Retro 318

Ira


Bu sezonun Arsenal iç saha formasında çok şık bir ayrıntı var. Ense kısmında. Takımın ana renkleri ve klasik dış saha renklerini aynı şerit üstüne, çaprazlama koymuşlar: Beyaz, kırmızı, lacivert, sarı ve altın. Bunların dördü zaten bu sezonun formalarında var, sadece altın yok. Ben böyle detaylara bayılıyorum.

Kıyas her zaman yanlış, fakat söylemek gerek; bu bizde çok zor görülecek bir şey. Galatasaray, beyazı bile hala tam olarak benimsemiş değil. Beyaz formanın giyilmediği sezonlar bile oluyor, görüyoruz. Ki beyazın bizim üçüncü falan değil, bir nevi "iki buçuğuncu" rengimiz olduğunu (parçalı altına beyaz şort) düşününce, daha da saçma hale geliyor.

Yaptıklarını düşünelim, aynısını ya da benzerini: Sarı, kırmızı, beyaz, siyah. Beşinci füme olur sanırım. Aslında fümenin siyaha yakınlığını düşününce mor daha doğru olur belki, ama moru da yalnızca iki kere kullandık. Ki benzer durum Arsenal'de de var, sarı ve altın.


El-Kol 16


Muhtemelen bu son dönem saçmalıkları gibi değil, anlamlı bir şeyler var bilmesek de, fakat seriye koymaya engel değil tabii.

Retro 317


Nerden Nereye 156





Abraham

Bu sezon NBA formalarında iki (ufak ama) çok temel değişiklik var. Daha pek görülmedi sezon başlamadığı için, ama ilerleyen günlerde sıkça lafı edilecektir.


İlki, Lig logosunun arkaya atılması. Bu değişim, zamanla gözümüze batacak ve bizi rahatsız edecek (alışkın olmadığımızı geçin). Çünkü bunun sonucunda formaların ön görünümü, takım ismi hariç bomboş kaldı. Ve bu boşluklar yüzünden sanki oyuncuların üstünde korsan formalar varmış gibi manzaralar göreceğiz. Aşağı baksanıza.


Sadece bazı takımların formalarındaki "20. yıl" falan gibi özel logolar kurtarır bu manzarayı. Onlar da geçici zaten. Reklam falan mı gelecek acaba zamanla.


İkincisi, şampiyonluk sahibi takımların formalarının ense kısmında yer alacak olan sarı parça. Bu daha da tartışma yaratabilecek bir değişim. Futboldaki yıldız hesabı işte. Ama daha az görünürlüğe sahip. Şu en üstteki fotoğrafı bulana kadar ben ne olduğunu anlayamadım açıkçası. Bayağı 1-2 gün bunu merak ederek geçti. Spurs-Fenerbahçe Ülker maçında ve 2K15'te arka arkaya formalarda görünce "Lan bu ne ki"? diyip durdum.
Orada şampiyonluk sayısı yazıyor(muş), fakat bunu bırakın Tv'den görmek, dibine girmedikçe anlayamazsınız.

Başka bir şey, madem uzaktan bu sarı parça her takım için aynı gözüküyor, Boston da şampiyonluk sahibi (17), Portland da (1). İkisi de "standart görüş mesafesinde" aynı şekilde temsil edilmiş oluyor. Madem formalara şampiyonlukları simgeleyecek bir şeyler eklenecek, bu doğru tercih değil sanki. 


Ligdeki takımlardan yarısının şampiyonluğu var. Bunların da hepsinin formasının arkasında "sarı bir şey" yer alacak. Hepsinde aynı. Bunu (da) çözmeleri gerekiyor.

Diğer forma haberleri için de yine şuradan.

Arap


Böyle bi' birbirini tamamlama, bi' legovarilik, bi' şeyler...


Henry


Önce buraya.

Jenerik 23

Retro 316


Nerden Nereye 155



Lol


Bizim şerefsizler sezonun en önemli maçına çıkarken, ben tünelde Adem'in kolunda gördüğüm şeye daha fazla sevindim, amına kodumun yerinde.

Maç gününden beri düşünüyorum, "daha önce ligde kullanıldı mı bu ince pazubantlardan" diye, sonuç yok. O hafta bir takım tarafından daha kullanıldığını gördüm, unuttum hangisiydi. Yaygınlaşmasını, hatta bu konuda kural/kanun çıkarılıp, kullanımının zorunlu hale getirilmesini diliyoruz.

Retro 315


Nerden Nereye 154



(Jaso Bey'e teşekkürler.)

Dimitri

(Konuk yazarımız var yine. Bloga girenlerin çoğunun tanıdığı Rafet Bey. "Ayrıksı" bir yazı. Ama aynı zamanda çok tanıdık gelebilir. Bilindik kalıplarla ele alınmış bir gelecek tasarımı. Avusturya'nın sıradışı 2018 Dünya Kupası hikayesi.)


BÖYLE BİR ELENMEK GÖRÜLMEMİŞTİR
20 yıl aradan sonra Dünya Kupası vizesi alıp, çeyrek finale kadar ilerlemeyi başaran Avusturya öyle bir golle evine dönmüştü ki ülkenin girdiği buhrandan çıkması aylar aldı. 

“Her şey yolunda gidiyordu aslında. Maç boyunca ceza sahamıza doğru dürüst girememişlerdi bile. Son düdük yaklaşırken hepimiz bir sonraki rakibimizi merak ediyorduk. Ama bir anda olanlar oldu ve pat diye Bizim yerimize İtalyanlar yarı finale çıktı!” Bu sözler Ali Sunak'a ait. Yirmi yıl önce Güney Kore'de oynanan Dünya Kupası'nda o da Avusturya forması giyen oyunculardan biriydi. Savunmanın sağında oynuyordu ve turnuvadan sonra Avrupa'nın büyük takımlarından birine transfer olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Şimdiyse yüzünde o akşamdan miras kaldığı çok belli olan derin çizgilerle karşımda oturuyor. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra “Bir hata yapmadık. Turnuvanın en eğlenceli futbolunu oynuyorduk” diye devam ediyor. “Nasıl olduğuna bugün bile anlam veremiyorum.”

Aslına bakarsanız Sunak'ınkine benzer bir anlamsızlıktan maçın İngiliz spikerleri de düşmüşlerdi. Clive Tyldesley yayına girerken arkadaşı Andy Townsend'e “İtalyanları bilirsin Andy. Her turnuvadan önce onların sıradan bir takım olduğunu söyleriz. Ama sonunda bir bakarız ki şampiyon olmuşlar!” Townsend bu yorumu gülerek karşılamış, İtalyanlar için tek önemli şeyin topun bir şekilde çizgiyi geçmesi olduğunu söyledikten sonra sözü yeniden arkadaşına bırakmıştı. Townsend, Avusturyalıları sessizliğe gömen o gol geldiğindeyse maç öncesindeki sakin tavrını kaybetmiş ve ağlamaklı bir sesle “İnanılmaz Clive, inanılmaz” diyebilmişti.

“Öyle bir bedel ödememiz gerekiyordu demek ki” diyor Sunak. “Neticede çok gülerseniz günün birinde ağlarsınız.” O gün, tüm Avusturya'nın ağladığına kimsenin şüphesi yok. Dünyanın en büyük futbol sahnesine takımlarının çıkması bile başarıyken son dörde kalma fikrine o kadar kapılmışlardı ki yedikleri o tokadın acısını bütün bir ulus suratında hissetmişti. Öylesine büyük bir masal anlatılıyordu ki onlara gerçeklere dönmeyi bir türlü başaramadılar. O yılın son çeyreğinde tüm Avusturya genelinde üretim sektöründe yüzde 25'e varan bir düşüş yaşandı. O son pozisyonda hata yapan Maximilian Priegl'ın adı o yıldan sonra doğan hiçbir erkek çocuğuna koyulmadı. Bu masalın başlatıcısı, anlatıcısı, ve aynı zamanda baş kahramanı olan Terho Hietikko ise futboldan elini eteğini çekip kendini edebiyata verdi.



Erasmus'la gelen devrimci
Hietikko, 90'ların sonunda meşhur öğrenci değişim programı Erasmus'la Salzburg'a geldi. Edebiyat okuyordu ve o dönemki arkadaşlarının anlattığına göre geldiği ilk andan itibaren Avusturya'da kalmayı kafasına koymuştu. Ailesi de Hietikko'nun attığı kartlarda Avusturya'da ne kadar mutlu olduğunu ısrarla yazdığını söylüyor.

Hietikko, öğrenimini bitirmek için ülkesi Finlandiya'ya döndüğünde Turku'daki son yılını büyük bir sabırsızlıkla geçirmişti. Mezun olur olmaz da soluğu yine Avusturya'da almıştı. Bu seferki durağı başkent Viyana'ydı. Birkaç ay ailesinin gönderdiği parayla ve Finlandiya'da bir dergiye yazdığı futbol yazılarının telifleriyle geçindikten sonra bir ilkokulda İngilizce öğretmeni olarak iş buldu. Hayatı da o işi bulduktan sonra değişmeye başladı.

O dönemki iş arkadaşlarından beden eğitimi öğretmeni Wagner Schopp, Hietikko'nun futbolla yakından ilgilendiğini fark etti. Ders aralarında futbol üzerine yaptıkları uzun sohbetlerin birinde Hietikko'ya mesaiden sonra çalıştırdığı amatör takımın antrenmanını izlemeye çağırdı. Hietikko bu teklifi memnuniyetle kabul etti.

Schopp, onun sahanın kenarına geldiği gün yaşadığı mutluluğu kelimelerle tarif etmekte zorlandığını söylüyor. Abartılı el hareketleriyle “Onun bambaşka bir görüşü vardı. Verdiğimiz ilk arada yaptığı önerilerden bunu anlamıştım. Antrenmanın son bölümündeki çift kale maçta yedek takıma onun taktik vermesini söyledim. Yedekler o gün hepimizi şaşkına çeviren bir futbol oynadılar ve as takımı 4-1 yendiler.” Schopp, öğretmenlikten emekli olsa da amatör takımlarda teknik direktörlük yapmayı sürdürüyor. Arkadaşının başarısını kıskanıp kıskanmadığını sorduğumda gülümseyerek “Bilmiyorum. Onunki büyük bir başarıydı ama sonunda çok garip şeyler yaşamasına neden oldu” diyor ve işaret parmağının kafasının hemen yanında çevirerek “Anlarsın ya?” diye ekliyor.

Hietikko'nun o günkü başarısının ardından Schopp, ona bir antrenörlük kursuna katılmak isteyip istemeyeceğini sorduğunda ülke futbol tarihini değiştireceğinden haberi yoktu elbette. Hietikko, onun bu teklifini de memnuniyetle kabul edip, okuldaki mesaisinin ardından antrenörlük kursuna gitmeye başladı. Avusturya Futbol Federasyonu'nun (ÖFB) düzenlediği bu kursta da dikkatleri üzerine çekmekte gecikmedi. Kursu birincilikle bitirirken, ÖFB'nin İskoçya'da UEFA'nın verdiği eğitime göndermeyi kararlaştırdığı kişi oydu. Ancak ortada bir sorun vardı. UEFA, ülke federasyonlarından kendi vatandaşlarını eğitime göndermelerini istiyordu. Hietikko ise Finlandiya vatandaşıydı ve aynı eğitim dönemi içerisinde iki Fin'in eğitim görmesi imkansızdı.

Bu sorunu nasıl çözdüklerini Schopp'a sorduğumda yine gülmeye başlıyor. Kahkahalarının sonunda sesi hırıltılı bir şekilde çıkıyor. “Hiç zor olmadı. Zaten Terho'nun Avusturyalı bir sevgilisi vardı. Aynı evde yaşıyorlardı ve tüm bu kurs dalgası evlenmeleri için muhteşem bir bahane olmuştu.”
Hietikko, sevgilisi matematik öğretmeni Anna ile evlenir evlenmez Avusturya vatandaşı oldu. Kısa bir süre sonra da İskoçya'nın yolunu tuttu. Onun Glasgow'a uçtuğu gün Avusturya, Türkiye ile 2002 Dünya Kupası'na katılma mücadelesi veriyordu. Avusturya o maçı 5-0 kaybetti ve ülke futbolu büyük bir krize girdi. Türkiye ise yakaladığı altın jenerasyon sonrasında Güney Kore'de üçüncülük madalyasını takmayı başardı. Yani Hietikko ve öğrencilerinin 16 yıl sonra o büyük felaketi yaşayacakları yerde...

'Altın çocuk' olarak dönüyor
Hietikko, 24 ay süren eğitimi boyunca Avrupa futbolunun en büyük teknik adamlarından dersler aldı. Futbol yahut spor akademisi kökenli olmadığı için başlarda küçümsense de kısa sürede eğitmenleri etkilemeyi başardı. Eğitimi ÖFB'nin kursunda olduğu gibi birincilikle tamamladı. Sertifikasını veren Sir Alex Ferguson, elini sıktıktan sonra büyük bir sevinçle ona “Günün birinde mutlaka karşıma çıkacaksın evlat” diyordu.

Ferguson'la el sıkışırken çekilmiş fotoğrafı Avusturya gazetelerinin spor sayfalarında yer alan çeyrek sayfalık haberlerde kullanıldı. Haberlerin hemen hepsi benzer bir dille yazılmıştı. Hietikko'nun ülke futbola yapacağı katkılardan bahsediyor ve yeni göreve gelmiş ÖFB başkanı Hans Rainer Schulze'nin ona dair umutlarını içeren sözlerini alıntılıyorlardı. “Geride bıraktığımız bir altın jenerasyon olabilir” diyordu Schulze. “Ama Herr Hietikko'nun yeni bir altın jenerasyonun yaratıcılarından olacağına tüm kalbimle inanıyorum.”

Schulze'nin bu inancının karşılığı olarak Hietikko, döner dönmez ÖFB bünyesinde işe alındı. 17 yaş altı milli takımının yardımcı antrenörü olarak saha kenarına indi. Ali Sunak, David Modibo ve Anthony Weiner gibi oyuncuların futbol sahnesindeki ilk adımlarında o vardı. Avusturya, tarihinde ilk defa 17 yaş altında Avrupa şampiyonu olurken de kulübedeydi. Schulze'nin tahminleri doğruydu. İskoçya'dan 'altın çocuk' olarak dönen Hietikko, yeni bir altın jenerasyonu usta bir kuyumcunun titizliğiyle yaratıyordu.

Zaferle sonuçlanan turnuvanın ardından 21 yaş altı milli takımında teknik direktörlüğe getirildi. Tabii 17 yaş altı kadrosunda fırtına gibi esen oyuncular da onunla birlikte terfi etmişlerdi. Hareketli bir hücum hattına ve güçlü bir savunmaya sahip takımıyla rakiplerini baskı altına almakta zorlanmıyordu. Hietikko, bağıra bağıra Avrupa futbol sahnesine çıkmaya ve Avusturya futbolunda devrim yapmaya hazırlanıyordu.

Gelgitler
Elbette onun bu başarılı futbolu kulüp yöneticilerinin dikkatlerinden kaçmamıştı. Bir içecek firmasının sponsor olduğu ve büyük yatırım yaptığı Salzburg takımının ona yaptığı teklif Hietikko'nun tüm dengesini alt üst etmişti. Kariyeri açısından kaçırılamayacak bir fırsat eline geçmişti. Üstelik onu Avusturya'ya bağlayan şehre gidecekti. Fakat karısının Viyana'dan ayrılmak istememesi sorun yarattı. Anna'yı üzemeyecek kadar çok seviyordu. Bu yüzden tek başına Salzburg'a gitmeyi önermedi bile. Teklifi kibarca reddetti ve ÖFB'yle yaptığı sözleşmesini uzatmaya karar verdi.
Ne var ki Hietikko'nun 21 yaş altı takımı için yaptığı planlar pek de yolunda gitmiyordu. Dikkat çeken tüm oyuncuları yaşları 21'in altında olmasına rağmen A milli takıma çağrılıyor ama kulübeye mahkum ediliyorlardı. Hietikko her kadro açıklanmasının ardından deliye dönüyor, Schulze'ye dert yanıyordu. Schulze ise elinden bir şey gelmediğini, konuyu A takım hocasıyla görüşmesi gerektiğini söylüyordu.

Hietikko, A takımın yaşlı hocası Michael Brücke'yle görüşmek için çok uğraştı. Ama aksi adam ona bir türlü randevu vermedi. Kamplar esnasında yakalayıp, derdini ayaküstü anlatmaya çalıştığındaysa genç teknik adamı tersledi.

Bu durumun Hietikko'yu iyice hırslandırdığını söylüyor Schopp. Onunla on günde bir yaptıkları buluşmalarda sürekli Brücke'den yakınıyor, ülke futbolunu bu gibi adamlara emanet etmenin büyük
bir saçmalık olduğunu söylüyor ve A milli takımın başına geçmeden ÖFB'den ayrılmacağına yemin ediyormuş. Nitekim Hietikko, sinir bozukluğu ve reddedilen kulüp teklifleriyle geçen yılların ardından amacına ulaştı. 2015 Eylül'ünde Brücke'nin geçirdiği kalp krizinin ardından aldığı emeklilik kararı onun önünü açtı.



“Çıldırmış bu adam!”
Hietikko'nun basına tanıtıldığı törende yanınca elbette Schulze vardı ve ilk konuşmayı da o yaptı. Büyük bölümü Hietikko'nun kariyerine başlamasına yaptığı katkıları anlatmakla geçen konuşmasının sonunda Schulze, “Umarım önümüzdeki 10 yıl içinde bir turnuvaya katılma hakkı elde ederiz” dedi. Bunun üzerine birden lafa dalan Hietikko, Schulze'nin ve bir salon dolusu gazetecinin şaşkın bakışlarıyla karşılanan “Sayın başkana katılmıyorum. Önümüzdeki turnuvaya katılamazsak da istifa ederim” ifadesini kullandı.

A takım seviyesinde hiçbir tecrübesi bulunmayan genç teknik adamın, böylesine bir çıkış yapması elbette şaşırtıcıydı. Ancak aynı tonu koruyarak konuşmasını sürdürdü. “Bu takımın potansiyelini yansıtamadığı yıllar geride kaldı. Yeni bir geleceği, yeni oyuncularla inşa etmek için önümüzde çok önemli bir fırsat var. Eleme grubundaki tüm rakiplerimizi yenecek güçteyiz. Sizlerle maçlar tamamlandığında yine bu salonda buluşacağım. O zaman yüzünüzde daha şaşkın ifadeler göreceğim. Çünkü Dünya Kupası bileti almış olacağız!”

Hietikko'nun her şeyi kaybetmeye (kazanacağını kimse beklemiyordu haliyle) hazır görüntüsü ülke basınında geniş ve tekdüze bir yankı buldu. Ülkenin 20 yıl önce katıldığı Dünya Kupası'ndaki teknik direktörü Hilbert Krohnberg, çok satan bir gazetedeki köşe yazısında “Çıldırmış bu adam! Kendisiyle birlikte altın jenerasyonu oluşturmaya aday genç yeteneklerimizi de maceraya sürükleyecek. Gerçekçilikten bu kadar uzak, romantik fikirlerle futbola yön vermeye çalışan birine milli takımı emanet etmek de en az onunki kadar çılgınlık” diye yazıyordu.

Masal başlıyor...
Hietikko'nun görüşleri gerçekten de çılgıncaydı! Grupta geçilmesi imkansız görülen İngiltere'nin yanı sıra çok yetenekli bir kuşağın olgunlaşma dönemini yaşadığı Belçika, yeniden yapılanan ve tecrübeyle gençliği harmanlamayı başarmış görünen Rusya vardı. Bu üç takım da 2016 Avrupa Şampiyonası'nda oynayacaklardı. Grupta Avusturya'yla denk olarak görülen tek takım Bulgaristan'dı. Takımın Bulgaristan ile gruba son torbadan katılan San Marino'yu geçip 4. olmasının oyuncuların deneyimsizliği düşünüldüğünde başarı olacak inancı hakimdi.

Viyana'da 2016 Eylül'ünde oynanan ilk maçta rakip üç ay önce Avrupa şampiyonu olmuş Belçika'ydı. Hietikko ise kendinden emin bir şekilde konuşmayı sürdürüyordu. “Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Onlar bütün yazı sırlarını açık ederek geçirdiler. Bizim ne yapacağımıza dair hiçbir fikirleri yok. Onları tuzağa düşürmek için uğraşacağız” diyordu ve dediğini sahaya yansıtmayı başardı. Maça muhteşem bir presle başlayan Avusturya, rakibinin topla oynamasına bir an bile müsaade etmiyordu. Hücum hattının ucunda oynayan Weiner'in başlattığı pres sayesinde Belçikalı oyuncular şaşkına dönmüşlerdi. Weiner'in kanatlarda oynayan Rukanovic ve Klein ile sürekli yer değiştirmesi de rakibin savunma hattını nasıl kuracağına bir türlü karar verememesini sağladı. İlk yarının sonlarına doğru kazanılan korner de Avusturya'ya maçın başından bu yana çöldeki Mecnun'un tutkusuyla aradığı golü getirdi. Modibo'nun kornerden arka direğe yaptığı ortada Rukanovic, kafayla ağları havalandırdı ve bütün Ernst Happel Stadyumu ayağa kalktı. Bu golle soyunma odasına 1-0 önde gidilirken Hietikko, gururla ve hayranlıkla tribünlerin sevincini seyrediyordu.

İkinci yarıda herkes Avusturya'nın yorulacağını düşünürken tam tersi oldu. Topu alabilmek için sinirlenen Belçikalı futbolcular tüm disiplinlerini kaybettiler. Topu aldıkları ender anlarda da kahraman olmak adına şahsi oynayıp, Priegl ile Dragutinovic'in oluşturduğu tandemin arasında kayboldular. Avusturya hücumcuları ise hareketli oynamayı ve savunmanın başını döndürmeyi sürdürüyorlardı. Farkı ikiye çıkaran golü Weiner sol çaprazdan çektiği sert şutla attı. On dakika sonra da sağ kanattan ceza alanına girip yerde kalmasıyla kazandırdığı penaltıyı Modibo gole çevirdi. Golden sonra korner direğinin etrafında kümelenen oyuncuların arasına Hietikko da katılmıştı. 3-0'lık zafer onun masalının başlangıcıydı!

Ertesi gün gazeteler kümelenmiş oyuncuların hemen yanında yumruklarını sıkıp zıplayan takım elbiseli Hietikko'nun fotoğrafını bastılar. Krohnberg'in yazdığı gazete, fotoğraftan oklar çıkarmış ve göçmen oyuncuların milliyetlerini yazmıştı. Fotoğrafın altındaysa “Finli bir teknik adam, Ganalı, Türk ve Sırp kökenli oyuncularıyla Avusturya'ya zafer kazandırıyor. Bunun altında yatan tek şey tutku!” diyordu. Krohnberg bile Hietikko'nun yaptıklarından etkilenmiş görünüyordu. Yine de ilk yarıyı şansın yardımıyla önde bitirmeseler, işlerinin çok zor olacağını söylüyordu. Ama çok büyük bir yanılgı içinde olduğunun farkında değildi...

Wembley!
Hietikko'nun takımı Belçika'nın ardından San Marino, Rusya ve Bulgaristan'ı da zorlanmadan mağlup edince bir anda grupta liderlik koltuğuna oturmuştu. Wembley'de kendileriyle aynı puandaki İngiltere'yle oynayacakları maç öncesindeyse beklentiler bir hayli yükselmişti. Ancak bu beklentilerin İngilizlere yansıdığı pek söylenemezdi. Wembley'deki maç öncesinde düzenlenen basın toplantısında bunu açıkça hissettirmişlerdi.

“Defansif oynamanız gerektiğini düşünüyor musunuz?” diye sormuştu bir gazeteci. Hietikko bu soruyu “Grubun en çok gol atan ve en az gol yiyen takımı biziz. Niye öyle bir saçmalık yapalım ki?” diyerek cevaplamıştı. Bir başkası “Bu maçı kaybederseniz ne yapacaksınız?” diye sorunca Hietikko önce gülmüş, ardından gayet sakin bir şekilde “Uçağa binip Viyana'ya döneceğiz” demişti. Onu kızdırmaya çalıştıkları çok açıktı ancak tuzaklarına düşmemişti. Ne var ki sahada işler istediği gibi gitmeyecek, İngiltere 5-0'lık görkemli bir galibiyetle grup liderliğine kurulacaktı.
Maçtan sonra soruları cevaplamayacağını ve çok kısa bir açıklama yapacağını söyledi. Sinirliydi ancak kendinden emin havasını da koruyordu. “Biz bu gruptan çıkacağız. İstediğinizi söyleyin ama ben gerçeklerle konuşuyorum. Üç puan aldığınız için de tebrik ederim ama Viyana'dan eli boş döneceksiniz” diyerek sözlerini bitirdi.

Bir ay sonra İngilizler Viyana'ya üç puanlık farkla grup lideri olarak geldiler. Avusturya'yı ve saplantılı teknik adamlarını üzeceklerine şaşmaz bir şekilde inanıyorlardı. Ancak Hietikko, hamleleriyle onları şaşırtmayı başardı. Savunmayı üçlü kurup, 5'li orta sahanın sağına Ali Sunak'ı, soluna Modibo'yu yerleştirdi. Bu sayede dengeli bir şekilde hücum etmeyi ve orta sahada hakimiyeti sağlamayı başardı. İlk yarı sonunda tabelada 'Österreich 2-0 England' yazıyordu. Hietikko, oyuncularıyla birlikte soyunma odasına gitmedi. Kulübenin önünde dikildi, 52 bin taraftarın hep bir ağızdan “Ter-ho! Ter-ho! Ter-ho!” diye bağırmasını huşu içinde dinledi.
3-0 sonuçlanan maçın ardından hiçbir İngiliz gazeteci Hietikko'ya soru sormaya cesaret edemedi.



Birinci mevkide Dünya Kupası'na
Takip eden Rusya ve Bulgaristan maçlarını da kazanan Avusturya, Güney Kore'ye gitmeye hak kazanmıştı. Son maçta Belçika'yla karşılaşacaklardı. Rakiplerinin gruptan çıkma şansı kalmamıştı ancak ilk maçın intikamını almak için sahaya çıkacaklarını Hietikko çok iyi biliyordu. Ayrıca grup liderliğini de almak ve İngilizlere bir kazık daha atmak amacındaydı. Bunun için beraberlik yeterli olacaktı. Nitekim Hietikko da istediğini almak için oynayan bir takımla sahaya çıktı. Maç boyunca topla oynayıp, rakibi çok iyi karşıladılar. Maç golsüz eşitlikle bitti ve Avusturya'nın Dünya Kupası hayalleri gerçeğe dönüştü. Bu maç başından beri ona inanmayan Krohnberg'i bile yumuşatmıştı. Çok değil, bir buçuk yıl önce çılgınlıkla suçladığı adama “Ne istediğini ve onu almasını çok iyi biliyor. Taktiksel açıdan çok esnek bir takım yarattı. Bu adam bir dâhi!” diyordu.

Hietikko, Viyana'ya döndüklerinde yapılan kutlamalara katılmadı. Schulze'nin resmi tebrik yemeğinin ardından karısı Anna'yla Napoli'ye gitti. Salzburg'daki Erasmus günlerinden arkadaşı olan Giovanni'nin evinde tatil yaptılar. Giovanni o günleri “Kafasını boşaltmak istiyordu. Kendi bile ne kadar değiştiğinin farkında değildi. En ufak hatasında kendini azarlıyordu. Kusursuz olmaya çalışıyordu” diye anlatıyor. Üstelik Napoli'deki günlerinde de çalışmaktan geri kalmamıştı. Haftanın en az iki gününü maç izlemeye ayırıyor, Anna'yı civardaki köylere yahut tarihi yerlere götürme işini Giovanni'ye bırakıyordu.

Bir buçuk ay süren tatilin ardından turnuva hazırlıklarına girişti. Belirlediği 30 kişilik kadroyu ligler biter bitmez kampa çağırdı. Salzburg yakınlarındaki bir dağ kasabasında geçen bir haftalık sürecin ardından da hazırlık maçları için Güney Kore'ye uçtular.
Gruplarında İspanya, Macaristan ve Şili vardı. Herkes onlardan çekiniyordu. Eski günlerinin uzağında ve geçiş döneminde olan İspanya'yla grubun son maçında karşılaşacak olmaları büyük bir fikstür şansıydı. Hietikko, rahat bir havayla hazırlıkların sürdüğünü belirtirken “Bizim işimiz bu gruptan çıkmak değil. Daha ötesini düşünüyoruz. Diğer takımlar ne hedefliyorlar bilmiyorum ama biz buraya kupayı almak için geldik” diyordu.

Turnuvaya Şili maçında yaptıkları 2-0'lık başlangıçla takımına güvenenleri bir kez daha yanıltmıyordu Hietikko. İkinci maçta, elenmemek için sahaya çıkan Macaristan'ı tek golle geçip, son 16'ya kalmayı garantilediler. Gruptaki son maçları tıpkı elemelerde olduğu gibi liderlik mücadelesine dönüşmüştü ve yine gruptaki gibi beraberlik onlara yetiyordu.
Ama bu sefer güçlerini test etmek için sahaya çıktıkları çok belliydi. İlk iki maçtakinin aksine topu hücuma taşımak için insanüstü bir çaba gösteriyor, yaş ortalaması 33 olan oyunculardan kurulu İspanyol orta sahasını hallaç pamuğu gibi atıyorlardı. Bu çabaları sayesinde iki gol atarak hem gövde gösterisi yaptılar, hem de grubu gol bile yemeden tamamlıyorlardı. Hietikko'ya göre turnuva asıl şimdi başlıyordu. On gün sonra nasıl bir felaketin içine düşeceklerinden haberi yoktu elbette.

“Yenilsek ne iyi olurdu...”
Son 16 turunda Avusturya'nın rakibi Çek Cumhuriyeti olmuştu. Uzun boylu forvetleri Nestuk'a şişirdikleri toplara dayalı bir hücum, rakip forvetleri tekmeleyerek yıldırmaya dayalı bir de savunma anlayışları vardı. Hietikko, bu hengameden nasıl kaçacağını çok iyi biliyordu. Grup maçlarında sürekli kulübede oturttuğu Lazaris'i o maçta ilk 11'de sahaya sürdü. Modibo'yu ise sol kanada çekti. Böylece Çeklerin ilgisi Modibo'ya yoğunlaşmışken ortada yaşanacak kademe hatalarını Lazaris'in driplingleriyle pozisyonlara dönüştürmeyi planlıyordu.

Ancak maçın ilk 20 dakikası geride kaldığında Çekler 1-0 öndeydi. Nestuk'a yaptıkları ortalar işe yaramış, 13. dakikada onun kafasından buldukları golle öne geçmişlerdi. İşler Hietikko için iyi gitmiyor gibi görünüyordu. Ne var ki Lazaris'e yüklediği rolün karşılığını alacağını biliyordu. İlk yarının bitimine beş dakika kala ceza yayı civarında topu alan Lazaris, önce soldan kaçan Modibo'ya pas atarmış gibi yapıp iki savunmacıdan kurtuldu. Sonra topu hızla sağına alıp, sağ ayağıyla sert bir şut çıkardı. Top kalecinin sağından ağlara giderken Hietikko, sol yumruğunu hava kaldırmıştı bile. Lazaris, santradan hemen sonra tekrar sahneye çıktı. Santrada topu alan Nestuk'un geriye verdiği topu kapmak için hızla Michalik'e doğru koştu. Michalik, neye uğradığını şaşırmış bir biçimde soldaki Bolf'e pas vermeye çalışırken ayağı kaydı. Boşta kalan topu alan Lazaris, sağından kendisini takip eden Weiner'e ayağının dışıyla pasını verdi. Weiner bekletmeden şutu çekip, topu 90'a astı. Hietikko'nun sol yumruğu bir kez daha havaya kalkmıştı!

Çekler, ikinci yarıda da iki gol yiyip 4-1'lik skorla evlerine dönerken Avusturya'nın çeyrek finaldeki rakibi İtalya oluyordu. Tüm oyuncular böylesine büyük bir takımı yenerek yarı finale çıkma fırsatı ellerine geçtiği için şanslıydılar. Fakat şimdi Çek Cumhuriyeti maçından sonraki heyecanları anımsatıldığındah hepsinin tadı bir anda kaçıyor. O maçın yıldızı Lazaris, “Keşke yine kulübede kalıp, Hietikko'ya söylenmeyi sürdürseydim. Her şey o kadar güzel gidiyordu ki bir mağlubiyetle keyfimizin kaçacağına inanmıyorduk. Yenilsek, Viyana'ya dönsek ne iyi olurdu.” diyor.




“Rossi! Rossi! Rossi!”
“Tamam, beki '82'deki Brezilya kadar iyi değildik ama yine de o yarı finale çıkmayı biz hak ediyorduk!” diyor Weiner o geceyi anımsadığında. Rukanovic ise “Elimizden geleni yapmıştık. Daha fazlasına inanın gücümüz yetmezdi. Öyle bir şeyin yaşanması çok büyük bir talihsizlikti” sözleriyle anlatıyor çaresizliğini. O maçın günah keçisi olan Priegl ise konuşmayı reddediyor. “Kariyerim boyunca 205 maça çıktım. Diğer 204'ünü saniye saniye anlatmaya hazırım. Ama o maçı lütfen sormayı. İsmimin lanetlenmesine sebep olan o geceyi unutmaya çalışırken senin boktan yazın için tekrar hatırlayamam!”

Viyana sokaklarında birini çevirip, o geceyi sorduğunuzda da Priegl'inkine benzer yanıtlar alıyorsunuz. Herkes ülkenin üzerine çökmüş o bulutun dağılmışlığının tadını çıkarıyor. Unutmuşluklarıyla mutlular. Parlamento kararıyla televizyon kayıtlarından o maçı silmeye kadar götürmüşler işi. O maçın oynandığı günden sonra dünyanın en çok ziyaret edilen ülkelerinden İtalya'ya sadece 13 Avusturyalı turist gitmiş. Koca bir ulus, 20 yıldır büyük bir ciddiyetle İtalya'yı ve maçın oynandığı Daegu şehrini hafızasından çıkarmaya çalışıyor.

Aslına bakarsanız o maçın İtalya'nın daha önce defalarca yaptığına benzer bir biçimde sonuçlandığını görmemek için kör olmak lazım. Maçtan önce İngiliz spikerlerin aralarındaki şakaya çok benzeyen bir senaryoyla başladı o maç. Avusturya o görkemli futboluyla, hareketli hücumları ve savunmanın arasına dalan forvetleriyle dünyadaki tüm futbolseverleri büyülemeyi başardı. Hietikko ise kenarda hiç olmadığı kadar sakin ve hayallere dalmış görünüyordu. Tıpkı o eski şiirdeki adam gibi 'nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden' kazanacağı zaferleri düşünüyordu.
Maça yaptıkları bu hırslı başlangıcın onları öne geçirmesi hiç de zor olmadı. Modibo'nun sol kanattan sıfıra inerek yaptığı ortayı Rukanovic kafayla tamamladı fakat top üst direkte patladı. Yine de sahaya geri dönen top Lazaris'in önünde kalmıştı. O da bekletmeden sol ayağının dışıyla topu 40'ları yaklaşmış kaleci Settepassi yerden kalkamadan ağlara göndermişti. Hietikko'nun sol yumruğu yine sıkılı, gözleri yine güler, stadyumdaki Avusturyalılar yine zevkle kükrer vaziyetteydiler.
Maçın ilerleyen dakikaları da Avusturya adına çok rahat geçti. Tempoyu istedikleri gibi ayarlıyor, İtalya'nın oyun kurmasına bir an bile müsaade etmiyorlardı. Çaresizliğin kara bulutları gök mavili formayı giyen adamların zihinlerini kuşatmaya başlamışken oyuna Rossi girdi. 1982'de Brezilya'yı yıkan Paolo Rossi'yle bir kan bağı yoktu elbette. Ancak aynı onun gibi 20 numaralı formayı giyiyordu. Çoğu İtalyan forveti gibi tembeldi ve yalnızca son vuruşları iyiydi. Bu değişiklik İtalyanların amaçsızca topu ileriye şişireceklerinin ve Rossi'nin ceza sahasında yapacağı bir numaraya bel bağladıklarının habercisiydi.

Dakikalar ilerlerken Avusturya, oyunundan taviz vermiyor; Hietikko yaptığı değişikliklerle takımın diri kalmasını sağlıyordu. Her şey Weiner, topu korner direğine götürme kurnazlığını yapmak yerine sağ kanattan arka direkteki Rukanovic'e doğru orta yaptığında başladı. Topu karşılayan Bocelli, ceza sahasının hemen dışındaki Miranda'ya pasını verdi. O da hiç beklemeden ceza sahasındaki Rossi'ye doğru topu şişirdi. Aslında top tam da Priegl'e doğru geliyordu. O da bunun farkındaydı ve sağ ayağıyla yumuşatıp ileriye doğru uzaklaştırmak niyetindeydi. Muhtemelen o bu topu uzaklaştırdığında Avusturya çok uzaklarda, yarı finalde olacaktı. Ama işler bir Amerikan filmindeki kadar kötü gitti.
Priegl, sağ ayağıyla topu kontrol etmeye çalışırken kayıp, sendeledi. Az daha boylu boyunca yere yatıyordu ama çabucak doğruldu. Kendini şanslı hissediyordu böylesine bir tehlikeyi savuşturabileceği için. Topu sol ayağına alıp uzaklaştırmak isterken arkasından gelen Rossi'yi fark edememesi ise o korkunç beş saniyeyi başlattı. Rossi, sinsice topu kaptı. Kaleci Langner'in açıyı kapatmasına fırsat bile vermeden sol alt köşeden ağlara yolladı. O golü sadece İtalyan spiker sevinçle karşıladı ve üç defa Rossi'nin adını haykırdı. Tıpkı '82'de olduğu gibi...
Sadece sahadaki 11 Avusturyalı değil tüm futbolseverler şok içindeydi. Kaleye doğru düzgün gelemeyen İtalya, saçma sapan bir golle durumu eşitlemişti. Kamera İtalyan oyuncuların sevincinden hemen sonra Hietikko'ya döndü. En zorlu koşullarda, en heybetli rakiplere karşı sağlam durmayı başaran o adam, kulübedeki koltuğuna gömülmüş, gözlerini elindeki su şişesine dikmiş, öylece oturuyordu. Giovani'nin bahsettiği kusursuz olma çabasına girdiğinin farkına varmış gibiydi.
Schopp, maçı izlerken kamera Hietikko'ya döndüğünde dikkatle gözlerine baktığını söylüyor. “Mahvolmuştu! Onu antrenmana çağırdığım günden beri gözlerinde yanan ateş sönmüştü. Onun için futbol bitmişti.”

Nitekim oynanan uzatmalar Avusturya için Dünya Kupası macerasının, Hietikko içinse futbolun sonunu getirdi. Rossi bir korner sonrasında arka direkte kafayı çakıp takımını öne geçirdi. '82'deki adaşı gibi hat-trick yapamadı ama maçtan sonra İtalyan oyuncuların omuzlarındaydı. Avusturyalıların ise ağlamaya bile mecalleri yoktu. Bir tek Priegl, tekmeliklerini ve ayakkabılarını çıkarmış, ayağının kaydığı yerin üstüne oturmuş ağlıyordu. Omuzları sarsıla sarsıla, onu teselli etmeye gelen hakeme aldırmadan ağlıyordu. Emin olun o gün bir doktor gelip Priegl'i muayene etse, bir insandan o kadar gözyaşı çıkabildiğine şaşırırdı.



Sonrası tufan...
O gün Daegu Stadyumu boşaldığında bir ulusun da içindeki futbol aşkı boşaldı. Avusturya bir daha bırakın büyük turnuvalara katılmayı, elemelerde puan almayı bile zor başardı. Schopp gibi futbol kökenli beden eğitimi öğretmenleri ya emekli edildi, ya da futbol dışında bir sporun dersini vermeye zorlandılar. Önce futbol kulüplerinin sponsorları çekildi sahneden, sonra ulusal kanallarda futbol yayını kesildi. Stadyumları dolduran kalabalıklar günden güne erimeye, seyirci ortalamaları gülünç seviyelere gerilemeye başladı. Futbolun en sevildiği kıtanın göbeğinde yer alan bu ülke, kendini bu oyundan izole etti ve adeta bir futbol Kuzey Kore'sine dönüştü.

Hietikko'nun beyninde futbolun kapladığı yer de aynı sele kapılarak gitti haliyle. O da bu boşluğu doldurmak adına tası tarağı toplayıp, çok sevdiği Anna'sından ayrılmayı göze alıp, memleketi Turku'ya döndü. Futbola gönül verdiği dönemde tanıdığı herkesle bağlantısını kesti ve yazmaya başladı. Birahanelerde oturan miskinlerden tutun da yalanacak kemik arayan köpeklere kadar aklınıza gelebilecek ne kadar sefil yaratık varsa onların hikayelerini yazdı. Kendisiyle konuşmak isteyen gazeteciler şöyle dursun, aile üyelerine bile kapısını açmaz oldu. Evinden çıktığı ender zamanlarda da kendisini görüntülemek isteyenlerden kaçmayı yeğledi. Tüm bunların ardından kapandığı o evden ölümüne kadar çıkmayacağı tahmin ediliyor. Futbol dünyası ise onun kadar parlak bir zekayı erkenden kaybettiğine yanıyor.


Dere


Adidas'ın bu seneki kalıplarında arka-üstte yer alan enine şerit, bir süre sonra sıkmaya başlıyor. Hatta Dünya Kupası'nı sayarsak, çokları için şimdiden o seviyeye gelmiştir. Valencia (Adidas'la bu sezon anlaşan bir kulüp olarak) her nasılsa bundan kurtulmuş. Bir koçyiğit tehlikenin farkına varıp "Beyler o şeriti kaldırmazsanız anlaşma bozulur, ona göre" demiş olsa, düşünsenize.

Retro 314


Kumbela


Bu tasarım kendi başına zaten çok iyi de, siyah ve beyazda daha bir güzel durmuş. Böyle daha çok kendine has kaleci forması tasarımına ihtiyacımız var.


O gün Asteras maçını izlerken aklıma bu forma geldi. Bu da aynı kafa işte. Zırh falan gibi.


The Book of Basketball #6

~

Russell ve Bradley, farklı sözlerle aynı noktada buluşuyordu: Oyuncular, yeteneklerini takım arkadaşlarınınkiyle birleştirmelerine göre değerlendirilmeliler, istatistiklere göre değil. Herhangi bir oyuncu sadece bir sezonluğuna bu birleştirmeyi yapabilir. Ancak bu bağlantıyı bulmak, geliştirmek ve üstüne koymak, şampiyonluğu kazanmak, bir aradalığı sürdürmek, kaçınılmaz engellerden kurtulmayı başarmak, daha aç düşmanlarınızı defetmek ve daha çok başarı için geri dönmek... İşte bu bir şampiyonun işi. Russell'ın açıkladığı gibi, "Şampiyonluğu korumak, kazanmaktan daha zordur. Bir kere kazandıktan sonra, bazı kilit isimler muhtemelen oynadıkları rol hakkında hoşnutsuzluğa başlarlar, bu da kazanmak için gerekli olan takım konsantrasyonunu korumayı zorlaştırır. Aynı zamanda bir kez kazanmışsınızdır, bir dağı ilk kez tırmanacak olan insanlarla kıyaslandığınızda onlar kadar inançlı olamazsınız, kazanmak artık sizin için yeni bir şey değildir. Bir de, son şampiyonluğun otomatik olarak yenisini de getireceğine dair kötü bir inanca kapılırsınız. Halbuki oraya çıkıp bunu maçtan maça, sırayla gerçekleştirmelisiniz. Üstelik, artık yaşlanmışsınızdır ve vücut şiddete ve acıya daha az dayanıklıdır. 30-35 yaşları arasında, artan baskı ve acılara dayanabilen motivasyona sahip olan birini bulmuşsanız, bir şampiyon buldunuz demektir."(29)

Ben yukarıda "istatistikler" veya "sayılar" diye bir kelime görmedim. Bunlar tamamen kazanmakla alakalı paragraflar. Şimdi bana hangi takımın playofflar başlamadan önce Sır'ı keşfettiğini söyleyebilirsiniz. Celtics 2007-2008 pre-season'u göze çarpar nitelikte dar ve birbirine bağlı, Garnett/Allen takaslarıyla yenilenmiş, İtalya'ya cep telefonlarını evlerinde bırakarak -ki bu gelenek dışı bir şekilde onları birbirine bağlamanın etkin bir yoluydu- giden bir grupla bitirdi.(30) Kendilerine "Ubuntu" denilen, Bantu* dilinden türetilmiş ve kabaca birliktelik anlamına gelen bir slogan buldular. Birleşik Devletler'e döndüklerinde bile birlikte takılıyorlardı; mesela maç sonrası yemeğine veya sinemaya üç oyuncu gitmek yerine her seferinde en az dokuz veya on kişi oluyorlardı. Her hava atışından önce Eddie House ve James Posey masa hakeminin orada ayakta durup maça başlayacak beşi tek tek karşılıyordu.(31) Eddie ayrıntılı bir şekilde her biriyle farklı tokalaşıyor, Posey ise gelenleri ayı gibi kavrayıp sarılıyor ve kulaklarına motive edici şeyler fısıldıyordu. Bench oyuncuları, ilk beş için sanki onlar okul öncesi takımındaki beyaz ve aptal onuncu sınıflarmış gibi kenara çekiliyor, ilk beş bench'teyken mola alındığındaysa roller değişiyordu. Ve sezon aynen bu şekilde gitti. Bu ortak fedakarlıktan en çok sorumlu olan oyuncu Garnett, sezonu MVP oylamasında üçüncü sırada bitirdi çünkü önceki sezonlara göre rakamlarında bir düşüş vardı. Öte yandan Celtics ise 2007'de en kötü dereceden, 2008'de en iyi dereceye sıçramıştı. Bunun için bir istatistik var mı? (Kahretsin, unuttum: Buna kazanmak deniyor.) İşte bu basketbolu bu kadar mükemmel yapan şey. Maçları izlemelisiniz. Dikkatinizi vererek izlemelisiniz. Rakamlar ve istatistikler sizi baştan çıkartmamalı. Bu kitabı bir şekilde bitirdiğimde, size hala Lebron'un '09 Cavaliers'ının Ubuntu'ya benzer kimyayı nasıl geliştirdiğini, sürekli nasıl üzerine koyduğunu — oyuncuların birbirlerini ne kadar çok sevdiğini, herhangi bir oyuncunun (istediğinizi seçin) kariyerinin daha önceki bir döneminde basketbol oynamaktan hiç bu kadar keyif almadığını ve buna benzer şeyleri anlatamamış olacağım. Bu tıpkı kankanızın sevgilisiyle yaptığı harika seksten bahsederken bütün oyuncuların olaya aynı şekilde bakması gibiydi: İnanılmazdı. Ben daha önce böyle bir şeyle rastlaşmadım. "Böyle bir şeyi nerede okumuş olabilirim?" diye düşünürken, hatırladım. Bu alıntı Sports Illustrated'ın Aralık 1974 sayısından, Warriors'la ilgili:

"Bu takımda mükemmel grup oyuncuları var. Takımı kendisinden öne koyan adamlar. Bence basketbol her şekilde takım oyunlarının timsalidir ve bizim de takımın başarısı için birbirlerine tamamlayıcılık görevi yapan oyuncularımız var. Herkesin peşinde koştuğu tek şey takım başarısı. Takım kazandığı sürece kötü oynadığı için kendine üzülen bir oyuncu görmedim. Herhangi bir oyuncumuz geçmişte belki kötü şut performansı için daha çok endişelenmiş olabilir ama şimdi, maçı kazandığımız sürece berbat da oynamış olsa en az hepimiz kadar mutlu olur."

Bunu kim söylemiş biliyor musunuz? Rick Barry. Kendi döneminin en büyük yavşağı. Bir şey onu o Warriors takımı hakkında tetikledi: hissediyordu, bunu dile getirmek konusunda rahattı... ve evet, altı ay sonra Finaller MVP'si ödülünü kazanmıştı. Ne zaman takımın yıldız oyuncusu, Barry'nin yaptığı gibi takımını yere göğe sığdıramayan açıklamalar yapsa, o takımın başına güzel şeylerin geleceğini anlarsınız. Sadece bilirsiniz. Tabii ki herhangi bir takım bir seneliğine bu ortak fedakarlığa sahip olabilir. Peki şampiyonluk kazandıktan sonra bunu korumayı ve daha da üstüne koymayı nasıl başarırsınız? Eski Montreal Canadiens kalecisi Ken Dryden açıklıyor:

"Kazanmak bir devlet meselesi haline gelir, bir zorunluluktur, beklentidir, sonunda, sizin konumunuz, tutum ve davranışlarınızdır. Mükemmelliktir. En iyi olmak için, en iyilerle oynama şansı nadirdir. Bunu yakaladığınızda, asla vazgeçmek istemezsiniz. Çok kolay değildir ve çok eğlenceli de değildir... Bizim gibi çok sık kazandığınızda, kaybetme hakkını elde edersiniz. Bu hak, kazanmanın nasıl olduğunu hissetmeniz için gereklidir. Fakat bu bir tavuk oyununa benzer. Eğer ipin ucunu fazla salarsanız, geri dönüşü olmayabilir. Bu sene bunun olacağını hissediyorum. Eğer kazanırsak, seneye daha kötü olacak."(32)

Russell o baskıyla yaşıyordu, kendini ve diğer herkesi baskıya nasıl cevap verdikleriyle ilgili şöyle tanımlıyor:

"Bütün bu yeteneğe, mental keskinliğe, eğlenceye, özgüvene ve kazanmaya odaklanmaya rağmen tüm "hatta"ların sona erdiği bir seviye vardır. Sonra baskı artar, üzerinize inşa edilir ve bir şampiyon için bu, yüreğinin test edilmesi anlamına gelir. Yürekli şampiyonlar, motivasyonun derinliğine ve beynin ve vücudun baskıyı kaldırabilme potansiyeline göre bununla başa çıkar. Bu, konsantrasyondur — bu, maksimum acı ve stres ile nasıl başa çıkabileceğinizdir."(33)

Yani cidden, şampiyonluk tekrarlamak (ya da üçüncü, dördüncü defa kazanmak) bir takımın sabit panik havasıyla (panikten kurtulmaya çalışmak değil, ne gerekiyorsa yapmak) ve baskıyla (sadece üst üste gelecek olan değil fakat geleceğine kesin inanılacak olan) nasıl baş edeceğine dair bir dayanak noktasıdır. Bu fenomenlerle ancak ve ancak düzgün bir çatınız varsa ve süper yıldızınız ve yardımcıları o çatıya kendini adamayı sürekli hale getirmişse baş edebilirsiniz. Wilt sadece bir şampiyonluk kazandı ('67) ve ondört ay içinde takaslandı. Çünkü o sadece bir tane kazanmayı umursuyordu; onu korumaya çalışmak yeteri kadar ilgisini çekmiyordu ve başka bir meydan okumanın çekimine kapıldı (ligin asist kategorisinde başını çekmek). Bu arada Russell onüçüncü sezonunda hala rutin olarak büyük maçlardan önce kusuyordu. İki elini de dolduracak kadar yeterli yüzüğe sahipti ama bu önemli değildi. Bundan başka şey bilmiyordu. Kazanmak onu ele geçirmişti. Sadece Russell'ın çevresinde olmak ve onun uçsuz bucaksız rekabetçiliğinden beslenmek, takım arkadaşlarını da en az kendisi kadar önemsemeye itmişti. Bu ortak hisler silsilesi hakkında yanılamazdınız, gerçekleştiğinde -ki çok sık gerçekleşmez- bunu korumak için her şeyi yaparsınız. İşte bu da mükemmel takımları mükemmel yapan şeydir.

Ve işte bu yüzden Jordan-Pippen takımlarını aşırı severek hatırlıyoruz. Onların efsaneleşmesini sağlamlaştıran şey ilk beş şampiyonluklarından ziyade altıncısıydı. Harap ve bitap düştükleri, sadece gururlarını korumayı düşündükleri ve Jordan'ın boyun eğmez tavrıyla bunu başardıkları şampiyonluk. O sezonun Doğu finalleri yedinci maçında favori anlarımdan biri yaşandı; altı dakika kala üç sayı gerideyken aşırı bitkin gözüken Bulls, kendilerini yere sermeye hazır görünen Pacers'a karşı maçı çeviremeyecek durumdaydı. Sonra Jordan'ın 2.24'lük Rik Smits'in üzerinden hava atışını kazandığını, veya Pippen'ın son birkaç dakikada Reggie Miller'a karşı ortada kalan kritik bir topta hustle'da üstünlük kurduğunu hatırlayın. Bulls'un hücum ribauntlarını parçaladığını(34) ve o gece galip gelmek için ne gerekiyorsa yaptıklarını hatırlayın. Jordan'ın ölmüş bacaklarıyla nasıl uğraştığını, şutunun ne kadar yavan olduğunu ve bu yüzden sürekli potaya drive etmeye başlayıp sanki zincirleriyle zor hareket ediyormuş bir running back** gibi sadece faul çizgisine gelmeye oynadığını hatırlayın. Son saniyelerde Jordan ve Pippen'ın sahanın ortasında elleri dizlerinde ayakta durmaya çalıştıklarını, tamamen bitmiş bir halde kutlamalar için yeterli enerji toplayamadıklarını hatırlayın. Bulls'un o maçı kaybetmesine izin veremezlerdi. Harika takım ve harika oyuncular hakkında gerçekler onlar kazanırken ortaya çıkmaz; zorlanırken ve tepede kalmak için son çabalarını sarfederken ortaya çıkar. Kıyaslarsak, Shaq/Kobe Lakers'ı rakamın sekize yakın bir şey olması gerekirken sadece üç şampiyonluk kazandı. En kibar ifadeyi kullanacak olursam onları böyle şaşırtıcı bir şekilde içe doğru patlarken görmeseydik, sonraki nesiller için nasıl gözükeceklerini hayal bile edemiyorum.

Bekleyin, aynı anda basketboldaki en yüksek seviye üç oyuncunun ikisi onlardayken o etkisi azalmış ligde sadece üç şampiyonluk mu kazandılar? Bu nasıl mümkün olabilir?

Bir sebeple, '89 Pistons'ın kağıt üzerinde seviyesini düşüren Aguirre takası onları daha iyi yaptı. Aynı sebeple, 80'lerde oynayan her oyuncu Bird veya Magic'le aynı takımda olmak için cinayet işlerdi. Aynı sebeple, Russell dönemindeki oyuncular onu şiddet ve hararetle savunuyor. Yine aynı sebeplerle, bir düzine yıldır bütün oyuncular herhangi birine göre Duncan'la oynamayı tercih ediyor. Takım arkadaşlarını daha yukarı seviyeye çekmek ve takımı kendinin önüne koymak istatistik ve yetenekle alakalı bir şey değil. Gerçekten.(35) Yetenekli oyunculardan kurulu bir takım bunu başardığında, bir sezonluğuna durdurulamaz oluyor. Ama bunu devam ettirmek istediklerinde ve nihai başarı için egolarını süblimleştirdiklerinde, işte o zaman tarihsel bağlamda büyüleyici bir hale geliyorlar.

Bu kitabın amaçlarına göre -niçin bazı oyunculara ve takımlara diğerlerinden daha fazla değer biçildiği kabaca tanımlanarak(36)- ben cevabı sadece istatistiklere bakarak bulamadım. Kendimi oyunun tarihine gömme ihtiyacı hissettim, okuyabildiğim kadar okudum ve izleyebildiğim kadar izledim. Beş farklı tipte oyuncu ortaya çıktı: kendilerini ve başka herkesi daha iyi gösteren elit oyuncular, kendileri için oynayan elit oyuncular, iki düşünce arasında kararsız kalan ve kendilerine uygun olana bağlı kalarak hareket eden elit oyuncular(37), doğru takımda değerleri iki veya üç kat artan rol oyuncuları, ve tamamen önemsiz olan oyuncular. Son grubu önemsemiyoruz. Orta üçlüdeki grubu kesinlikle önemsiyoruz ve ilk grubu kesin, kesin, kesin önemsiyoruz. Benim umrumda olanlar kritik maçlardan önce midesi kalkan ve basit bir tekrar maçını izledikten sonra bile yıllar öncesine gidip o acıları hissedip canlı yayında ağlayan oyuncular. Benim umrumda olanlar garanti şampiyonluktan (veya daha fazlasından) vazgeçip kendi yolu ve kendi tarzıyla kazanmaya çalışan oyuncular. Benim umrumda olanlar takımı için dakikalarının veya rakamlarının yüzde 20'sini feda eden oyuncular. Benim umrumda olanlar sararmış gazetelerdeki parlak alıntılar ve nesli tükenmekte olan takım oyuncularının tutkulu başarıları. Ben kendi tanık olduğum şeyleri ve onların benim üzerimde yarattığı etkileri umursuyorum. Ve eninde sonunda şuna karar verdim: tarihsel bağlamda takımları veya oyuncuları birbirleri ardına kıyasladığımızda, Sır her şeyden önemli hale geliyor.

Son bir anekdot her şeyi açıklıyor. 1969'da Russell son şampiyonluğunu kazandıktan hemen sonra, bir grup arkadaşı, çalışan personeller, sahipler ve basın mensupları Boston soyunma odasındaki rutin şampanya püskürtme ve kutlama-sarılma törenlerine karışma amacıyla içeri girmek istediler. Russell bütün outsiderlar'a ve takımdan olmayanlara birkaç dakikalığına soyunma odasından çıkmalarını söyledi. Oyuncular o dakikanın tadını birbirleriyle çıkarmak istiyorlardı diye açıkladı ve özellikle başka kimseyi eklemeyerek "Biz birbirimizin arkadaşıyız" dedi. Oda boşaltıldı ve o kıymetli zaman dilimini birbirleriyle kutlayarak harcadılar. Tanrı bilir orada ne konuşuldu ve o an onlar için ne kadar değerliydi. Isiah'ın Dan Patrick'e söylediği gibi, anlayamayız. Anlayamadık da. Odayı tekrar açtıklarında Russell, ABC'den Jack Twyman'la kısa bir röportaj yapmayı kabul etti ve Jack'in tipik boktan, soru bile olmayan cümleleri bizi beklediğimiz bu anla buluşturdu: "Bill, bu senin için harika bir galibiyet olmalı."

Russell cümlesine keyifle başladı: "Jack..."


Kalan kelimeler gelmedi. O hissi açıklamak için bir yol aradı. Konuşamadı. Sağ elini ovuşturdu ve kafasına götürdü. Son olarak birkaç saniyeliğine tutuldu — ağlama yoktu, sadece anın altında ezilen bir adam vardı. Neye benziyordu biliyor musunuz? The Shawshank Redemption'un son mısır tarlası sahnesindeki Ellis "Red" Boyd'a. Red'in, Andy'nin duygusal "umut iyi bir şeydir" içerikli mektubunu bitirdiğindeki o anı hatırlıyor musunuz? Boğazındaki yumruyla baş etmesini, donuk gözlerle etrafa bakınmasını ve az önce yaşanan süreci anlamaya çalışmasını? Zaman onu ele geçirmişti. Aynısını Russell için de söyleyebilirdiniz. Herhangi birinin sporda elde edebildiği en yüksek seviyeye ulaşmış bir adam: kan, ter, acı ve şampanyanın mükemmel karışımı, yaşanan her şeye karşı yıpranmış bir minnettarlık duygusu, sonsuza kadar onun için değerli kalacak takım arkadaşlarıyla unique bağlantısı. Russell o '69 takımının harap bitap düştüğünü biliyordu, eşleşme problemleri yaşadıklarını, muhtemelen galip gelemeyeceklerini düşünüyordu. Galip geldiler. Ve bunun sebeplerinin kesinlikle basketbol ile alakası yok.(38)

Bill Russell bir daha profesyonel basketbol maçına çıkmadı. Her bir zerresine kadar değerli Sır'ı yalayıp yutmuştu, onbir yüzük kazanmış ve spor tarihindeki en büyük winner olarak emekli olmuştu. Acı sona kadar Sır'a sarılmıştı. Yolculuğu sona erdiğinde, gözlerini ovuşturdu, gözyaşlarıyla savaştı ve asla gelmeyecek kelimeleri aradı. Hiçbir şey söylemeyerek her şeyi söylemiş oldu.

Yaklaşık üç on yıl sonra, NBA Entertainment'tan bir ekip Wilt Chamberlain ile kariyeri hakkında röportaj yaptılar. 1969 Finalleri'nin öznesi çıkageldi.

"Boston'a kaybetmemizin herhangi bir yolu yoktu, imkansızdı." diye homurdandı Big Dipper inanamayarak. "Sadece imkansızdı, yani... Ben hala nasıl kaybettiğimizi bilmiyorum."

Kendi kendine güldü, sonra ekledi, "Bu benim için hala bir gizem."

Tabii ki öyle.

(29) O bölüm şöyle bitiyor: "Kariyeri boyunca 5-10 kilo almadan bitirebilen bir sporcu çok nadir görürsünüz. Daha nadir göreceğiniz ise aynı miktarda mental şişmanlıktan etkilenmiyor olanlar. Bu yaşlanan şampiyonlar için en öldürücü etkendir çünkü gerçekleşirse zaferin mimarları sayılan konsantrasyon ve mental dayanıklılığınıza etki eder, azalan fiziksel yeteneklerinizi aklınızla telafi etmenize engel olur." Ben "mental şişmanlık" konseptini beğendim. Acaba bu otuz-beş yaşındaki Eddy Curry'nin hem gerçek hem de mental şişman olduğu anlamına mı geliyor? Cidden bu tam olarak neye benziyor?
(30) Doc Rivers'a gezi esnasındaki bütün mobil ürünleri yasakladığı için tebrik ve teşekkür. Yine de ben oyuncuların otel odalarında porno sipariş etmelerine izin verildiğini düşünüyorum.
(31) Posey'nin sarılmalarını bayat, homoerotik ve cidden rahatsız edici (özellikle ilk iki sırada oturanlar için) bulsanız bile bunlar takım içi yakınlığı sembolize ediyor. Hornets 25 milyon dolara Posey'i kaptıktan sonra, onun kederli bir şekilde Chris Paul ve David West'e sarılmalarını izledim. Şunu söyleyebilirim ki diğer adamlarla sarılmasını görünce hissettiğim duygu özlemdi. Bu sanki bir striptizcinin size üç mükemmel dans yapması, ardından sanki onunla bir bağ kurmuş gibi hissetmeniz ve sonra onu 150 kiloluk hırpani bir adamın kucağında 45 dakika boyunca dans ederken görmeniz gibiydi. NBA: cinselliğinizin sorgulandığı yer!
(32) Bu, The Game kitabından. NHL diye bir ligde Montreal Canadiens diye bir takımda*** son sezonunu mükemmel bir şekilde anlatıyor Dryden.
(33) Ben de bu kitabı çılgınca bitirmeye çalışırken ve teslim tarihi boynuma ilmik gibi asılmışken aynı şeyi hissettim. Acaba sizce Russell da 11 yüzüklük serüveni esnasında stresle baş edebilmek için sigara, içki, uyuşturucu, kahve, pilates ve 2000 dolarlık masaj sandalyesi kullanmış mıdır? Yoksa bu sadece ben miyim? Bu kitabı bitirmem o kadar çok süre aldı ki yeniden sigaraya başladım (sadece günde iki veya üç kez, o da yazarken ve nikotini için) ve sonra bıraktım. Ve bu iki olay arasında on yıl geçmiş gibi geliyor.
(34) O maçtan tuhaf istatistikler: MJ/Pippen 15/43 şut attı; Chicago 41 serbest atışın 17'sini kaçırdı; Rodman hiçbir şey yapmadı (22 dakika, 6 ribaunt); ve Indy %48'le şut attı (Chicago %38). Peki Bulls bunu nasıl kazandı? 22 hücum ribaundu aldılar, 26 ikinci şans sayısı buldular, ve topu süreyi eritmeye çalışan hokey takımı gibi — 7:13'ten 0:31'e (maçı garantileyene) kadar kontrol ettiler. Atılan basketlerden sonra geçen toplamda 20-25 saniyelik ölü süreyi de içine katarsak top muhtemel 402 saniyenin 270'inde onlardaydı. Akıl almaz derecede yeniden izlenebilecek bir maç.
(35) Tuhaf çağrışım: En iyi güreşçiler de dereceleri için bu standartları korumak zorundadırlar. Misal, Ric Flair ile Shawn Michaels kendi saygın jenerasyonlarının en değerli isimleri olarak görülür. Niçin? Çünkü rakiplerine nal toplatırlar. Herhangi birine karşı harika bir maç çıkarabilirler, bu aynı anda dört şey yapabilen Hulk Hogan veya Undertaker'a karşı da olabilir. Sadece üç spor branşı bu şekilde işler: basketbol, hokey ve güreş. Bu doğru, az önce profesyonel güreşe spor dedim. Bir problem mi var? Ha?
(36) Bu herhangi bir radyo maratonunda veya talk-show'da dile getirilmeli. Mesela ben yalan atıyormuşum ve  kitapta "Jordan kumar oynamaktan ceza aldı mı?", "1985 lotaryası şaibeli miydi?", "Tim Donaghy mazlum rolü mü oynuyordu?", "Kobe gerçekten onu yaptı mı?", "Wilt Chamberlain gay olduğu gerçeğini saklamak için 20.000 kez şekilden şekile mi girdi?" gibi soruları kesinlikle cevapladığım bir bölüm varmış gibi yapıyormuşum. Daha fazla bilgi istediklerinde de "Bakın, kitabın tamamını okumalısınız." derim. Sonra kalan bölümü de 1976 Playofflar'ında Barry'nin giydiği peruğu anlatarak öldürürüm. Bu anlattıklarım imkanı yok Stephen Colbert'in şüphesini çekmesin.
(37) Kobe alert! Kobe alert!
(38) Isiah gibi tıpkı o da Seattle ve Sacramento'da koçluk yaparken oyunculuk günlerinde algıladığı Sır'ı pas geçmeyi denedi. Aynı efsanelerin geçmişlerinde Sır'ı kucakladığı veya en azından anlayabildiği (Russell, MJ, Bird, Magic, Cousy, Baylor ve McHale yedilisi) ama takım çalıştırdıklarında bunu uygulayamamaları asla açıklanamaz bir şey.****

~

*Bantu, Afrika'nın orta ve güney bölümünde halkın kullandığı dillerin bağlı olduğu bir üst oluşummuş. Kelime olarak da "Halk" anlamına geliyormuş.

**Amerikan futbolunda hücum takımında koşucuya verilen isim. Bunlar topu oyun kurucudan alır, ama pasla değil elden ele, ve önündeki takım arkadaşları rakip oyuncularla boğuşurken aralardan sıvışıp koşabildiği kadar ileri koşmaya çalışır. Bazen bunları açıklarken kendimi aşırı derecede küstah hissediyorum.

***"NHL diye bir ligde Montreal Canadiens diye bir takımda" derken sarkazm yapmış Bill Simmons. Sanki ligle de takımla da alakası yokmuş gibi söylemiş, sanki ilk defa duyuyormuş gibi. Halbuki alakası yok. Sadece Montreal, Bill'in takımı Boston Bruins'in ezeli rakibi olduğu için böyle açıklamış. Küstah hissettiğim anlardan bir diğeri.

****En sonda "It's like the opposite of VD — you can't pass it along." diye bir cümle de vardı ama VD'nin anlamını bulamadığımdan eklemedim. Bilen varsa yorum lütfen.

Nerden Nereye 153


Ben de başta çıkaramadım, o yüzden kim olduğunu yazayım; Zeki Yavru.

(Murat'a teşekkürler.)