ayrıca dizi şu anda Yutub'da falan yok, bir yerlerden bulmak lazım, güzel diziydi.

Diğer

Geçen yine Tsubasa'ya tosladık gece vakti (Önceki ikisi de şu ve şuydu). Bu sefer netten bakabildik. Milli maç muhabbetleri vardı. Fransa ile oynuyorlar.


Yine saçma-sapan işler dönüyor tabii. Sonucu da hatırlayamadım ama "bizimkiler" aldı sanırım. Ben o ara formalara takıldım. Dedim "ne güzel kombinasyonlu böyle" falan. Bölüm bittikten sonra da aklıma geldi: Acaba Fransa ve Japonya hiç karşı karşıya geldi mi, geldiyse de ne giydiler maçta? Koştum hemen arattım. Çok detaylı bakamadım fakat, sanırım bir kez oynamışlar.


Onda da manzara bu. Hazırlık maçı sanırım. Büyük fırsat kaçmış. Tarihi fırsat. Fransa'nın bok yemesi elbette. Tamam Nike'a geçtiklerinden beri her formaları ayrı güzel de, geçenki iç saha kombinasyonları büyük sıçış. Kırmızı çorabı geçtim, beyaz bile yok herhangi bir yerinde kombinasyonun. Sen efendi gibi beyaz şort giysen, Japonya zaten şortu mecbur mavi yapacak. Eminim maçı izlerken az da olsa bazı vatandaşların aklına gelmiştir Tsubasagillerin maçı. Durduk yere beddua yemenin alemi yok hacı.

Diriliş


Geçen sene bu satırlarda The Following ile Person of Interest'in aralarındaki bağdan bahsetmiştim. Post şurada. Bundan sonra iki diziyi de eskisi gibi daha dikkatli izlemedim. Yani birbiriyle ilişkileri açısından daha dikkatli izlemedim ama yine de benim gibi sıradan her izleyicinin gözden kaçırmayacağı bir isim daha gördüm. The Following'in Roderick'i Warren Kole, Person of Interest'in 3. sezon 3. bölümünde de karşımıza çıktı. Hani şu başta verdiğim postta "Ajan Michael Emerson Weston" altyazılı resimdeki adam.

Neyse olay o değil. Dizimiz harika başlayıp sezon boyunca serbest düşerek saçmalık ötesi bir finalle ilk sezonunu noktaladıktan sonra sıradan saçmalıklarıyla yeni sezona başladı. Yeni gay ikili, yeni Debra, yeni Emma, biraz tarz değiştirmiş bir şekilde karşımıza çıkan eski Emma, türlü türlü yeni saçmalıklar falan...


Yeni sezonun ilk bölümünün ilk sahnelerini izleyince sanki önceki sezonun finalinin farklı bir sahneyle kapandığını düşündüm. Araya epey bir süre girdiğinden web üzerinden ufak bir araştırma yapıp o sahneleri tekrar izlemek istedim. Yukarıdaki videoyu buldum. Bu ne amk ya? Bu sikko diziyi bile bu şekilde mi izliyor ABD'deki insanlar. Özellikle 03.30'dan sonrasını izleyin. Ben hayatımda sadece Aşk-ı Memnu'nun finalini böyle heyecanlı izledim. Aşk-ı Memnu ile The Following'i aynı post içerisinde kullandığım için Halit Ziya Uşaklıgil, Hilal Saral, Beren Saat, Selçuk Yöntem, Kıvanç Tatlıtuğ'dan falan özür dilerim. Dizinin en güzel kızı da Elif'ti bu arada.

Sima


Leyla ile Mecnun'un 87 bölümünden. Şimdi düz bakarsak, Burak Aksak, kendi okuduğu/bildiği kitapları karakterlere okutuyor diyebiliriz sanırım. Karakterler derken de, izleyenler biliyor zaten, Yavuz, Eylül falan. Eğer, o Twitter'da yazdıklarıyla insanı kendinden değil, diziden soğutmaya kadar olayı ileri götüren adam, gerçekten bu kitabı okuduysa... Fazlasıyla ilginç. 

Tabii memlekette, bir yerinde Gecenin Sonuna Yolculuk göründü diye bu diziye başlayacak tipte insanlar yok pek. Tersi geçerli olur. O da YKY'ye yarar. YKY demişken, fotoğrafta Yavuz'un elinde görülen baskı YKY'ninkine benzemiyor. Biraz bakındım, başka yayınevinin bastığı şeklinde bir veri yok. Yakında mı çıkacak acaba? Hem kim, zaten çevrilmişken bir daha o işe girişir ki? Ya da yeni baskı yaptılar da, font mu değişti acep -o çerçeve duruyor çünkü. Anlaşılır yakında.

Köprü

Person of Interest ile Lost'un arasındaki köprüyü biliyorsunuz. Lost'un yaratıcılarından (creator) olan J.J. Abrams, Christopher Nolan'ın kardeşi Jonathan Nolan'ın yarattığı Person of Interest dizisinin yapımcı (executive producer) yönetmenlerinden biri. Dolayısıyla iki dizi arasında bir sürü gönderme, aynı konuk oyuncular, hatta aynı başrol oyuncular kullanıldığını da biliyoruz. En başta Lost'un Benjamin Linus'ı Michael Emerson, bu dizide karşımıza Harold Finch olarak çıkıyor. Diğer yakalayabildiklerimden bazıları da Lost'un Charles Widmore'u Alan Dale, Miles'ı Ken Leung, ve en son izlediğim bölüm olan 02x08'de karşımıza çıkan Jacob, Mark Pellegrino. Daha bir sürü ara detay, birkaç kullanılan aynı oyuncu vs. vardır ama dediğim gibi ben en son 2. sezonun 8. bölümünü izledim ve hatırlayabildiklerim bunlarla sınırlı.

Ben size diğer köprüden bahsedeceğim. FOX'un piyasaya sunduğu yeni bir dizi var, The Following. Başrollerini Kevin Bacon ile James Purefoy oynuyor ve dizinin yaratıcısı ve yapımcısı aynı isim, Kevin Williamson. Artık Williamson ile Abrams'ın aralarındaki bağı bilmiyorum, ya da POI'nin aşırı derecede fanı mıdır emin değilim. Ama dizisinin, Person of Interest ile arasında yakaladığımız ince göndermeler ve benzer oyuncular kafayı sıyırtacak derecede fazla. Bakalım;



Öncelikle bütün ikili karelerden yukarıdakinin Person of Interest'e, aşağıdakinin The Following'e ait olduğunu söyleyelim. Spoiler vermemek için de elimden geleni yapacağım ama küçük, çok minik bilgiler kaçabilir. Önemli değil. Annie Parisse. Onu POI'de birkaç bölümde gördük. Kara Stanton rolünde Finch'in CIA'deyken eski silah arkadaşı. The Following'de ise POI'deki konuk oyunculuğundan daha üstün bir rolde oynuyor. FBI'dan Debra Parker.



Susan Misner. İki dizide de konuk oyuncu ama POI'de rolü biraz daha fazlaydı. Orada John Reese'in eski sevgilisini oynuyordu. Birkaç bölümde gözüktü. The Following'de ise sadece bir bölümde Ryan Hardy'nin kız kardeşi olarak gördük. İleride yine karşımıza çıkması olası.



POI'nin 2. sezon, 2. bölümünde Emily Robinson karşımıza kütüphanede bir bilgisayar oyunu oynayan ama oyunun zorlayıcı bir bölümünü asla geçemeyen küçük Hanna Frey olarak çıkmıştı. The Following'de ise bir bölümde Ajan Debra Parker'ın küçüklüğünü oynadı.



Yine pek önemi olmayan konuk oyunculardan Jacinto Taras Riddick. POI'de 02x08'de gördüğümüz kiralık katillerden biriydi. The Following'de de Joe Carroll'ın yandaşlarına yardım eden bir adam olarak gördük kendisini. İki dizide de bir daha karşımıza çıkma ihtimali çok düşük ama iki dizide de oynayan konuk oyunculardan.


İki ayrıntı daha var yakaladığım. Person of Interest, bölüm sonlarındaki şarkılarıyla meşhurdur. The Following de POI kadar olmasa da standart üstü bölüm sonu şarkıları koyar. Fever Ray'in If I Had a Heart'ı POI'nin ilk sezon, 15. bölümünün sonunda ve The Following'in ilk sezon, 6. bölümünün sonunda çalındı. Şarkı aynı zamanda Breaking Bad'in bir bölümüne de konuk olmuş ve piyasadaki yeni dizilerden Vikings'in de açılış müziğiymiş. Hala duymayan varsa diye yukarıya koydum.


Gelelim en can alıcı göndermelerden bir tanesine. The Following'de genç FBI ajanlarından Mike Weston'ı oynuyor Shawn Ashmore. Dizide kendisine yapılan bir işkence sırasında tam adı söyleniyor, Michael Emerson Weston. POI'nin başrolündeki Harold Finch'i kim oynuyor? Michael Emerson. Vaov.



Artık iki diziyi de öyle dikkatli izlemeye başladım ki, olmadık benzerlikler yakalamaya çalışıyorum. Mesela bu iki adamı aynı sandım, ufak bir araştırma yaptım ama değillermiş eheh. Biri Bryce Pinkham, diğeri de Arian Moayed. Ama benziyorlar harbiden de amk.

Benim yakalayabildiklerim veya hatırladıklarım bu kadar. Dediğim gibi en son 18. bölümü yayınlanan Person of Interest'in 8. bölümünü yeni bitirdim. Başka benzerlikler çıkarsa belki buraya eklerim. Kaçırdıklarım varsa siz de yorum kısmına eklemekten çekinmeyin.

Roka


Dizisizlikten Ezel'e sardım. İkinci sezonu bitirmemiştim, meraktan da ölüyorum, bitireyim derken 39. Bölümde şöyle bi detay farkettim. Yayınlandığı sırada muhabbeti geçti mi bilmiyorum, Dayı Emrah Serbes okuyor ya. Müthiş.

Alttaki ba ba ba ba baaaa ailesini görmezden gelin.

"Sarı Kart Nedir?"

Yumurcak TV'nin başına kitlenip 5 saat kadar Kaptan Tsubasa izleyen birileri varsa öncelikle büyük saygı duyarım. Çünkü ben kaç gecedir aynı şeyi yapıyorum. "Tsubasa yüzünden uykusuz kaldık yine" dedirtiyorum. Bahsedeceğim şey aslında çok ilginç. Dizinin 3. sezonunda Nankatsu ile Toho arasında oynan Japonya U-19 Kupası final maçında gerçekleşiyor. Toho gol yedikten sonra gaza gelen Kojiro Huyuga topu alıp Nankatsu kalesine doğru yardırıyor. Ceza sahası çaprazından "özel şutu" olan Kaplan Şutu'nu çekiyor ama yerden kayarak gelen Nankatsu defans oyuncusu Shingo Takasugi, Huyuga'nın topunu temiz bir hamle ile savuşturuyor. İşte dizideki en ilginç an belki de...

(Shingo Takasugi)

(Kojiro Huyuga)


Her zaman olduğu gibi ufak bir "stop motion" oluyor 30-40 saniye karakterlerin yüzlerini inceliyoruz. Daha sonra darbe sonrası yere düşen Huyuga aniden fırlıyor yerden ve Takasugi'nin gırtlağına yapışıyor ikilinin arasında geçen lakırdı şöyle.

H: Sen ne yapıyorsun?! Nasıl olur da topumu kesersin, az daha gol olacaktı!
T: Çek ellerini üzerimden Huyuga!
H: Bilerek şutuma müdahale ettin değil mi?! Gol olmasını istemedin işte bu yüzden yaptın! Bunu nasıl yaparsın sen!

Türkçe dublajı mı yoksa orjinali mi böyle bilemem ama rakip şutu bozan defans oyucusuna "neden topumu kestin" diye boğazını sıkan bir forvet nasıl olabilir?! Önce güldüm sonra beyin error verdi ve düşündüm bayağı, o kadar kastım ki sonunda buraya yazıyorum. Bu diyalog son noktaydı bence...

Dahası da var hakem olay yerine geliyor ve iki oyuncuya da sarı kart veriyor. Nankatsu yancılarından biri de "sarı kart ne?" diye soruyor arkadaşına. Diğer eleman da küçük bir kural dersi veriyor orada. Ama sanki Amerika'yı fethediyor anlatırken. Neyse haklı ama velet, dizide ilk defa sarı kart çıkıyor. O kadar kusursuz bir futbol oynanıyor ki, taç olduğunda gol olmuş gibi seviniyor insan...

Ishizaki


Geçen hafta içi biri taymlaynda "LAN KOŞUN YUMURCAK TİVİDE TUSUBASA VAR" yazınca, hem ben "lan?" dedim, hem de gördüğüm kadarıyla tivitır'dan bayağı kişi açtı izledi. Ama ben o anda nedense açmadım, unuttum mu niyeyse. Bundan 3 gün sonra falan bir arkadaş aynı şeyden bahsetti, "abi bir kitlendim, 1'den 5'e kadar" dedi. Onun üstüne 1 saat Tsubasa muhabbeti yaptık zaten. Ardından 2-3 gün geçti ve tivitır'da yine biri Tsubasa'nın başladığını yazdı, bu fırsatı kaçıramazdık. Hemen arkadaşımın evindeki televizyonu açtık ve Yumurcak Tv'yi aramaya başladık; şanslıydık.

Oturduk 3 saate yakın izledik. "Vay şurayı hatırladım"lar, "abi şu ne sahneydi"ler birbirini kovaladı. En son baktık olacak gibi değil, kalkıp kapattık. İyi nostalji oldu. Vatandaşa duyurmuş olalım. İlki bu.

İkincisi de ilkiyle alakalı.


Formalara dikkat. Biz tabii bunu bayağı sonra fark ettik. Fantastik hareketlere "lan yürü..." demekten fırsat kalınca ancak. Görüldüğü üzere, 30 sene öncesinin Japonya'daki forma kültürüne henüz ulaşamamışız. Adamlar aynı renk formayla oynuyor, sorun çıkmıyor. Çoraplar da aynı. Sadece şortlar farklı renk, ve bu durumu kurtarıyor. Bizi bırak, İngiltere'de bile gelinen nokta aşağıdaki gibi. Çok yazık.




Bunlar ilk aklıma gelenler tabii.

Mühim edit: O televizyon benim değil ha. Bazı elit olduğumu kanıtlamaya çalışan arkadaşlar var da, önlemimi alayım. Şirket zor ayakta, neden bahsediyorsunuz ya.


Winter


Ortalama bir dizi takipçisiyseniz, piyasaya yeni düşen Revolution'ı duymuşsunuzdur. Ortalama bir beyzbol izleyicisiyseniz Chicago Cubs'ın 1908'den beri World Series kazanamadığını da duymuşsunuzdur. Tamı tamına 103 sezon.

Revolution, Eric Cripke yarattı, yapımcıları arasında da J.J. Abrams var. Kısaca dünyada belirlenemeyen bir nedenden ötürü elektrikler gidiyor, yani gerçek anlamda bir daha asla gelmemek üzere elektrikle alakalı her şey gidiyor ve biz de o dünyanın 15 yıl sonrasını izliyoruz. Bir bakıma insanlık milattan önceye dönüyor. Orijinal bir fikir ama pilot bölümünü az önce izlemiş birisi olarak pek tavsiye ettiğimi söyleyemeyeceğim. Sadece bu tarz bilim kurgu dizileri artık gerçekten de sıktı. Fikirler orijinal olsa da işleniş hep birbirinin aynısı. Baştan aşağı mantıksızlıklar ve klişelerle dolu ve muhtemelen de reytingleri her geçen gün düşecek ve en sonunda iptal olacak. Henüz pilot bölümü yayınlanmış bir dizi için çok emin konuştum ama göt olmayı da istemiyorum değil. Birkaç bölüm içerisinde gidişatı değiştirebilmek yapımcıların ellerinde ama değiştirmeme olasılıkları çok daha fazla.

Her Yücel Özmetin yazısında olduğu gibi konudan sapıyor muyuz bana mı öyle geldi? Öhöm bu Chicago Cubs da Fenerbahçe'nin geçen seneye kadar yaşadığı Türkiye Kupası hasreti benzeri bir hasret yaşayanlardan. Amerika'da da bol bol taşak konusu oluyorlar bundan ötürü. Dile kolay 103 sezon. Sözde MLB'nin klas takımlarından ama başarı yok işte. Peki Revolution ile Chicago Cubs'ı birleştiren hikaye ne?

Efendim dizimiz Chicago'da geçiyor. 15 sene sonrasının görüntüleri gösterildiğinde Wrigley Field'ın, ki kendisi Chicago Cubs'ın ballpark'ı (beyzbolca konuşuyorum) olur, yanından geçiyor kahramanlarımız. İşte olay şu; mayıs ayında dizinin ilk trailer'ı yayınlandığında Wrigley Field stadyumunun dışında "2012 World Series Champions" yazıyordu. Bu artık bir çeşit göndermeydi sanırım. Ya da nükte diyebiliriz. O zamanlar Chicago Cubs 14-20'lik derecesiyle can çekişiyordu ama MLB bu, 162 maçlık normal sezon fikstürü var. Yani Cubs'ın playoff ihtimali hala vardı ve ligi gerçekten takip edenler biliyorlardır, her an her şey olabilir. Dizinin pilot bölümü yayınlandığında ise aynı sahnede Wrigley Field dışında "2012 World Series Champions" yazısını göremedik. Photoshop ile çıkartılmış. Bunun sebebi de Cubs'ın playoff yapma, dolayısıyla World Series oynayabilme ihtimali kalmaması. Merak edenler için Chicago Cubs'ın şu anki derecesi 58-90 ve ligin bitimine iki hafta falan kaldı. O zaman ne diyoruz? Cubs gol gol gol, 104 sene oluyor :(


Ha bir de, Chicago Cubs taraftarı takımının şampiyon olduğunu görürse ne olur? Playstation'ı kapatıp uyur :(

Nerden Nereye 82





Payzın


Theon Greyjoy 


Erhan ''Greyjoy'' Güven

Kaun


Eğer yabancı dizileri izlemeye girişirseniz, ilk planda önünüze çıkacak isimler belli. Saymaya gerek yok. Ve bunların dışına çıkmak da zor. Ben yabancı dizi izlemeye geç başladım. Bir arkadaşım vesile oldu buna da. İyi ki olmuş. Ama olabildiğince seçici olmaya çalıştım o zamandan beri. Çünkü gördüğüm manzara pek hoş değildi. Herkes, önüne gelen bütün yabancı dizileri izliyordu. Hiçbir şekilde sorgulamadan. İzliyorlardı, çünkü "başka insanlar da bu dizileri izliyordu." Hatta bir gün Ekşisözlük'te "izleyecek bir şey kalmadı, animelere sardım. O da bitti naabıcam" şeklinde bir cümle okudum. Donakaldım. İnsanlar çok ilginç.



Luther'a öncelikle bir abimizin yazdığı bir tumblr postunda denk geldim. Takip eden günlerde de internette bazı yerlerde hakkında olumlu şeyler okudum. Merak ettim. Gittim indirdim. Ben ilk sezonu izlerken, meğer o sırada 2. sezon bitmekteymiş. Az gecikmeyle onu da indirip izledim.

Çok geç kalmadım ama, o kaybettiğim zaman için bile pişman oldum. Bir avantajı oldu, iki sezonu hemen hemen arka arkaya izleme fırsatım oldu.



Blogda bahsedecek kadar var işte benim için, bi' daha "tavsiye ederim hafız, kesin izle" dememe gerek varsa, demiş olayım. Tek sıkıntı var. Gavat İngilizler ilk sezonu 6, ikinci sezonu ise 4 bölümden çekmişler. Yani çok iyi iş ama, topu topu 10 bölüm. "Noluyoruz" demeye kalmadan bitiriyorsun.

Luther için ilk seferde "polisiye" denebilir, ama Wiki'de de yazdığı gibi "psychological crime drama" en doğrusu. Salt polisiye değil.


Biraz da spoiler yumurtlamadan içeriden bahsetsem iyi olabilir. Luther, bazı açılardan Behzat Ç.'ye çok benziyor mesela. Çok basitten gidersen "İngiliz Behzat Ç." dersin yani. Ama olmasa daha iyi. O da amirim gibi gönül işlerinden yana sıkıntılı, o da amirim gibi kendine has bir adalet anlayışına sahip, o da kimi zaman açığa çıkacak şekilde "deli siniri"ne sahip, o da işleri kişiselleştirebilen bir adam.

Başka ne var, mesela Imdb'yi önemseyenler için, gayet iyi bir ortalamaya sahip. 2. sezonu bitirdikten sonra "bu mudur, Luther başkanla mesaimiz bu kadar mı olacak?" derken, şunu okuyarak rahatladım. Hem de ne rahatlama. Şöyle ilginç bir şey var ayrıca kendi adıma. Ne bileyim, Ekşi'de hakkında olumsuz yoruma rastlamak zor. Ayrıca popüler işlere önyargıyla bakanlar için de, orada sadece 7 sayfa entariye sahip olduğunu ekleyelim. Cidden az biliniyor yani. Boku çıkmayacak kadar bilinirse sevinirim şahsen. Başroldeki Idris Elba, daha önce kült dizi The Wire'da oynamış ve orada tanınmış bir abimiz. Müzik işlerinde falan da eli var.

Edit: Yav, o arada en önemli şeyi unuttum. Luther bir İngiliz yapımı. Bbc ürünü. Ve dizi bir İngiliz atmosferinde geçiyor. Hani kasvet, bulutlar vs. Tabii Engliş İngilizcesi'ni duyarak böyle bir diziyi izlemek, bambaşka bir tat veriyor.