premier league etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
premier league etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kırk Yılda Bir: Manchester City'nin 2012 Şampiyonluğunu Getiren Maçın Sözlü Tarihi





(Orijinali için şuradan. İyi okumalar.)

İngiltere Premier Ligi'nin tarihindeki en büyük günün üzerinden 6 yılı aşkın bir zaman geçti. 13 Mayıs 2012'de, ezeli rakipler Manchester City ve Manchester United, sezonun son maç gününe aynı puanla girdiler, ama City'nin 8 gollük bir avantajı bulunuyordu. Hiçbir Manchesterlı futbolseverin unutamayacağı bir gündü -- ve de bir ay önce, yani bitime altı hafta kala, City'nin Arsenal'e yenilip de United'ın 8 puan arkasına düşmesinin ardından, kimsenin tahayyül edemeyeceği bir gündü.

Vincent Kompany (City stoperi, kaptan): Her şey, şampiyonluk umutlarının sonu gibi görünen Arsenal yenilgisi ile başlamıştı. Fakat artık kaybedecek bir şeyimizin kalmadığına karar vermiştik. Omuzlarımızdan bu yükü atmıştık, goller bulup rakipleri yok etmeye başladık. United bir sürü hata yapıp puan kaybedince de, biz de yarışa geri dönmüş olduk.

Ian Darke (ESPN yorumcusu): United ve Alex Ferguson'la ilgili algı şu yöndeydi: Böyle bir durumdayken hiç hata yapmamışlardı. City, 44 yıldır ilk kez şampiyon olmaya çalışıyordu. United sürpriz bir biçimde Wigan'a kaybetmiş, fark da beşe inmişti. Everton'a karşı 4-2 öndelerdi, ama 83. ve 85. dakikalarda gol yiyip berabere kaldılar. İki takım henüz karşılaşmamıştı. Kompany'nin golüyle City 1-0 kazandı ve o noktada işler City lehine döndü. Son maçlara girilirken, her şey onların elindeydi.

Pablo Zabaleta (City beki): Uzun yılların ardından, taraftarlar o ânı bekliyordu. United'a karşı oynadığımız maç çok mühimdi.

Danny Jackson (Etihad Stadı'nda maç öncesi programı sunucusu): Babam ömrü boyunca City maçlarına gelmiş birisi. Benim 6 yaşımdan beri kombinem var. Kulüp için çalışsam ve istediğim yerde oturabilsem de, arkadaşlarımla beraber maçları izliyor ve mümkün olduğunca çok deplasman maçına gidiyordum. Epey fanatiğim denebilir. Ama tarihsel olarak, biz hiçbir şey kazanmamış bir kulübüz. İyi durumdayken bile çuvallardık. O sezon, sondan bir önceki maç, deplasmanda Newcastle'a karşıydı ve iyi oynayıp 2-0 kazanmıştık. İşte o zaman Şampiyon olacağız tezahüratını ilk olarak söylemiştik.

Ama yine de hâlâ bir maç vardı; olası tüm avantajları ortadan kaldırmak için, son haftada bütün maçlar aynı anda oynanacaktı. Herhangi bir puan kaybı yaşamayıp da, küme düşmemek için çırpınan Queens Park Rangers'a karşı alınacak bir galibiyet, 1968'den bu yana City'nin ilk lig şampiyonluğu --ve ezeli rakip United'ı da alt etmek-- anlamına gelecekti. Ancak kulübün Abu Dabi'li yeni sahipleri, 2008'den bu yana kadroyu geliştirmek için milyonlar harcasa da City, tıkanma konusundaki imajını henüz değiştirememişti. 


Martin Tyler (Sky Sports spikeri): Futbolseverler arasında şu gibi bir ifade vardı: Klasik City. Şöyle derlerdi: Ah, evet, klasik City. Umutlarımızı yeşerttik ama onların dibine darı ekildi.

Henry Winter (o zamanın Daily Telegraph yazarı, şimdi The Times of London'da): City taraftarlarıyla konuşursunuz ve size daima şunu söylerler: Eğer 'İçine Etme Kupası'  diye bir şey olsaydı, City onu her yıl kazanırdı. 

Matt Dickinson (Times yazarı): 90'lı yıllarda United dünyanın en büyük kulüplerinden biriyken, City hakkında yazardım. Ve City, daima işleri bok etmenin farklı yollarını keşfediyordu. Çok sempatik ama dağınıklardı, aynı şehirdeki o dev tarafından fena halde gölgede bırakılıyorlardı. Eğer 2012'de de sıçıp batırsalardı, bol para ve yıldız oyuncularla da aynı işe imza atmış olarak görüleceklerdi: Ah, tanrım, hâlâ aynı hastalıktan muzdaripler...

Lee Jackson (City saha görevlisi): Kazanırsanız, kupayı size ufak bir sahnede verirler. Biz de, son maç gününden önce bir prova yaptık. Korkum, City'nin 'City'lik' yapacak olmasıydı, bunu maçtan önceki gün görürüz, ama maç günü değil. 30 yıldan beri City taraftarıyım, sürekli bir şeyleri başarmanın kıyısında olduk -- ve sonra birileri altımızdan halıyı çekti.

Henry Winter: Gazeteciler olarak, haliyle nötr olduğumuz varsayılıyor, ama başka bir öykünün ortaya çıkması açısından City'nin kazanmasını istedim. Bu aynı zamanda, sosyoekonomik açıdan bakarsanız, işçi sınıfının da bir zaferi olacaktı. City'nin sahasının yer aldığı Doğu Manchester'ın etrafındaki bölgelerde çok fazla yoksulluk var. Bu harika yeni stadın (2002'de) gelmesiyle durum biraz değişti, ama en fazla eski bir evi boyamak gibisinden. Yine de Premier Lig kupasının ışıltısına ihtiyaç duyuluyordu.

Les Chapman (City ekipman sorumlusu): Arkasında 'Champions '12' yazan formalar yaptırmıştık. Ama her ihtimale karşın onları saklıyordum.

Vincent Kompany: Newcastle maçından önce Yaya bana "Vinny, siz çocuklar savunma yapıyor ve topu kaleden uzakta tutuyorsunuz. Çok iyi iş çıkarıyorsunuz, minnettarız. Ama bugün olay bende" dedi. Normalde birisi bunu söylediğinde "İyi, tamam" falan dersiniz. Sonra gitti o maçta iki gol attı. İşin komiği, Agüero da aynı şeyi QPR maçından önce söyledi: "Vinny, bugün benim günüm. Göreceksin."

İngiltere ve Galler'de 10 karşılaşma aynı anda başlarken, ilk devreler beklentileri karşılamıştı. Wayne Rooney, Sunderland'e karşı 20. dakikada golü bulmuştu ve United o andan itibaren oyunu rölantiye almıştı. Manchester'da ise Zabaleta'nın ilk yarının sonlarına doğru attığı golle takımını öne geçirmesinin ardından, ikinci yarıda maç çığrından çıktı. Djibril Cisse 48. dakikada maça beraberliği getirdi. 7 dakika sonra Joey Barton, Carlos Tevez'e dirsek attığı için kırmızı kart gördü. Sonra 10 kişilik QPR, 66. dakikada Jamie Mackie'nin bulduğu golle 2-1 öne geçti. United'ın da 1-0 önde olmasıyla, City'nin iki gol bulması gerekiyordu. 





Matt Dickinson: Geriye bakıp düşünüyorum; Ah, tanrım, ligin en kötü deplasman derecesine sahip takımı QPR ile oynuyorlardı. Barton atılmıştı, başka bir gün olsa, bu ses getiren bir hikaye olabilirdi -- çünkü yalnızca kırmızı kart görmemişti, o anda bir kargaşa da başlatacak gibiydi. Şayet onun kitabını okuduysanız, orada, o anda gayet sakin olduğundan, mantıklı bir şekilde düşünüp "Hmm, madem kırmızı kart göreceğim, o halde birilerini de benimle birlikte sürükleyeceğim" dediğinden bahsediyor.

Vincent Kompany: Genellikle Mackie'nin attığı gibi gollerin ardından hemen toparlanamazsınız. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Umarım şu dizinin üstüne çöküp ağlamaya başlayan adamlardan olmayız. O adam olmayacaktım. Eğer şampiyon olamazsak dünyam başıma yıkılacaktı, ama bunu dışarı yansıtmayacaktım. Önümüzdeki yılın bizim yılımız olacağını gösteren o savaşçı ruhu ortaya koyacaktım.


Sergio Agüero: Bütün sezon böyleydi. İyi oynadığımız zamanlar olmuştu -- ve şampiyonluk yarışının bitmiş gibi göründüğü zamanlar da vardı. O noktaya gelmek için çok çalışmıştık, ve bitime birkaç dakika kala, ilk şampiyonluk şansımız elden kaçmış gibiydi.

Ian Darke: Sonsuza kadar ruhunuzda iz bırakan türden bir şey bu. Sizi lanetleyen cinsten.


Danny Jackson: Stat sessizliğe bürünmüştü. 'Klasik City' dedirten türden bir hava vardı. Klasik komik City. Ligi kazanamayacaktık. Ve bunu, en aşağılayıcı koşullarda, en büyük rakibimize karşı kaybetmiş olacaktık.

Matt Dickinson: City basın tribünü, tam olarak taraftarların ortasındaydı. Ön tarafta sanki bir terasta oturuyor gibi hissederdiniz; inanılmaz derecede tetikte olur ve gerginliği sezerdiniz. Basın tribününün tam önünde, hamileliğinin son aylarında gibi görünen bir kadın vardı, karnını tutuyordu ve şöyle dedi: "Buna daha fazla dayanamayacağım." Hamilelikten bahsetmiyordu. Bir gazeteci olarak, hikaye hoşunuza gidiyor, ama aynı zamanda yardım edemeyeceğinizi de görüp, "Zavallı insanlar" diyorsunuz.


Henry Winter: Skor 2-1'ken stadı terk eden bir baba-oğul gördüm, çünkü çocuk olan biteni kaldıramayacaktı. Babanın yüzünde şöyle bir ifade vardı: Çocuğuna kattığın her iyi şey, belki biraz para ve mobilyalar, ama özellikle bir takıma bağlılığı ona vermen. Çocuğun yüzünde ise şöyle: Okuldaki arkadaşlarım United'ı tutuyor, ben ise babam yüzünden City'yi. Bu, hayatımın en kötü ânı. Baba şaşkındı: Ne yaptım ben? Yetkililer beni çocuğuma işkenceden içeri atacak. Maça konsantre olmam gerekiyordu, ama ben "Hayatlarının geri kalanında, bu ikilinin arası nasıl olacak?" diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Üniversitede, veya düğün konuşmasında, hayatının herhangi bir yerinde aklında belirecekti: Ah, teşekkürler baba. Bana hayatımın en kötü ânını hediye ettin.

Edin Dzeko (dönemin City santrforu, şimdi Roma'da): 1-2 geri düştüğümüzde, Mancini beni oyuna aldı. Birkaç şans yakaladık, ama gol bulamadık. 90 dakikanın sonuna gelirken, bütün stadyum sessizdi. Herkesin aklı başka bir yerde gibiydi. Kazanacağıma dair güvenimiz gittikçe azalıyordu... ama bir parçam hâlâ inanıyordu.

Bu arada United, 1-0'lık skoru elde etmişti ve duraklama dakikalarında City iki gol bulamazsa, bir rekor olan 20. şampiyonluğuna ulaşacağını biliyordu.



Stuart Brennan (Manchester Evening News): Maçtan sonra Gareth Barry'ye, duraklama dakikalarına gidilirken nasıl hissettiğini sordum. O anda oyundan alınmıştı ve kenardaydı. Arkasına yaslanıp oturduğunu, gökyüzüne bakıp umutsuzluk içinde hissettiğini söyledi. Yukarı bakarken bir helikopterin geçtiğini görmüş ve aklında hemen, helikopterin Premier Lig kupasını United'a vermek üzere Sunderland'e götürdüğü belirmiş. Kupanın tam anlamıyla onların elinden uçup gittiğini düşünmüş.

Rory Smith (Times of London yazarı, şimdi New York Times'ta): Sunderland'deki podyumu gördüğümü hatırlıyorum. 75. dakikada, tünelde onu birleştirmeye başlamışlardı. O güne City'nin kazanacağını düşünerek ve United'ın kupaya yaklaşıp ulaşamamasını bekleyerek başlamıştım; ve şimdi, podyumu kurduklarını görüyordum. İki tarafında polisler vardı; United'a kupayı vermek için hazırlıklar yapılıyordu -- ki aynı anda Manchester'da da bir kupa vardı.

Martin Tyler: Ayrıca o anlarda, Stoke'dan gelen sonuca bağlı olarak QPR'lı oyunculara ligde kaldıkları söylenmişti -- Bolton'ın Stoke'u geçmek için galibiyete ihtiyacı vardı ama maç 2-2 berabere bitmişti. Bunun daha sonra olan bitene etkisi olduğunu sanmıyorum, ama olayların gelişimi bu şekildeydi.


Edin Dzeko: 91. dakikada bir korner kullanmıştık. Onuoha beni tutuyordu ve bana her seferinde çok yakındı, ondan kurtulamıyordum. Ama o sefer bir şekilde ondan kurtulmayı başardım ve herkesten yükseğe sıçradım. Gol! Millet uyanmış ve kendine gelmişti. İnanmaya başlamışlardı.

Danny Jackson: Beraberlik golü çok tuhaftı. O anda duraklama dakikalarına girmiştik, ahali şimdiden huzursuzdu. Sizi öldüren şey, umuttur. Demek istediğim: Kazanmaya bu kadar yaklaşmak, hepsinden daha sinir bozucu. 3-0 yeniliyor olmak, şampiyonluğa bir gol uzak olmaya yeğdir. Kimse Dzeko'nun golünü gerçekten kutlamamıştı.


Rory Smith: United maçı 3-4 dakika daha erken bitmişti. Tribündeki kutlama sahnelerinin çok çabuk değiştiği bir ortam vardı. Son düdük çaldı, o anda City 1-2 gerideydi. United kazandı; şampiyon United'dı. United taraftarları çıldırmıştı... Sonra City beraberliği yakaladı ve daha zaman vardı. United taraftarlarının şöyle düşündüğünü görebilirdiniz: Pekala, böyle devam etmeli -- ama belki de etmez...

Danny Jackson: Bütün okul hayatım boyunca gördüğüm iki City taraftarından biriydim. Ben kavgamı vermek zorundaydım, City de küme düşüp veya çıkıp duruyordu. Bok gibiydik. Bence bu kişiliğimin --esneklik ve mizah duygusu anlamında-- bir parçası, çünkü erken yaşlardan itibaren kendimi savunmak zorunda kaldım. Babam ve dedem City taraftarıydı; City benim her şeyimdi??? Durum 2-2'yken ertesi gün işe gideceğimi ve yine kavgamı verip duruşumu korumak zorunda olduğumu fark ettim. Daha şimdiden Twitter ve Facebook'taki United taraftarlarını siliyordum, çünkü bizimle çok alay edeceklerdi. Dzeko golü attığında ben gerçekten hâlâ daha insanları silmekle meşguldüm, çünkü büyük bir hayal kırıklığının üstesinden gelemezdim.

Dzeko'nun golü 92. dakikada gelmişti, dördüncü hakem ise 5 dakika daha oynanacağını göstermişti. Saat işliyordu. 



Sergio Agüero: Dzeko golü attığında, topu hemen alıp santraya götürmek için bir karmaşa oluşmuştu. 93. dakikada De Jong'un topu ileri doğru sürdüğünü hatırlıyorum, Mümkün olduğunca kaleye yaklaşmamıza yardım etmeliyim diye düşünüyordum. Ondan pası aldım, Mario'ya aktardım. Ceza sahasında olmam gerektiğini biliyordum, böylece koşmaya devam ettim ve Mario'nun beni bulmasını ümit ettim.

Martin Tyler: Ekranı ikiye ayırmıştık: Sunderland'de United oyuncuları maçı izliyordu, diğer tarafta ise top Balotelli'deydi.

Danny Jackson: Eski toprak City taraftarları, karakteri sebebiyle Mario'yu sevmezdi (başka şeylerin yanı sıra, evinin bir kısmını havai fişeklerin patlamasıyla yakmış ve genç takım oyuncularının kafasına dart attığı için cezalandırılmıştı). Ama taraftarın büyük çoğunluğu da ona karakteri sebebiyle bayılırdı. Tam bir çatlaktı. Bir gün hayatında hiç topa vurmamış gibi görünürdü, öbür gün ise oyunu değiştiren işler yapardı.

Edin Dzeko: Herkes Mario'nun kendisine pas verdiğini düşünmüştü, ama çimin üzerinde kaydı ve topu Kun'a verdi.

Ian Drake: Zaman donmuş gibiydi.

Sergio Agüero: Topu bana aktarmayı başardı, ben de kaleyi görebiliyordum. Rakip oyunculardan birisi öne doğru atıldı ve benim sabit ayağıma bastı, ama ben golü atmaya öyle odaklanmıştım ki, ucu ucuna hissettim. Sadece golü istiyordum.


Vincent Kompany: Yoldan güzel çekilmiştim. (Gülüyor.) Başta, oyunun o anında penaltı noktasına doğru gitmenin doğru hamle olduğunu düşünmüştüm. Sonra topun yakınlarda olduğunu gördüm ve dedim ki, Ayak altından çekilmeliyim. Öyle de yaptım: Savunmacımı Kun'un olduğu yerden uzağa götürdüm ve o da koşusunu tamamladı.

Sergio Agüero: Vurabildiğim kadar sert vurdum ve topu kalenin içinde gördüğümde... inanılmazdı. Stadyum infilak etmişti. Formamı elimde sallayarak, koşarak uzaklaştığımı hatırlıyorum. Ardından takım arkadaşlarım üstüme atlamaya başladılar.


Vincent Kompany: Her şey bulanıklaşmıştı. Hepimizin üst üste yığıldığını hatırlıyorum. Millet bağırıp çağırıyor ve ağlıyordu; onları göremiyordunuz, fakat orada, aşağıdalardı. Tam bir delilikti, tasvir etmesi çok zor. Böyle bir şeyi hayatta bir kere yaşarsınız.

Martin Tyler: Benim tek 'katkım', Agüero'nun, topa dokunduğunda golü atacağını düşünmemdi. Bu sonradan kurulmuş bir anı değil. O anda golü atacağını biliyordum. Tek yaptığım ciğerlerime biraz hava çekmekti, gerisi geldi zaten.



Bitime 2 dakikadan az süre kalmışken, mikrofondaki Tyler'dı: "Manchester City hâlâ hayatta... Balotelli... Agüer-OOOOOOOOOOO! Bir daha böyle bir şey göremeyeceğinize yemin ederim! O yüzden izleyin! Ve için! Işık Stadı'ndan gelen haberleri duydular! Manchester City'den, duraklama dakikalarında, United'dan kupayı kapmak için gelen iki gol! Muazzam!"


Martin Tyler: Akılımda en çok yer eden şeylerden biri, Joe Hart'ın tamamen şaşkınlık içerisinde, bunun gerçekleşmiş olduğunu anlayamamış halde, hatta kabul edemez bir şekilde koştuğu anlardı. Yemin ederim, "Bir daha asla böyle bir şey görmeyecek"tik, bu kadar sene geçti, sözlerimin arkasındayım.


Danny Jackson: Agüero'nun golü; çocuğunuzun doğumu, veya evlendiğiniz gün gibi. Şömine rafında duran ikimizin fotoğrafını, Agüero'nun golü attıktan sonra formasını çıkarıp salladığı ânın fotoğrafıyla değiştirdik. Şaka yaptığımı mı sanıyorsunuz? Eşime sorun. Eğer orada bulunmadıysanız, bunun ne anlama geldiğini bilemezsiniz. İlk yaptığım şey, babamı aramak oldu. Ağlıyordum. O da ağlıyordu. Yıllarca hiçbir şey kazanmamanın, her yönden tokatlanmanın getirdiği aşağılanmanın ardından gelen saf duygulardı. Her şey bu golle değişmişti.



Rory Smith: Haberler ulaştıkça, United taraftarının --bir spor etkinliğinde şahit olunması çok ilginç gelen-- büründüğü o sessizliği hâlâ hatırlıyorum: Radyo dinlemeye çalışan insanlar, gelen mesajlar. Cümlenin başlangıcını duyabiliyordunuz: "City atmış, City atmış..." Normalde çok gürültülü olan deplasman tribünü, tamamen sessizleşmişti. Aynı anda oyuncular sahadaydı ve yüzlerinin düştüğünü görebiliyordunuz. Bir takımın 120 saniyelik şampiyonluğuna tanık olmak çok garipti.

Henry Winter: Maç hakkında değil de, daha çok oradaki insanlar üzerine yazmam gereken bir gündü. Eğer bana maç boyunca ne oldu diye sorarsanız, size Barton'ın atıldığını, Balotelli'nin Agüero'ya pasını ve Agüero'nun bitirişini anlatırdım; ama o arada saha Marslılar tarafından da işgal edilebilirdi ve ben bunu ciddiye almazdım. Her şey son saniyeler üstüneydi.

Mario Balotelli: İnanılmazdı! Euro 2012'de Almanya ile oynadığımız yarı final maçının ardından, futbolda yaşadığım en iyi duyguydu. Adeta bir rüya gibiydi.

O öğleden sonrası, bunu tecrübe eden kişilerin zihninde hâlâ çok berrak.


Henry Winter: Kupa, City tarihinin bir başka büyük takımı olan 70'lerdeki ekipte yer alan Joe Corrigan ve Mike Summerbee tarafından getirilmişti. Geçmişle kurulan bağ açısından harika bir andı. Belli bir dönemin insanları --45 ya da 50 yaşından büyük olan herkes-- bu oyuncuları izleyerek büyümüştü. Statta ağlamayan kimse yoktu. Sonra o şahane Oasis şarkısı, Wonderwall çalındı.

Vincent Kompany: Kazanmamız durumunda, belli oranda içileceğini göz önüne alarak, takım için bir otel ayarlamıştım. Ve işe yaradı; maçtan sonra tüm takım otelde kaldı. Kazananlar olarak otelden içeri girdiğimiz; eşimiz ve ailelerimiz yanımızdayken, boynumuzda madalyalarla birbirimize baktığımız ve bir grup kazanana benzediğimiz o an -- harika bir andı. İşte orada olayın farkına varmıştık.

Ian Darke: Beş yıl önce, bırakın İngiliz futbolunu, futbolun genel olarak SportsCenter'da ne kadar az yer bulduğunu hatırlıyorum. Maç bittikten sonra mikrofonu bıraktığımı ve anında şu talebin geldiğini hatırlıyorum: SportsCenter'da manşetsiniz, ve beş dakikalık haber istiyorlar. Olay, anında ABD'deki insanların ilgisini çekmişti. Neredeyse Donovan'ın 2010 Dünya Kupası'nda Cezayir'e attığı gol gibiydi -- bu oyunu sevmeyen milyonlarca kişi için kırılma anlarından birisi. "Vay be, şimdi çözdüm!" diyorlardı.

Danny Jackson: Manchester şehri, United ve City arasında bölünmüş durumdadır. Bunu özel kılan şey şu: Düşünün ki, en büyük rakibiniz şampiyon olduğunu düşünüyor, sonra siz saniyeler kala onu ellerinden alıyorsunuz. United'ın bizim golümüzü gördükten sonraki çaresizliğine tanık olduktan sonra ne yaptım, biliyor musun? O Twitter ve Facebook'tan sildiğim tüm arkadaşlarıma tekrar ulaştım. Onları yeniden ekledim. Ama sadece haftasonu için!


Lee Jackson: Kendisi de bir United taraftarı olan United'ın saha görevlisi Tony Sinclair ile aramızda bir rekabet vardır. Maçtan bir saat sonra beni aradı ve "Tebrikler" dedi. Bu çılgınca bir şeydi, çünkü bunu yapmak zorunda değildi. Gerçekten hoş bir hareketti.

Martin Tyler: Maçtan sonra bi lokantadaydım ve kariyerimde büyük etkisi olan birisiyle buluştum: Paul Doherty, ne yazık ki artık aramızda değil. Babası, Peter Doherty, 1937'de City ile ligi kazanmıştı. Paul babasının madalyasını getirip bana gösterdi. Benim için çok özel anlardı...

Pablo Zabaleta: Bu, City taraftarları ve futbolu seven herkes için unutulmayacak ve Premier Lig'i de özetleyen bir dersti: Son âna dek çaba göstermelisiniz, çünkü ne olacağını asla bilemezsiniz...


Matt Dickinson: City'nin sezonu böyle harika bir maceraydı. En mükemmel öykü temalarını bir araya getirseniz, bunu aşması zor olur. 10 aylık bir sezonun kaderinin gelip de tek bir vuruşa bağlı olacağını düşünür müydünüz?

David Herman (Manchester United ABD Taraftarlar Derneği): Müsriflik yapmıştık. Eğer iki hafta önce City'e karşı az-çok düzgün oynasak, son hafta herhangi bir şampiyonluk yarışının esamesi olmazdı. Tamamen bizim ellerimizdeydi. Bu tip Arsenalvari bir rota çizmemiz ender görülür. En çok yaralayan buydu. Daha evvel de şampiyonluk kaybettiğimiz oldu, ama bu şekilde değil.

Martin Tyler: Sporun bizi eğlendirdiğini ve şaşırttığını biliyoruz, ama nadiren bizi hayretler içinde bırakır -- ve bu maç hakikaten hayretler içinde bırakmıştı.



Sergio Agüero: Şampiyon olmak inanılmaz derecede özeldi, nasıl kazanırsanız kazanın. Ama bunu bu şekilde gerçekleştirmek, ve son dakikalarda maçı kazandıran golü atmak? İşte bu asla unutamayacağım bir şey.

Henry Winter: Premier League artık paraya çok bağlı. Ama bu maçın son 5 dakikası şöhret veya arabalarla değil, zafere olan açlıkla ilgiliydi. Spor tarihindeki en büyük anlardan biriydi.

(Yazıya ek videolar: Birisi kulübün, şampiyonluğun 5. yıldönümünde kendi yaptıkları bir belgesel serisi. Kalabalık yapmamak adına link veriyorum. Diğeri ise, SB Nation'ın 'rewinder' serisinden bu golün hikayesi, aşağıda. En aşağıda da, onuncu yıldönümünde yine kulübün çektiği ve oyuncuların çoğunun, hocanın da yer aldığı, iyi işlenmiş bir belgesel.)








Nerden Nereye 248




Eğer olaydan haberiniz yoksa yahut anlamadıysanız, şuradan. Hatta üstüne bir de şu var. Yetmedi, bu da. Acayip.

Nerden Nereye 202





Ek olarak da şu.

Nerden Nereye 201

2015:


2016:


Kıyas


A oyuncusu X takımına 62.5 milyon euro'ya,
B oyuncusu X takımına 44.6 milyon euro'ya,
C oyuncusu X takımına 40.0 milyon euro'ya,
D oyuncusu X takımına 32.3 milyon euro'ya transfer oldu.

Aynı ligin Y takımı;

E oyuncusunu 0.50 milyon euro,
F oyuncusunu 0.90 milyon euro,
G oyuncusunu 1.13 milyon euro,
H oyuncusunu 1.24 milyon euro bonservis bedeliyle kadrosuna kattı.

Ne düşünürüz? Öncelikle X takımıyla Y takımının aynı ligde olup olmadığını tekrar sorarım ben, birisi bana böyle bir veriyle gelse ve aynı ligde olduklarının altını çizerek belirtse dahi. Sonra tabii ki oyuncuları merak ederim ve iki takımın sıralamadaki yerlerini, en çok da kendi arasındaki maçları.

Y takımı üç sene önce iki alt kümede mücadele ediyordu. Bu üç senelik süreçte iki kademe atladılar ve şu an geçen sene çıktıkları ligin zirvesindeler. X takımı ise Y'nin bu serüveni yaşadığı üç yılda sırasıyla ikinci, şampiyon ve ikinci oldu. Bu sene ise geçtiğimiz haftaya lider Y'nin üç puan gerisinde ikinci girdi ve kendi sahasında Y ile oynadığı maçı kazansa liderliğe yükselecekti ama Y takımı baştan sona domine ettiği maçı 3-1 kazanarak X'i dördüncülüğe itti ve aradaki farkı 6'ya çıkardı.

X ile Y'nin gizemi kalmadı, biraz da A'dan H'ye kadar olan oyunculardan bahsedelim.

E şu an ligin en formda iki oyuncusundan biri, ligin en formda diğer oyuncusu da aynı takımda: H. Bu ikili geçtiğimiz günlerde Liverpool'a atılan, sezonun en güzel golünün iki kahramanı: E'nin asisti ve H'nin golü. F ile G aynı yıl takıma katıldılar: 2012. F, Kante'yle orta sahanın; G ise Huth'la savunmanın yükünü çeken isim. Bu dört oyuncu, lider Y'nin dört ilk 11 oyuncusu ve toplam bonservis maliyetleri 3.77 milyon euro.

Şimdi biraz subjektif olacağım. A, Liverpool'un X'e kakaladığı kocaman bir balon. Hemen hemen aynı fiziğe sahip ve A'dan daha iyi veya en az A kadar etkili olabilecek bazı topçular: Bakambu, Amrabat, Bruma, Volkan Şen. B ve C, Kompany'nin sakat olduğu maçlarda bazen birlikte oynayan, bazen de Demichelis ile stoper mevkiisini paylaşan isimler. İkisi de iyi oyuncu ama eğer ikisine harcanan toplam para yukarıdaki değerin 1/4'ü falan olsaydı burada bahsetmeye gerek duymazdım. D ise... Agüero'nun sakat veya cezalı olduğu ve forvette Iheanacho yerine D'nin oynadığı her maç, yani bilemiyorum cidden ya. Yazık. Bu dört oyuncu, X'in bu sene sakatlıklardan dolayı genelde 11 çıkan rotasyon (veya geniş kadro) oyuncuları ve toplam bonservis maliyetleri 179.40 milyon euro.

Futbol konuşurken en sevmediğim konu kulüplerin futbolculara harcadıkları paralar, ancak burada öyle istisnai bir uçurum durumu var ki bununla ilgili bir şeyler yazmak istedim. Y harika bir futbol oynuyor ve şampiyonluğun en büyük adayı, X ise bu sene (özellikle de son dört seneyle kıyaslarsak) rezalet durumda ama sadece 6 puan geride. Hala şampiyon olma ihtimalleri var, çünkü daha çok yol var.


Ben en çok Tottenham'ın futbolunu beğeniyorum ve 2015'in sondan ikinci ayından itibaren onların şampiyon olabileceğini zikrettiğim için sırf öngörüm tutsun diye ipi onların göğüslemesini istiyorum. Arsenal'in kazanması Arsene Wenger'i çok sevdiğimden, Y'nin kazanması da futbolu çok sevdiğimden beni son derece sevindirir. X'e gelirsek, iyinin kazandığı kötünün kaybettiği bir dünyada şampiyon olamamaları gerekiyor, hatta bu hafta kaybederek yarıştan kopmaları gerekiyor. İnşallah da böyle olacak.

14 Şubat 2016, Pazar

14:00 Arsenal-Y
18:15 X-Tottenham

Sup


City'in 14-15 sezonu forması diyorlar. Bu İngilizler formalara meraklıdır, takarlar kafaya. United'dan çıkma formayı pek hoş karşılamayabilirler.


Nike'ın bu yakalı kalıbının çok varyasyonu var. Aynı forma gibi gözükse de detaylar genelde farklı oluyor. Yakadaki düğme, yakanın genişliği, alta doğru uzunluk farkı vs... ufak detaylar ama bu kalıbın uzunca süre devam etmesini sağlıyor. Benim de en beğendiğim kalıbıdır, City'nin forması da oldukça güzel duruyor. Ama tabi konudan çok sapmazsak malum sebepten umarım değiştirirler bu formayı. (Gerçi neden umuyorsam)

Ayrıca geçen seneki Umbro formalarına benziyor. Az değişiklik istiyor sanki...

Estevez


Flamini'nin geçen maç uzun kollu formasının kollarını kesmesi Arsenal camiasında problem yaratmıştı. Neden yaratsın değil mi, oluyor öyle şeyler. Oyuncu rahatsız oluyorsa yakayı kesiyor, kolu kesiyor, ya da işte içine dar içlik giyiyor vs... Ancak Arsenal'de durum farklıymış. Öğrendiğimde hadi lan deyip fotoğraflara baktım, ama aksine rastlamadım hakikaten, en azından bakabildiğim kadarıyla.

Mevzuyu bilmeyenlere özet geçelim. Flamini uzun kollu formasının kolları kesip kısa kollu hale getiriyor, maç sonu Wenger, "böyle şey olmaz, uyarılacak" diyor ve "bir daha öyle bir şey yapmayacak" diye de ayarı veriyor. İlk bakışta formaya saygısızlık, Arsenal forması kesilir mi ulen tarzı bir sebepten bu atarlanma oldu sanıyoruz ama durum daha da ilginç ve güzel.

Arsenal geleneklerine göre takımın kaptanı o maç hangi formayla çıkıyorsa takımın tamamı da o formanın aynısını giymek zorundaymış. Yani kaptan uzun kollu forma giyiyorsa takım o maç sike sike uzun kollu forma giyecek, kısa kollu ile çıkacaksa dona dona da olsa kısa kollu ile oynayacakmış. Takım kaptanına verilen ekstra saygı ve güzel bir forma geleneği, insan öğrenince zaten hayran olduğu forma delisi İngilizler'e daha da bir hayran oluyor.


Flamini bunu nasıl atlamış onu bilemiyoruz, herif orada epey mesai harcadı sonuçta. Eskiden uyuyormuş bu kurala, giymekten hoşlanmıyorum dese de geçmişte epey maça bu sebeple uzun kollu forma ile çıkmış. Artık hanımı varsa ona mı atarlandı da kafası attı, yemiş azarı oturmuş.

Not: Kıvırmak serbestmiş.

Silverado



Melih Gümüşbıçak formasının arkası ligde düz olmayan, klasik şekilde çubuklu olan Sunderland için yukarıdaki kelimeleri kullandı az önce. Lig olarak ne kadar gerideyiz bilemem de, forma kültürü olarak 350 sene falan gerideyiz Melih Bayım.

Uçmalı



Gerçekten iki dakika içinde aynı golden iki tane yemek epey ilginç. İlkinde Sigurdsson araya bırakıyor, Bale atıyor. Diğerinde Parker, Lennon'ı kaçırıyor ve Lennon kaleciyi geçip topu boş kaleye bırakıyor. Bütün bunlar yalnızca iki dakika içinde oluyor. 37'ye kadar Tottenham'ın Arsenal kalesinde pozisyonu yok, 39'da durum 2-0.

Üç tane bilmeseniz de olur ama bilseniz daha iyi olur anektodum var;

1. Tottenham deplasmanında 2-0 geriye düştükten sonra durumu 2-1 yapıp aynı skorla kaybeden Arsenal bu sene iki büyük takımın daha deplasmanında aynı senaryoyu yaşadı: Manchester United, Chelsea.

2. Geçen sene White Hart Lane'de 2-1 kaybedip, Emirates'te 5-2 kazanmışlardı. Bu sene ligin ilk yarısında Emirates'te oynayıp 5-2 kazandılar, geçtiğimiz pazar günü de White Hart Lane'de 2-1 kaybettiler.

3. Per Mertesacker'in bu sezon yalnızca iki golü var. İlki ligin ilk yarısındaki maçta Tottenham filelerine, diğeri bu maçta Tottenham filelerine.

Tottenham'dan bahsedip Bale övgüsü yapmadan yazıyı noktalamak olmaz. Sözü maçın spikeri Peter Drury'e bırakalım o zaman. Skor 1-0 olduktan sonra...

"Bale scores, of course! He scores when he wants. Just stunning. Time after time, game after game, week after week, right man, right place, always!"

Greuther


Yanlış hatırlamıyorsam bu sene üçüncü kez bir cumartesi gününü evimde televizyondan yayınlanan üç kuşak (14.45, 17.00, 19.30) PL maçını izleyerek geçiriyorum ve önceki ikisini de burada kaleme almıştım.

"I felt if we had scored the penalty, we would have gone on and won the game."

Harry Redknapp, insan vücudunda iki kol, iki bacak, bir de kafa bulunur demiş. 0-0 giden bir maçta penaltı kazanıp gole çeviren takım maçı da kazanır diye bir şey yok tabii, hele de bu penaltı 55. dakikada kazanılmışsa. Ancak QPR-Norwich maçı, en başından itibaren iki takımın da sahaya öncelikli olarak rakipten gol yememeyi ve bir puanı korumayı düşündükleri bir mantaliteyle çıktıkları ve maç içinde de zaman zaman QPR'ın bu mantaliteyi biraz esneterek golü düşündüğü bir oyun oldu. Ya da Taarabt'ın. Faslı, özellikle ilk 15 dakikayı domine etti ama sonra son bölüme kadar onu sahada göremedik dersek yanlış olmaz. Sadece o değil, iki takımın da savunmayı ön planda tutup hücumda beceriksiz ve dezorganize oynaması, belli bir ismin öne çıkmasına engel oldu. Bu bakımdan Redknapp haklı çünkü böyle "ugly game" diye adlandırılan maçlarda penaltı büyük nimet oluyor. Ancak bu sefer de Norwich'in yedek kalecisi Bunn hatasını telafi ederek penaltıyı kurtardı ve iki takım da sahadan birer puanla ayrılmış oldu.

Tabloya baktığımızda son 5 maçında kaybetmemiş bir QPR görüyoruz. Daha ilgi çeken bölüm ise son 5 maçında sadece 1 gol (West Ham United deplasmanında Joe Cole'dan) yemeleri. Bu seride oynadıkları takımların sırasıyla at Chelsea, vs. Tottenham, at West Ham, vs. Manchester City ve vs. Norwich olduklarını söylersek tablo daha da inanılması güç bir hal alıyor. Bulutların üzerinden dünyaya indiren istatistik ise QPR'ın bu 5 maçta sadece 2 gol atması. Yani maçların 3'ü 0-0 bitmiş ve 4 beraberlik, 1 galibiyet almışlar. Harry Redknapp geldiğinden beri bu takımın kimyasını ve karakterini toparlamayı başardı. Bugün de yeni transferlerle çok daha komplike ve efektif olabilecek (en azından bu potansiyeli gösterebildiler) bir QPR gördük. Samba çok önemli bir savunma oyuncusu, belki de ligin en kaliteli birkaç stoperinden biri. Tottenham'da bir türlü forma şansı bulamayan ve üç yılda onlarca alt lig takımını gezen Andros Townsend sonunda kendini gösterebileceği bir takımda ve oyun sistemi içerisinde. Bir de Loic Remy var. Bu hafta kesinlikle üç puan almalılardı çünkü her ne kadar kaybetmeseler de rakipleri de puan veya puanlar aldığı için 0-0'ın bir anlamı olmadı. Zaten Harry'nin bundan sonraki süreçte en büyük düşmanı rakiplerden çok haftalar olacak gibi çünkü toparlanmak için epey geç kaldılar. Yine de kümede kalma şansları yok değil, ama başaramazlarsa harcanan milyonlarca pound'a ve canım kadroya yazık olacak.


"We suffered two unbelievable hits, but Sissoko has made a huge difference. We've suffered, but it's worth it now."

St. James' Park'ta 90 dakika başlamadan önce muhtemelen maçın hikayesinin Demba Ba ekseninde yazılması bekleniyordu. Ba'nın atacağı ya da attıracağı gollerle Chelsea'nin Newcastle'ı yıkması veya Ba'nın kaçırdığı pozisyonlar sonrası Newcastle'da beraber oynarlarken küçük bir dönem haricinde hep onun gölgesinde kalan Cisse'nin attığı bir golle Chelsea'nin kaybetmesi. Oyun bu senaryoyu bozmayacak düzende ilerlerken 36. dakikada Lampard'ın uzun topunda Coloccini'yi de sırtına alıp kaleciyle karşı karşıya kalan ve kaleciden dönen şutunu kafasıyla tamamlamak isterken yine aynı Coloccini'den burnuna sert bir tekme yiyen Ba, uzun süre kenarda tedavi gördükten sonra sahaya geri dönse de oyunda pek fazla kalamayıp 42. dakikada yerini Torres'e bırakmak zorunda kaldı.

Biraz geri saralım. Alan Pardew'ın Newcastle United'ı bu sene bir türlü geçen sene yakaladığı kimyayı yakalayamamış, özellikle etkili isimlerinden sürekli sakatlıklar sonucu yararlanamamış ve her maça neredeyse farklı 11'lerle çıkıp belli bir istikrar sağlayamamıştı. Bu yüzden kendilerini ummadığı bir pozisyonda bulup devre arasında rotayı Fransa'ya çevirdiler ve transfere abandılar. Transfer edilen 5'i Fransız (Debuchy, Yanga-Mbiwa, Haidara, Sissoko, Gouffran) 6 futbolcuyla beraber kadrolarındaki toplam Fransız pasaportlu oyuncu sayısı 11'e (Diğerleri: Cabaye, Ben Arfa, Amalfitano, Marveaux, Obertan, Cisse) çıktı. Alan Pardew da kaleci Tim Krul'a bütün bu Fransızlar'a İngilizce öğretmesi için bir ay süre vermiş zaten, eheh.

Geyiği bir kenara bırakıp maça dönelim. Chelsea'nin oyunda afalladığı dakikalarda (Ba-Torres değişikliği, Ramires'in de sakatlanması, birkaç dakikayı 9 kişi oynadılar) Santon'un ortasına Gutierrez kafayla dokundu ve Newcastle'ı 1-0 öne geçirdi. İkinci yarıya ilk yarıdan tamamen bağımsız bir şekilde ikinci ve üçüncü bölgelerde seri verkaçlarla domine başlayan Chelsea, Lampard ve Mata'yla iki harika gol bulup skor avantajını ve oyunun kontrolünü eline geçirdi ve hatta bu dakikadan sonra 3'ü bulup zaten mental olarak da dağılmış Newcastle'ın fişini çekebilirlerdi. İşte tam da o dakikalarda Sissoko ortaya çıktı. Önce Cisse'nin nefis pasıyla karşı karşıya kalan Gouffran'ın kaleciden dönen şutuna dokunarak eşitliği sağlayan, son dakikada da ceza sahası dışından çok düzgün bir şutla mavileri yıkan isim sadece günü kurtarmakla kalmadı, sezonun geri kalan bölümünde de takımının saha içi lideri olacağını ve daha iyiye gidebileceklerinin sinyalini verdi. Alan Pardew "Sissoko has made a huge difference" sözünü sezon sonunda devre arasından sonraki maçların geneli için tekrar kullanacak gibi gözüküyor.


"Rooney, Rooney, Rooney, Rooney gidiyooooooor, Roooooneeey, pasını verdi Valenciaaaa, Valenciaaaa, ortasını açıyooooooooor, kalecide kalıyooor."

Günün son maçında Melih Gümüşbıçak, anlattığı bütün maçlarda olduğu gibi oyunun önüne geçmeyi yine bir şekilde başardı. Bu adama kim maç anlatma görevi veriyor, bu adam neden maç anlatıyor, senelerdir bir kişi bile bu adamın maçı anlatmadığını, oyuncu isimlerini uzatarak olaya bir heyecan katılamayacağını, aksine yersiz tonlamaları ve bunun gibi saçma sapan betimlemeleriyle spiker olunamayacağını görmüyor mu? Cidden tiksiniyorum artık. Ya bırakın abi, cidden bırakın bu adam maç anlatmamalı ya. Televole sunsun, ne bileyim Show Tv'de 6pas mıdır nedir onu yönetsin ama maç anlatmasın. Diyeceksiniz ki İngilizce dil seçeneği var. Evet de ben maçı Türkçe dinlemek istiyorum ve Melih Gümüşbıçak'ı istemiyorum. Buradan yetkili arkadaşlara sesleniy-

Neyse. Manchester United çok önemli bir virajı yine üç puanla döndü ve yarın evinde Liverpool'u ağırlayacak Manchester City'nin kucağına 10 puanlık farkı ve baskıyı bıraktı. Kahraman, bu sene birçok maçta olduğu gibi Van Persie değil, hafta arasında Southampton'a attığı golle hem Old Trafford'da 100. golünü atan, hem de United adına toplamda 138. golünü atarak 137 gollü efsane George Best'i geride bırakan Wayne Rooney.

Bayağı ilginç bir maçtı. İlk 25 dakikasında Reading-Manchester United'da olduğu gibi bi' 5-6 gol çıkabilirdi. İkinci yarı golü bulanın kazanacağı maça döndü. Fulham iki kornerde kaleciyi geçse de direk dibinde bulunan Rafael ve Van Persie'ye takıldı. Üst paragrafta değindiğimiz gibi Rooney takımını kurtarmayı başardı. Bir de sene sonunda sezonun enstantanelerinde başrolü süsleyecek 42. dakika var. Buradan izleyelim.

Premier League'de günün diğer sonuçları:

Reading 2-1 Sunderland
Arsenal 1-0 Stoke City
West Ham 1-0 Swansea
Everton 3-3 Aston Villa
Wigan 2-2 Southampton

Yarının fikstürü:

15.30 West Bromwich Albion-Tottenham
18.00 Manchester City-Liverpool

İki maçta da deplasman ekiplerinin kaybetmeyeceğini düşündüğümü belirterek yazıyı noktalıyorum. Esen kalın.

Pancu


Ben aslında dime yazmayı planlıyordum bugün. Hatta dün için planlıyordum ama fırsat olmadı, bugüne erteledim. Bugün de biraz hastalık vardı bünyede, uzun zaman sonra bütün gün evde oturup televizyonun yayınladığı üç premier lig maçını da izleyince daha önce bu blogda giriştiğim şu işe benzer bir şey yazayım yine dedim. Aslında bunu seriye de çevirebilirdik ama hem artık geçti, belki önümüzdeki sene, hem de ben daha bu blogda ikinci serimi açacak seviyeye geldiğimi düşünmüyorum. Bunları neden size anlatıyorum, çünkü ben o an kafamdan ne geçiyorsa bunu yazıya aktaran gerizekalı biriyim. Bak yine Melo'nun kurtardığı penaltı geldi aklıma, hay amk ya.

"Simon [Mignolet] has been fantastic for us. He is entitled to something like that [error] now and again. It's absolutely and utterly out of character. It just slipped out. He has been terrific for us."

Martin O'Neill 1-0 gerideyken %100 hatalı, hatta komik bir gol yiyen kalecisi Mignolet'nin arkasında duruyor. Aynı zamanda 2-1 gerideyken de %100 hatalı bir kararla aleyhlerine penaltı çalan hakem Mike Dean hakkında da tek kelime etmiyor. Klas. Geçen sene devre arasında Steve Bruce'ün yerine Sunderland'e geldiğinde takım ilk 14 maçta sadece 2 galibiyet alabilmiş ve bu maçların yarısı kaybedilmişti. Çıktığı ilk maçında Blackburn'ü geriye düşmelerine rağmen son dakika golüyle 2-1 yenmişler, takip eden 9 maçta da 6 galibiyet almışlardı. Ligi 5 beraberlik ve 3 galibiyetle kapasalar da bu çok konuşulmamış, çünkü son haftalara düşme potasından uzak, orta sıra takımı olarak girdikleri için biraz salmışlardı. Çok konuşulansa, Manchester City'i yenen 5 takımdan biri olmaları, üstelik Etihad'da da City'i elinden kaçırmalarıydı. Son 5 dakikaya 3-1 önde girip beraberlikle ayrılmışlardı. Ki o bir puan geçen sene Manchester City'nin kendi sahasında rakiplerine verdiği tek puandı. Ayrıca bugün hala Manchester City evinde yenilmiş değil.

İşte o Martin O'Neill'in Sunderland'i bu sene hiç de geçen seneki gibi olumlu bir tablo çizmiyor. Aslında lige hiç fena başlamadılar, Arsenal deplasmanında berabere kaldılar ve ilk beş maçlarında da kaybetmediler. Ancak ortaya konan oyun hiç de iç açıcı değildi ve takımın skor yükünü sadece bir, (sayıyla 1) oyuncu çekiyordu: Steven Fletcher. Takım ilk 6 maçta sadece 5 gol atarken bu 5 golün tamamı Fletcher'dan geldi. Tyne-Wear derbisinde erken gol yediler, rakip erken 10 kişi kaldı ama istedikleri oyunu sahaya maç boyu yansıtamadılar. Top hızlı bir şekilde üçüncü bölgeye taşınamıyor, rakibin eksikliğinden faydalanılamıyordu. Gol bir şekilde duran toptan geldi son dakikalarda ama bir puanı bile hak etmemişlerdi bana kalırsa. Sonra içeride Aston Villa mağlubiyeti geldi. Dışarıda Everton'a kaybettiler. Yavaş yavaş hak ettikleri sonuçları almaya başladılar. Böyle diyorum çünkü Adam Johnson-Seb Larsson-Sessegnon ve Fletcher'dan oluşan hücum hattının bu kadar yavan ve monoton oynaması kabul edilemez. Fulham deplasmanında da ben onlar adına çizik atmıştım ama bu sene sıkça gördüğümüz çift dalmalara pozisyon faul olmasa bile kırmızı gösterme modasının son kurbanı Hangeland olunca Sunderland yine rakibinin erken 10 kişi kalmasından sonra oyunu domine edemese de bu sefer bir şekilde 3 gol bulup kazanmayı başardı. Bu arada ligin topla oynama oranı en düşük yüzdeli takımlarından birisi, belki de ilkidir tam bilemiyorum, Sunderland.

Steve Clarke'ın WBA'sından hiç bahsetmedik, aslında çok bahsetmemiz gerekiyor. Aslında neden Sunderland'den girdim bilmiyorum. Takır takır top oynuyorlar, maşallah diyelim. 26 puanla ligin 3. sırasındalar ve Sunderland galibiyetiyle serileri 4 maça çıktı. Bu onlar adına en üst kademede bir ilk. Üstelik Lukaku kenardan geliyor. Mesela Lukaku bugün kenardan gelip ne yaptı? Bir gol attı, bir topu direkten döndü, bir de asist yaptı. Bunların hepsini 10 dakika içinde yaptı. Maşallah diyelim. Maşallah.


"I would tell the fans: 'Don't lose faith.'"

19.11.2011, Queens Park Rangers'ın son deplasman galibiyeti. Wolverhampton karşısında. Ben Mark Hughes olsam ada saatiyle 16.10 gibi intihar etmiştim. Düşünün, takım sizin yönetiminiz altında ligdeki hiçbir deplasman maçını kazanamamış. Bu sene ilk 12 maçta bırakın kazanmayı, neredeyse öne bile (sadece 58 dakika önde kalmışlar şimdiye kadar, 27 dakika Tottenham deplasmanında, 31 dakika içeride Everton karşısında) geçememiş ve Manchester United deplasmanında koca ilk 45 dakikayı taş gibi oynayıp ikinci yarı başında da golü bulmuş (bugün takımın başında sahaya çıkan Mark Bowen taraftarlara inançlarını kaybetmemelerini söylerken haklı) ve maçı kazanma noktasına getirmiş. İç açıcı bir durum değil Hughes adına. Fakat suçlu Hughes mü ya da bugünkü oyunun sebebi, 3-1 kaybedilse bile, Hughes'ün ayrılması mı işte o konuda biraz şüphelerim var. Alex'ten sonra Fenerbahçe'nin iyi oynayıp kazanması gibi biraz yanıltıcı olabilir. Her ne kadar yerine gelen adam Harry Redknapp olsa da.

Alt kümeden üst kümeye yeni çıkan takımı baştan aşağı yenilemek genelde Bülent Uygun'un kafasındaki plan olarak bilinir. Üstelik QPR hali hazırda üst kümedeyken sahipler böyle bir yeniliğe gitmek istedi. Amaç elbette takımın bir önceki sezondan daha iyi yerlere gelmesi ama bu oralarda da bu şekilde olmuyor. Olmayınca da ceza hocaya kesiliyor. Takımın sezon boyunca çıktığı ideal 11 (öyle bir 11 yok gerçi ama) %65-70 oranında yeni transferleri barındırıyordu. Böyle olunca ayaklarınız ne kadar kaliteli olsa da uyum asla yakalanmıyor ve kazanamadıkça o güveni de kaybediyorsunuz. O güven kaybedildikçe de üst üste puan kayıpları geliyor ve ligin dibine demir atıyorsunuz. Geçen sene de teknik direktör değiştirip takımın başına Hughes'ü getirmişler ve son anda kümede kalmayı başarmışlardı. Bu sene de Harry Redknapp'ın gelmesiyle bunu kovalayacaklar. Redknapp'ın elinde sihirli değnek yok. Elbette artık bundan daha kötü olamazlar ama ben kümede kalmalarını hala çok zor ihtimal olarak görüyorum. Belki yine son hafta... Şimdi baktım, bu sefer de Anfield'a gidiyorlarmış.

Öte yandan United bildiğimiz United. Kötü oynadıkları maçta 8 dakikada atılan 3 golle kazanmayı bildiler. Evans'ın kafasını bu sene ilk defa görmüyoruz. Fletcher en son 1-6'nın 1'inde skor tabelasında yer almıştı. Bir de tabii bezelye. Sir'ün takımı bu sene 13 maçın 6'sını geriden gelip kazandı. Şampiyonlar Ligi'ni de işin içine katarsak 18 maçın 9'u. Engin Kehale "bu sezon United'a karşı boş kale görsen dışarı vuracaksın yine de ilk golü atmayacaksın" diyor ama Everton, Tottenham ve Norwich City gibi kayda değer istisnalarımız da yok değil. Tabii bir de Galatasaray. AMK.


Stilian Petrov evinde izlediği maçlarda, Villa Park'ta olanlarında, 19. dakikada bütün seyircilerin kendisi için ayağa kalkıp ona destek amaçlı alkışladıklarını görünce ağlıyor mudur? O anı düşününce benim tüylerim diken diken oluyor. Aston Villa seyircisi biraz fazla duygusal, ya da romantik bir seyirci. İstisnasız her futbolcularını çok severler, bazılarına tam anlamıyla taparlar. Oyuncu kulüpten herhangi bir büyük takıma, ama ihanet ederek, ama para kazandırarak, ne şekilde giderse gitsin onu da ilk maçında, hatta daha sonraki bütün maçlarında yuhalarlar. Ama Stan'e yaptıklarıyla inanılmaz bir saygıyı hak ediyorlar. Aston Villa-Arsenal hakkında söyleyeceklerim bu kadar. İlk yarıyı izlerken uyuyakaldım, ikinci yarı linke geçtim, o da takılıyordu falan. Zaten Szcesny'nin kayarak ceza sahası dışına kadar çıktığı pozisyon dışında da kayda değer (ikinci kez kullanıyorum, çok sık kullanmam) bir şey olmadı sanırım. Ya da olduysa oldu artık ne yapalım olmuşla ölmüşe çare yok. Öfff neler diyorum.

Günün izlemediğim maçlarına bakınca Wigan-Reading göze çarpıyor hemen. Wigan'ın 1-0'dan 2-1'e çevirmesi, son dakikalarda yiyip maç biterken atarak kazanması ve tabii ki Jordi Gomez'in hat-trick'i. Roberto Martinez ligin bu dönemlerinde de kazanabiliyormuş. İzlemedim ama Norwich'in Everton'a EVERTON'DA çelme takabileceğini hissediyordum. İnanılmaz formdalar. Ligin başında QPR'dan bile bet gözüken savunmalarını toparlamayı başardılar ve Bassong'un son dakika golüyle Goodison Park'tan da bir puanı kopardılar. Stoke da Fulham'ı 1-0 yenmiş. Sadece Crouch'ın indirip Adam'ın attığı golü değil ben bütün 90 dakikayı kafamda hayal edebiliyorum.

Edit: Al-Habsi şöyle bir gol yemiş. Yazdığım her karakter boşuna :(((

Yarın daha seksi maçlar var;

15.30 Swansea-Liverpool
17.00 Southampton-Newcastle
18.00 Tottenham-West Ham United
18.00 Chelsea-Manchester City

Newcastle ve Tottenham için kötü gidişe dur demek için fırsat haftası. Galler'deki maç da epey ilgi çekici Rodgers'ın Liberty'e dönüşüyle ama tabii Benitez'in City'e karşı neler yapabileceği, Benitez olmasa bile haftanın maçı Stamford Bridge'de. Toparlayamadım sonunu idare edin.

Bubble


Hiç gereği yokken Premier League'de günün maçlarına bi' review yazasım geldi. Bakalım altından kalkabilecek miyim?

Ne olur ne olmaz diye saati 14.30'a kurup yatağa girdiğimde saat 04.30, uykuya daldığımda ise ezan vaktiydi. 13.30 gibi uyandığımda hemen sabah ezanının kaçta okunduğunu sordum babama, 05.30 falan dedi kısa süreli şok yaşadım. Neyse ben ne diyorum amk ya. Hayır kazasını falan da kılmadım. Cumartesi'den beklediklerim zor ama imkansız değildi. Samimi olacağım, azılı bir West Ham taraftarı, onun kadar Manchester City düşmanıyım. Yani Fulham'a koyarsak, üzerine keyifli bir 17.00 maçı izlersek, onun üzerine de QPR sürprizi gelirse benim için tadından yenmez bir cumartesi olurdu. Olmadı, ama yine de güzeldi.

"He is desperate to play football. We had Carlton Cole warmed up and ready to go and Andy was going to be substituted anyway in the next couple of minutes. But unusually he did it [injured the hamstring] on the jump."

Skor 3-0, oyun rölantide, Andy Carroll takımıyla çıktığı ilk maçta üzerine düşenden de fazlasını yerine getirmiş ve birkaç dakika içinde yerini Carlton Cole'a bırakacağı çok aşikar. Ama maç boyunca yaptığı en iyi iş olan kafa topu mücadelelerinden birine daha çıkarken kendini sakatlıyor. İlk dakikada kilidi açan golün gizli kahramanı -hatta üçüncü golü de ona yazarsak yanlış olmaz- için günü iyi kapattığını söylemek pek de doğru değil. Ancak bir sonraki hafta ulusal maçlar nedeniyle ligin oynanmayacak olması West Ham adına şans. Çünkü Andy Carroll takıma bir değil, iki-üç kademe birden atlattı. Zaten long ball oynayan takım bir bakıma Crouch'unu buldu. Carroll'a en uygun takımın biz olduğumuzu düşünürdüm hep, ilk maçtan teyit etmiş olduk. Bu sene sike sike kümede kalacağız. Savunma ve kale rotasyonu sıkıntı ama Nolan-Noble-Diame üçlüsü birbirine çok uyumlu bir orta saha olmuş. Kanatlarda Vaz Te ve Taylor'un performansı da bugün oldukça iyiydi ki daha Jarvis, Yossi falan var. İlk iki haftada çok iyi maçlar çıkaran ama transfer döneminde Dempsey'i, Dembele'yi kaptıran kolu kanadı kırık Fulham'ı yenmesi zor olmadı West Ham'ın. Özellikle 3-0'lık bu galibiyetin, Galler'de 3-0 kaybedip saha içine de pek bir şey koyamadığımız haftadan hemen sonra gelmiş olması da önemli.


17.00 maçlarında benim tercihim Swansea-Sunderland olurdu. Lige nefis başlayan Swansea ve kağıt üzerinde orta sıranın üzerine çıkabilecek potansiyeli barındıran bir kadroya sahip olan Sunderland'in kapışması eminim her futbolseverin Wigan-Stoke, Tottenham-Norwich ve WBA-Everton'ın önüne koyacağı maçtır. Ancak kim televizyon başından kalkıp da bilgisayara geçecek deee, linkten falan maç izleyecek? HD yayın varken hele. Ben de daha çekişmeli geçmesini beklediğim WBA-Everton'ı izleyeyim dedim. Engin Kehale faktörü de var bu maçı seçmemde. Evdeki hesap çarşıya uymuyor çoğu zaman. Tottenham-Norwich nasıl geçti bilmiyorum ama ben WBA-Everton maçını izlerken bir baktım sabah tam alamadığım uykumu almışım. İki takımın da gol atmaya pek niyeti yoktu ama ikinci yarıda bir pozisyonda Fellaini'nin net golü kaçtıktan sonra kontratağa çıkan WBA'da Odemwingie'nin asisti, Long'un dokunuşu kilidi açtı. Diğer gol de kornerden geldi. Steve Clarke'ın WBA'i ilk üç haftada "Oldu" denilen çoğu başaltı takımdan daha iyi görüntü çizdi. Mesela Fulham, Everton, Tottenham falan. Tottenham demişken, anlaşılan o ki AVB ikinci ada macerasında da çuvallayacak. Sahalarında yine kazanamadılar, yine önde oldukları maçta skoru koruyamadılar, yine son dakikalarda yediler. Yalnız bence şurada çıkan kırmızı kart kararı maçın önüne geçmiş, yazık. Mesela ben söylemesem, siz de maçı izlememişseniz kimin kırmızı yediğini anlayamazsınız. O yüzden ben söyleyeyim, beyazlı oyuncu. (Erman Toroğlu)


"Blue Moon,
You saw me standing alone,
Without a dream in my heart,
Without a love of my own."

Geçen sene QPR ile yaptığı maçtan sonra bu sözlerle şampiyonluğu kutladı City taraftarı. Onların anthem'i gibi bir nevi. 44 yıl sonra gelen şampiyonluk, QPR'ın 2-1 öne geçmesi, son dakikada Dzeko, uzatmalarda Agüero. Rüya gibiydi onlar adına. Sezonun ikinci iç saha maçının QPR ile olması, anıların taze olması demekti. Ama City fırtına gibi başladı ve 15. dakikada kullandıkları sanırım 67. kornerde Yaya'nın ayağından golü bulduklarında bu sefer daha rahat kazanacaklarını düşünmüştük. Hayır. QPR ne yapıp edip rakibini uyutmayı başardı ve ikinci yarıda da Zamora'nın kafasından golü buldu. City, Tevez-Dzeko işbirliğiyle çok çabuk bir cevap vermese bu maç onlar adına çok hazin olabilirdi zira benim gördüğüm 60-85 arasını QPR orta sahasının ele geçirdiğiydi. Esteban "orta açabilseydim Real Madrid'de oynard-" Granero önderliğinde ortadan iyi gelseler de bitirici vuruşları yapamad- öeeeh KLİŞE. City uzatmalarda bulduğu golle 3-1 kazandı ama bence 3 puanı hak etmediler. Gün içinde West Ham'ın Fulham'ı domine ettiğini görünce gözler, City gibi takımdan çok daha fazlasını bekliyor. Üç haftada maksimum iki puan hak ettiler ama yedi puan çıkarmayı başardılar, ki dokuz da olabilirdi. Geçtiğimiz seneki dominasyonları yok henüz ama erkenden eleştirmek de çok mantıklı olmaz. Hem geçen senenin verdiği doygunluk ve rahatlama, hem henüz form tutmamış olma, hem de transferin son gününde 4354653 tane daha yeni adam aldıkları için onları birkaç hafta sonra değerlendirmek gerekir. QPR'da ise ilk üç haftada hücum ile savunma arasında ağır bir terazi sorunu olduğunu gördük. Savunma çok kolay pozisyon verirken, hücum çok kolay pozisyona giriyor. Ancak çok kolay goller yemelerine (Rıza hocam) rağmen kolay kolay gol atamıyorlar. Granero zamanla oturacak, takımı da oturtacaktır. Yani olumlu anlamda. Kaleye de Julio Cesar takviyesi geldi ama zamanında Kocaeli kalesine de Fenerbahçe'den Serdar Kulbilge gelmişti. Bir de hala şu Shaun Wright-Phillips'ten ne bekliyorlar anlamıyorum. Hoilett bu takımda yedek oturacak adam değil Hughes hocaaa.

Günün kazananları West Ham United, West Bromwich Albion ve Manchester City olurken Fulham, Everton ve Queens Park Rangers kaybetti. Tottenham ile Norwich, Swansea ile Sunderland, Wigan ile Stoke City birbirine diş geçiremeyen takımlar. Premier League'de yarın;

15.30 Liverpool-Arsenal
18.00 Newcastle United-Aston Villa
18.00 Southampton-Manchester United

Chelsea bu hafta normalde Reading ile oynuyordu ama cuma günü Atletico Madrid'le Süper Kupa maçına çıktılar -aslında çıkmadılar- bu yüzden bu maç iki hafta önce oynanmıştı ve zor da olsa maviler 4-2 kazanmıştı.

İyi haftasonları da dilersem az biraz kalan samimiyetimin tamamı yok olacak, en iyisi bir an önce siktir olup gitmek.