Pancu


Ben aslında dime yazmayı planlıyordum bugün. Hatta dün için planlıyordum ama fırsat olmadı, bugüne erteledim. Bugün de biraz hastalık vardı bünyede, uzun zaman sonra bütün gün evde oturup televizyonun yayınladığı üç premier lig maçını da izleyince daha önce bu blogda giriştiğim şu işe benzer bir şey yazayım yine dedim. Aslında bunu seriye de çevirebilirdik ama hem artık geçti, belki önümüzdeki sene, hem de ben daha bu blogda ikinci serimi açacak seviyeye geldiğimi düşünmüyorum. Bunları neden size anlatıyorum, çünkü ben o an kafamdan ne geçiyorsa bunu yazıya aktaran gerizekalı biriyim. Bak yine Melo'nun kurtardığı penaltı geldi aklıma, hay amk ya.

"Simon [Mignolet] has been fantastic for us. He is entitled to something like that [error] now and again. It's absolutely and utterly out of character. It just slipped out. He has been terrific for us."

Martin O'Neill 1-0 gerideyken %100 hatalı, hatta komik bir gol yiyen kalecisi Mignolet'nin arkasında duruyor. Aynı zamanda 2-1 gerideyken de %100 hatalı bir kararla aleyhlerine penaltı çalan hakem Mike Dean hakkında da tek kelime etmiyor. Klas. Geçen sene devre arasında Steve Bruce'ün yerine Sunderland'e geldiğinde takım ilk 14 maçta sadece 2 galibiyet alabilmiş ve bu maçların yarısı kaybedilmişti. Çıktığı ilk maçında Blackburn'ü geriye düşmelerine rağmen son dakika golüyle 2-1 yenmişler, takip eden 9 maçta da 6 galibiyet almışlardı. Ligi 5 beraberlik ve 3 galibiyetle kapasalar da bu çok konuşulmamış, çünkü son haftalara düşme potasından uzak, orta sıra takımı olarak girdikleri için biraz salmışlardı. Çok konuşulansa, Manchester City'i yenen 5 takımdan biri olmaları, üstelik Etihad'da da City'i elinden kaçırmalarıydı. Son 5 dakikaya 3-1 önde girip beraberlikle ayrılmışlardı. Ki o bir puan geçen sene Manchester City'nin kendi sahasında rakiplerine verdiği tek puandı. Ayrıca bugün hala Manchester City evinde yenilmiş değil.

İşte o Martin O'Neill'in Sunderland'i bu sene hiç de geçen seneki gibi olumlu bir tablo çizmiyor. Aslında lige hiç fena başlamadılar, Arsenal deplasmanında berabere kaldılar ve ilk beş maçlarında da kaybetmediler. Ancak ortaya konan oyun hiç de iç açıcı değildi ve takımın skor yükünü sadece bir, (sayıyla 1) oyuncu çekiyordu: Steven Fletcher. Takım ilk 6 maçta sadece 5 gol atarken bu 5 golün tamamı Fletcher'dan geldi. Tyne-Wear derbisinde erken gol yediler, rakip erken 10 kişi kaldı ama istedikleri oyunu sahaya maç boyu yansıtamadılar. Top hızlı bir şekilde üçüncü bölgeye taşınamıyor, rakibin eksikliğinden faydalanılamıyordu. Gol bir şekilde duran toptan geldi son dakikalarda ama bir puanı bile hak etmemişlerdi bana kalırsa. Sonra içeride Aston Villa mağlubiyeti geldi. Dışarıda Everton'a kaybettiler. Yavaş yavaş hak ettikleri sonuçları almaya başladılar. Böyle diyorum çünkü Adam Johnson-Seb Larsson-Sessegnon ve Fletcher'dan oluşan hücum hattının bu kadar yavan ve monoton oynaması kabul edilemez. Fulham deplasmanında da ben onlar adına çizik atmıştım ama bu sene sıkça gördüğümüz çift dalmalara pozisyon faul olmasa bile kırmızı gösterme modasının son kurbanı Hangeland olunca Sunderland yine rakibinin erken 10 kişi kalmasından sonra oyunu domine edemese de bu sefer bir şekilde 3 gol bulup kazanmayı başardı. Bu arada ligin topla oynama oranı en düşük yüzdeli takımlarından birisi, belki de ilkidir tam bilemiyorum, Sunderland.

Steve Clarke'ın WBA'sından hiç bahsetmedik, aslında çok bahsetmemiz gerekiyor. Aslında neden Sunderland'den girdim bilmiyorum. Takır takır top oynuyorlar, maşallah diyelim. 26 puanla ligin 3. sırasındalar ve Sunderland galibiyetiyle serileri 4 maça çıktı. Bu onlar adına en üst kademede bir ilk. Üstelik Lukaku kenardan geliyor. Mesela Lukaku bugün kenardan gelip ne yaptı? Bir gol attı, bir topu direkten döndü, bir de asist yaptı. Bunların hepsini 10 dakika içinde yaptı. Maşallah diyelim. Maşallah.


"I would tell the fans: 'Don't lose faith.'"

19.11.2011, Queens Park Rangers'ın son deplasman galibiyeti. Wolverhampton karşısında. Ben Mark Hughes olsam ada saatiyle 16.10 gibi intihar etmiştim. Düşünün, takım sizin yönetiminiz altında ligdeki hiçbir deplasman maçını kazanamamış. Bu sene ilk 12 maçta bırakın kazanmayı, neredeyse öne bile (sadece 58 dakika önde kalmışlar şimdiye kadar, 27 dakika Tottenham deplasmanında, 31 dakika içeride Everton karşısında) geçememiş ve Manchester United deplasmanında koca ilk 45 dakikayı taş gibi oynayıp ikinci yarı başında da golü bulmuş (bugün takımın başında sahaya çıkan Mark Bowen taraftarlara inançlarını kaybetmemelerini söylerken haklı) ve maçı kazanma noktasına getirmiş. İç açıcı bir durum değil Hughes adına. Fakat suçlu Hughes mü ya da bugünkü oyunun sebebi, 3-1 kaybedilse bile, Hughes'ün ayrılması mı işte o konuda biraz şüphelerim var. Alex'ten sonra Fenerbahçe'nin iyi oynayıp kazanması gibi biraz yanıltıcı olabilir. Her ne kadar yerine gelen adam Harry Redknapp olsa da.

Alt kümeden üst kümeye yeni çıkan takımı baştan aşağı yenilemek genelde Bülent Uygun'un kafasındaki plan olarak bilinir. Üstelik QPR hali hazırda üst kümedeyken sahipler böyle bir yeniliğe gitmek istedi. Amaç elbette takımın bir önceki sezondan daha iyi yerlere gelmesi ama bu oralarda da bu şekilde olmuyor. Olmayınca da ceza hocaya kesiliyor. Takımın sezon boyunca çıktığı ideal 11 (öyle bir 11 yok gerçi ama) %65-70 oranında yeni transferleri barındırıyordu. Böyle olunca ayaklarınız ne kadar kaliteli olsa da uyum asla yakalanmıyor ve kazanamadıkça o güveni de kaybediyorsunuz. O güven kaybedildikçe de üst üste puan kayıpları geliyor ve ligin dibine demir atıyorsunuz. Geçen sene de teknik direktör değiştirip takımın başına Hughes'ü getirmişler ve son anda kümede kalmayı başarmışlardı. Bu sene de Harry Redknapp'ın gelmesiyle bunu kovalayacaklar. Redknapp'ın elinde sihirli değnek yok. Elbette artık bundan daha kötü olamazlar ama ben kümede kalmalarını hala çok zor ihtimal olarak görüyorum. Belki yine son hafta... Şimdi baktım, bu sefer de Anfield'a gidiyorlarmış.

Öte yandan United bildiğimiz United. Kötü oynadıkları maçta 8 dakikada atılan 3 golle kazanmayı bildiler. Evans'ın kafasını bu sene ilk defa görmüyoruz. Fletcher en son 1-6'nın 1'inde skor tabelasında yer almıştı. Bir de tabii bezelye. Sir'ün takımı bu sene 13 maçın 6'sını geriden gelip kazandı. Şampiyonlar Ligi'ni de işin içine katarsak 18 maçın 9'u. Engin Kehale "bu sezon United'a karşı boş kale görsen dışarı vuracaksın yine de ilk golü atmayacaksın" diyor ama Everton, Tottenham ve Norwich City gibi kayda değer istisnalarımız da yok değil. Tabii bir de Galatasaray. AMK.


Stilian Petrov evinde izlediği maçlarda, Villa Park'ta olanlarında, 19. dakikada bütün seyircilerin kendisi için ayağa kalkıp ona destek amaçlı alkışladıklarını görünce ağlıyor mudur? O anı düşününce benim tüylerim diken diken oluyor. Aston Villa seyircisi biraz fazla duygusal, ya da romantik bir seyirci. İstisnasız her futbolcularını çok severler, bazılarına tam anlamıyla taparlar. Oyuncu kulüpten herhangi bir büyük takıma, ama ihanet ederek, ama para kazandırarak, ne şekilde giderse gitsin onu da ilk maçında, hatta daha sonraki bütün maçlarında yuhalarlar. Ama Stan'e yaptıklarıyla inanılmaz bir saygıyı hak ediyorlar. Aston Villa-Arsenal hakkında söyleyeceklerim bu kadar. İlk yarıyı izlerken uyuyakaldım, ikinci yarı linke geçtim, o da takılıyordu falan. Zaten Szcesny'nin kayarak ceza sahası dışına kadar çıktığı pozisyon dışında da kayda değer (ikinci kez kullanıyorum, çok sık kullanmam) bir şey olmadı sanırım. Ya da olduysa oldu artık ne yapalım olmuşla ölmüşe çare yok. Öfff neler diyorum.

Günün izlemediğim maçlarına bakınca Wigan-Reading göze çarpıyor hemen. Wigan'ın 1-0'dan 2-1'e çevirmesi, son dakikalarda yiyip maç biterken atarak kazanması ve tabii ki Jordi Gomez'in hat-trick'i. Roberto Martinez ligin bu dönemlerinde de kazanabiliyormuş. İzlemedim ama Norwich'in Everton'a EVERTON'DA çelme takabileceğini hissediyordum. İnanılmaz formdalar. Ligin başında QPR'dan bile bet gözüken savunmalarını toparlamayı başardılar ve Bassong'un son dakika golüyle Goodison Park'tan da bir puanı kopardılar. Stoke da Fulham'ı 1-0 yenmiş. Sadece Crouch'ın indirip Adam'ın attığı golü değil ben bütün 90 dakikayı kafamda hayal edebiliyorum.

Edit: Al-Habsi şöyle bir gol yemiş. Yazdığım her karakter boşuna :(((

Yarın daha seksi maçlar var;

15.30 Swansea-Liverpool
17.00 Southampton-Newcastle
18.00 Tottenham-West Ham United
18.00 Chelsea-Manchester City

Newcastle ve Tottenham için kötü gidişe dur demek için fırsat haftası. Galler'deki maç da epey ilgi çekici Rodgers'ın Liberty'e dönüşüyle ama tabii Benitez'in City'e karşı neler yapabileceği, Benitez olmasa bile haftanın maçı Stamford Bridge'de. Toparlayamadım sonunu idare edin.

Interlagos


Elazığ hatırası.

Kurbağa



2009-2010: Kazım, Fenerbahçe tarafından devre arasında Toulouse'a kiralandı.

2010-2011: Kazım, yine devre arasında Fenerbahçe'den Galatasaray'a transfer oldu.

2011-2012: Kazım, bir kez daha "devre arasında" kiralandı, bu kez Olympiakos'a.

Eğer bu lanet zenci, bu sezon da devre arası transfer döneminde bir yer değişikliği yapmazsa, oyuna olan inancımı kaybederim. Futbolumuzda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey istikrar. Birilerinin bunu yapması lazım. Lütfen.

Sefir



Pau Gasol'ün Lakers'a geldiğinde yaşadığı imaj değişimini birçoğunuz hatırlar. Bir daha asla saçını ve sakalını Memphis'te olduğu kadar uzatmadı. Sonuçta "büyük pazar"a geliyorsunuz. Hep göz önünde olacaksınız artık. Özensiz görünme hakkınız yok. Başka örnekleri de vardır elbet, bu saatte aklıma gelmedi. Normali buyken, Dwight Howard ters yöne giderek ŞAH iken ŞAHBAZ oldu ve headband kullanmaya başlayarak -Begüm selam- iyice ŞEBEĞE döndü.

Bir de böyle alakasız kombinasyonlar falan. Mor formayla sarı headband, ya da tam tersi, arada şu muhabbet vardı zaten. Bütün bunlar kollardaki o daimi gümüş şeritlerle birleşince falan iyice...


Nerden Nereye 100






Tüyap Notları - 3


Hem bir kitapçoksever, hem de senede (en az) 2 kez falan İstanbul'a gelen biri olarak, neden şimdiye kadar hiç Kitap Fuarı'na gidemedim, anlamak ve açıklamak zor. Ama nihayet başarabildim. Tabii "başarabildim"i birkaç farklı anlamda kullanıyorum. Malum... Gitmişken dedim notlar halinde bahsedeyim bari. Bir daha gider miyim o da şüpheli zaten.

- "İstanbul Dünyanın en güzel şehri" ile "İstanbul'da yaşanmaz abi"yi nasıl birbirine bağlamak gerek bilmiyorum. İstisnalar hariç yukarıdaki ikili herkes için geçerli.

- Evden çıktıktan 2 saat sonra fuar alanına vardık. Efendi gibi ulaşabilmek için biraz farklı yöntemlere başvurduk. O yüzden normali 1.5 saat filan olurdu belki. Bu konuda acayip bir örnek var, diğer maddelerden birinde bahsedeceğim ondan. Metrobüs'ün oraya kadar gitmesi güzel de, Metrobüs'ün kendisinde sorun var. İstanbullu biliyor ne demek istediğimi zaten.

- Giriş öğrenciye beleşmiş. Sanırım hep öyle. O güzelmiş bak.

- Kitap Fuarı'na girişi nedense başka bir fuarın içinden geçirip vermişler. Şu fuar. Mecburen öyle yapmış olabilirler tabii, ama biz tespit yapma hevesiyle "herifler 'vatandaş şuradan geçsin de 2 sanat görsün' demiş olabilirler yea" çektik.

- Girerken zaten "ulan kaç salon var, nasıl gezeceğiz, ne yapacağız" derken, girdikten sonra bu soruyu bir kenara bırakıp gelişine giriştik.

- İlk defa böyle bir tecrübe yaşadığımdan, benim için öncelik, ortamı görmekti. İşin alım kısmı sonra geliyordu. "Duruma göre" bakacaktım.

- Eğer tek başıma olsam, her yeri karış karış gezerdim belki, ama 3 kişi olduğumuzdan biraz daha süreyi ekonomik kullanmam gerekiyordu. Öyle yaptık sayılır zaten. İçerde 1.5-2 saat arası vakit geçirdik. Hemen hemen her yerden de 1 defa geçtik -sanki.

-Yanlış görmediysem, kodaman yayınevleri her salonda birer stand açmış. Yanılıyor da olabilirim, çünkü çok gir-çık yapınca bildiğin başım döndü. Belki hepsi aynı yerlerindeydi de, ben öyle anladım.

- Can Yayınları böyle şekilli bi' şeyler yapmıştı. Ama o şekillerin yanında naylon ambalaja sarılı kitaplar... Şunu bir terketseler amına koyim ya.

- Bazıları şekilli standı falan geçip, KAT ÇIKMIŞ. Artık "Fuar'da teras keyfi :))" diye tivit mi atıyorlardır bilmem.

-  Kitap alınan standlarda muhabbetler falan geçti tabii. İş Bankası Yayınları'nda kasada duran hanfendi, gayet tatlı bir biçimde, aldığım kitapların birinden "ay ben de ne zamandır alıcam onu, baskısı bitecek diye korkuyorum"şeklinde bahsetti mesela. Kendisine buradan selam ediyorum. Tıvaytır adresim sağ tarafta bulunuyor.

- Yine aynı standdaki 2 eleman, Attila İlhan'ın şu kitabını alacakken "abi Fena Halde Leman var mı orda... Yokmuş. Bak onu kesin oku. Baskısı kalmamış ama bulursun..." çektiler. Sağolsunlar tabii de, ben o arada onlara "hacım ben o kitaba başladım ama nedensiz yere yarıda bırakmıştım" diyemedim.

- Fuar'da neredeyse 5 yıldır görüşmediğim bir arkadaşa rastladım. Harika oldu. Adam taa Kayışdağı'ndan gelmiş kız arkadaşıyla falan. "Sabah geldik abi, o zamandan beri burdayız" dedi. Yine sabaha anca dönerler herhalde. Kız arkadaşı da "7 tane kitap çaldık" şeklinde bir cümle sarfetti. Becerebilsem ben d-

- Fuar alanında şu meşhur "kitapçıda bir kızla tanışmak/aşık olmak" geyiğine uygun bazı arkadaşlar vardı haliyle. Ama ortam çok kalabalık. Yoksa...

-Etrafta koşturan bir sürü velet vardı. Yani şu soru bankası/öss/kpss vs. bölümünü kastetmiyorum. Oraya girmedik bile zaten. İnşallah ortamdan biraz olsun feyz alırlar.

- Okumuşsunuzdur sağda-solda elbette, yüzde 20-25 civarı hep indirimler. Fakat... Kabalcı for president ya. Mekanlarında kendi kitaplarına hep yaptıkları gibi, burada da yüzde 50 indirim vardı. Allahım inanılmaz. Çok geniş bir ürün yelpazesi yok belki, ama hani o konularla ilgilenen adamlar için büyük sevap.

- Mustafa Armağan'ın imza günü vardı. Böyle kuyruk falan.

- Ya bütün türbanlı kızlar Esra Elönü'ne benziyor sanki. Yetkili arkadaşlar bu konuda yorum yaparsa sevinirim.

- Katılımcılar arasında bazı sahaflar da vardı. Sahaf Festivali'ni kaçıranlar için fırsat. Tabii hepsi yok ama, büyük başların çoğu oradaydı.

- Penguen standında Hayvan'ın duble ciltleri 4 liraydı. Sonuncusunu ben aldım hohoh.

- Bir daha bu fuara gelir miyim, gelirsem ne zaman gelirim bilmem. Yani ben Avcılar'dan öteye gitmemiştim mesela, şu "abi Kitap Fuarı'na gitmek için pasaport-vize işlemlerini başlattım" tarzı geyikler azmış bile. Hak verdim. Az daha ilerlesek zaten Akçay'a varırdık. Ulan Egemen nerdesin a.k.

- Bazı kitabevlerinin de standı vardı ve onlardan biri, bizim Altınoluk'da da şubesi bulunan Ezgi Kitabevi. Standda Altınoluk şubesine bakan abilerden biri vardı, herifi gördüm ama yanına gidemedim, kaynadı o arada. Ayıp mı ettik ki. Neyse, yazın gidince anlarız.


Fiance


Şu son dönemdeki hallerine hiç uymuyor ama olsun, bu muhabbet hiç bitmez malum. The Wash'tan bir sahne. Nigga muhabbetlerini ya da Rap'i seven arkadaşlara tavsiye edilir ayrıca.

Taarruz

Geçen 442'ların birinde Bilica röportajı vardı, görmüşsünüzdür. Orada röportajı yapan kişi (muhtemelen Hilal Gülyurt'tu çoğunda olduğu gibi) "Brescia'da Guardiola ile birlike oynadın" falan diyince, o yavşak da "evet çok güzeldi" gibi bir şeyler zırvalıyordu -dergi yanımda olmadığından tam metin yazamıyorum da bu tip şeyler işte.

Ben de sonrasında ufak bir gıgıl aramasıyla "bu gavat daha başka kimlerle oynamış, ne yapmış, kimlerle karşı karşıya gelmiş" dedim, ve sonuçlar:





Edit: Burak'tan katkı geldi. Büyük katkı hem de, buyrun.

Retro 242


Hafız


Abi şu armanın etrafına bir şerit çek ya. Sarı olur, beyaz olur. Nerede başlayıp, nerede bittiği belli olsun anasını satayım. Gerçi daha iç saha forması belli olmayan takıma bunu söylesen ne yazar. Amcan yönetici olsa, gidip söylesen, "oğlum dur şu elimizden alınan şampiyonluğu versinler, sonra hallederiz" der amına koyim.

Dime #3


-Vize haftasını da öyle böyle yedik. Şaka şaka, üniversite hayatımın en iyi geçen vize dönemi oldu. Zaten bitince de hafiften üzülmedim değil. Sonra dedim ki "allah allah neden böyle oldu", herhalde son vize dönemleri ya artık ondan. Üniversitenin değerini de biterken anlıyoruz. Böyle her şeyin değerini biterken anlaya anlaya, neyse kuramayacağım bu cümleyi. Geride bıraktığımız günlerin en çok konuşulan konusu yine Lakers oldu. Zaten bu sene Lakers %50 konuşulacaksa geri kalan takımlar %50 konuşulacak. Bugüne kadar bu oran %75'e %25'i falan buldu. İşte Mike Brown kovuldu, Phil Jackson gelmek üzereydi kiiii, D'antoni işe alındı ve bu sabah takımın başında ilk maçına çıkacak. Bu süreci hepiniz biliyorsunuz, hepimiz biliyoruz. Hepimizin bildiği bir başka şey de, bütün bu kaosun arasında Suns maçından önce Staples Center önüne Kareem Abdul-Jabbar heykeli dikildi. Magic Johnson, Jerry West ve Chick Hearn'ün yanına.

-Letonya'dan NBA'e geldiğinde de inanılmaz şeyler vaad etmiyordu Biedrins belki ama 9 sene sonunda bu durumda olması da herhalde beklenmiyordu. Bazı adamlar vardır. Geç keşfedilirler. Ellerine çok nadir fırsat geçer ve o fırsatı iyi değerlendirmek zorundadırlar. İyi değerlendirirler. Kariyer günlerini yaşarlar. Ama bu mutluluk genelde uzun sürmez. Mutlaka en mutlu, en zirvede oldukları dönemlerde başlarına bir şey gelir. Sonra eskisinden de beter duruma düşerler. Bazı adamların başına hep böyle şeyler gelir. İşte bu Andris Biedrins o bazı adamlardan. 2008-2009 sezonunda 11.9 sayı, 11.2 ribaunt ortalamaları tutturmuştu. Her sezon sakatlıklardan dolayı maç kaçırıyordu ama o sezondan sonra asla eski Biedrins'i göremedik. Daha çok sakatlık yaşadı, daha çok maç kaçırdı. Belki de psikolojik sorunları vardı. Oyunu da sürekli geriye gitti. Şimdiyse, şimdi hiç iyi günler geçirmiyor. 6 maçta ortalamaları 0.3 sayı, 3.3 ribaunt. Bogut'un sakatlığı olmasa oynayamayacak bile. Rotasyonun eeeeen dibinde. Lakers maçında şöyle bir serbest atış attı. Gerçi buna serbest atış dersek ayıp kaçar. Kariyeri boyunca bu konuda sıkıntılı olduğunu biliyoruz. 09-10'da 4/25 atmış mesela. Geçen sene de 1/9'du bu rakam. Lakers'tan sonra evlerinde Nuggets'ı ağırladılar. Olaylar gelişti!

-İkinci haftanın Batı'da Haftanın Oyuncusu ödülü kime gitti? MANIMAL. Spurs tarafından tokat manyağı oldukları maçı saymazsak, Faried'in geriye doğru son 5 maç istatistikleri: vs. Heat: 16 sayı, 9'u hücum 20 ribaunt, @ Phoenix: 14 sayı, 11 ribaunt, @ Golden State: 18 sayı, 9'u hücum 17 ribaunt, vs. Jazz: 18 sayı, 10 ribaunt, @ Houston: 16 sayı, 9'u hücum 16 ribaunt. Hayır, şaka değil. Kenny Smith onun için; "he is the rajon rondo of rebounding" diyor. Kenny Smith baya kilo almış ama haklı. Bazı oyuncuların tarzlarını anlamak için onları bir, ya da iki, ya da üç, dört, beş, on maç izlemelisiniz. Kapalı kutu gibilerdir, istikrarları yoktur, bazen 10 maç bile yetmez. Bazıları için ise 10 dakika yeter. Hemen ne olduğunu anlarsınız, size verebileceklerini, veremeyeceklerini, verameyenka. Faried ikinci cümleye girenlerden. Her akşam sahaya %100'ünden fazlasını veriyor. Bu çoğu oyuncuda görmediğimiz bir şey. Her akşam parkede herkesten çok enerji harcıyor. Üstelik bu çocuğun astımı var! Bi' iki üç sene sonra inanılmaz bir canavar çıkacak ortaya. MANSTER!


-Denver demişken McGee'yi anmadan olmaz tabii, heh heh. Gerçi hakkını verelim. Hollinger'ın player efficiency rating listesinde 10. sırada: Tık! 

-Her dime'da bi' paragrafı sakatlığa harcayacağız sanırım. Bu senenin Portland Trail Blazers'ından bahsedelim: Minnesota Timberwolves. Laneti taşıyan isim Brandon Roy olabilir. Kesinlikle bir lanet olduğu çok açık. Şehrin çehresini değiştiren Rubio, geçen senenin ortasında Lakers maçında dizinden sakatlanmıştı. Bu sezon başını kaçıracağı biliniyordu. Sezon başlamadan Love sakatlandı. Sonra sezona gayet iyi giren Budinger. Roy'un bi' ara sakatlanacağını hepimiz biliyorduk ama bütün bunların üstüne gelmesi ekstra kötü oldu. Ve Pekovic. Rick Adelman bu aralar forma vermekte zorluk çekmiyor. Yürüyebilen herkes parkeye çıkıyor Wolves'ta. Playoff yapabilecek Rubio-Roy-Bud-Love-Pek beşi de kenardan arkadaşlarını izliyor. Bu arada yine iyi idare ediyorlar ama içeride Bobcats'e kaybetmek yürek dağlayıcı oldu. O maçta da bir maç sonu olmuş ki, Wizards organizasyonu iki takımı da kıskanmıştır. 87-85 Cats önde, Cats kenardan topu Reggie Williams ile oyuna sokacak ve son 38.9 saniye. Reggie sokamıyor, timeout istiyor. Ama Cats'in mola hakkı dolmuş, teknik faul. 87-86 oluyor, Minnesota oyuna başlayacak. Shved topu Sessions'a kaptırıyor. Sessions potaya giderken kendisine faul yapılıyor. 27 saniye kala Sessions iki serbest atışı da kaçırıyor. Durum 87-86 hala. Top Wolves'ta. 12.3 saniye kala Derrick Williams çizgiye gidiyor. 1/2 ile ayrılıyor ve skor berabere. Sonra meydan Kemba Kemba'ya kalıyor ve o da Rose'un geçen sene Bradley Center'da attığı buzzer beater'a çok benzer bir game winner'la takımına maçı kazandırıyor. Aha Rose, aha Kemba, aha bu da maçın trajiepik (var böyle bi' şey) son anları. 

-Yine maç üzerinden bi' hikayeyle gidelim. Memphis Grizzlies bir önceki sezonu kapadığı takımla yeni sezonu açtı ve sonuç değişmedi: Mağlubiyet. Sonra Memphis Grizzlies kazandı, sonra yine kazandı, sezona formda giren Bucks'ı Bradley Center'da ezdiler. Miami Heat'i dağıttılar. Sonra Oklahoma City'i deplasmanda tokatladılar. Sonra 6-0 gelen New York Knicks'i bozdular. Şimdi isimleri şampiyonluk takımlarının yanında anılıyor ve bunu sonuna kadar hak ediyorlar. Heat maçından bahsetmek istiyorum. Karakterlerinin tamamen dışında bir basketbol oynadılar ve kazandılar. Zachary yine 18-12'sini yaptı ama Heat'i, Heat'e karşı avantajlı olduğu pozisyonlara girişmeden yendiler. Bol bol üçlük attılar ki onların oyun tarzlarıyla epey zıt bir durum. Wayne Ellington'a geliyorum. Kariyer maçını oynadı. 25 sayı attı, bunun 21'i üçlük çizgisinin gerisinden. 7/11 ile oynadı ama bir seviyede sanki asla kaçırmayacak gibiydi. Hemen North Carolina günlerini (en fazla iki maçını izlemişimdir) hatırladım. Zaten o da bu maçtan sonra "Last time I felt like that was in college [at North Carolina]. It's been awhile, so it felt good to be back in that zone." demiş. 2008-2009 sezonu, NTVSPOR'un ACC maçlarını yayınladığı sezon. İsmail Şenol ile koç İhsan Bayülken mikrofonda. Wayne Ellington'ın peri masalını canlı izlemiştik. Miami (FL)'ye karşı 7/11 üçlükle 23 sayı göndermişti. Boxscore için: Tık! Zaten o sezonun sonunda Hansbrough'lu, Lawson'lı, Danny Green'li, Deon Thompson'lı Tar Heels ülke şampiyonu olacaktı.


-Amerikalılar'ın milliyetçi safsataları hiç çekilmiyor. Geçtiğimiz haftanın başında Veterans Day dedikleri şeyi kutladılar. Bi' de seçimin üzerine gelince bu iyice goygoy oldu. Ben daha önce bu kutlamayı hiç bu kadar abarttıklarına tanık olmamıştım ama dört-beş gün boyunca oyuncular headband'lerini, sleeve'lerini falan Amerikan bayrağı şeklinde değiştirdiler. Teğmenim yeterince foto paylaşmış zaten şu postta. Fakat ben Varejao'yla Gortat'yı anlamadım. Modaya mı uymuşlar yani nedir? Hadi Brezilyalı sever tribüne oynamayı da Polish Hammer?

-Araya ekstra gün girince post da o kadar büyüyor ve ben de bir o kadar uzunluğu azaltmak istememe rağmen asla yapamıyorum. O yüzden kısa kısa ne olmuş hızlıca bi' bakalım. Harden ve Mayo'nun ardından bence bu hafta o adı konamayan köşeye yazılması gereken isim Jamal Crawford. Clippers geçen seneden bile korkutucu ve Jamal da en az Paul-Griffin kadar pay sahibi. Aslında son haftayla alakasız, sezon başından beri inanılmaz katkı getiriyor bench'ten. Şimdilik 6th Man'in en büyük adayı 20.7 sayı ortalamasıyla. Clippers demişken Bledsoe'nun Wade'i rencide ettiği anı vermeden olmaz. İzninizle OOOOOOOOHHHHHH demek istiyorum. Başkaaa, heh. Knicks'in de kaybetmesiyle ligde mağlubiyetsiz takım kalmadı. Pistons'ın kazanmasıyla da galibiyets- Wizards. Wizards'ta Wall ve Nene hala dönebilmiş değil. Kazanmaları da kolay gözükmüyor. Dönemeyenlerden (ve bence dönemeyeceklerden) Bynum bizleri yeni saç stiliyle karşıladı. Bir de sakatlığının geçmemesinin sebebinin bowling oynarken dizinin kıkırdağını yıpratması olduğu dedikoduları çıktı ki aman aman. Bu arada sezonun bu bölümüne kadar sadece iki oyuncu triple-double yapabildi. Biri Sacramento'ya karşı 21-12-11 ile Greg Monroe. Diğeri de Indiana deplasmanında 13-10-10'uyla Jose Calderon. O Indiana deplasmanında da son çeyrek 5 sayı atmasına rağmen kazandı Toronto Raptors. Indiana'nın nasıl can sıkıcı bir takım olduğunu varın siz hesap edin bu sene. Raptors da playoff ümidiyle girdiği sezonda Lowry'nin sakatlığıyla belini doğrultamadı. Mcgee'li paragraftaki linkte Lowry'nin takımına katkısını görüyoruz zaten. Son olarak şeyden bahsedeceğim. Uzun beşler moda mı oldu yahu? Hawks son maçına Teague-Korver-Josh Smith-Horford-Zaza beşiyle çıktı. Jazz da dün Mo-Foye-Millsap-Favors-Al ile. Lakers da Spurs maçında maç sonunu Kobe-MWP-Jamison-Gasol-Howard ile falan oynadı. Allah Allah.

-Bak Lillard'a değinecektik. Büyük oynuyor. Ha bir de Royce White'tan. Çaylaklar kaldı artık. Bir de Brooklyn-Sacramento maçı kaçıyor. Brooklyn-Sacramento maçını neden izleyeceksem. Yine çok uzattık, haftanın demeciyle kapıyoruz. Eyvallah.

"I will coach one day but I’m not sure about what level. I’m helping some young guys. They allow me to express my knowledge." Jameer Nelson.

Tenzih


Dün Tıvaytır'da bir muhabbet (ki ondan da bahsedeceğim az sonra) vesilesiyle aklıma geldi de, Suns işte bu sezon parkelerin tasarımında değişikliğe gitti filan hani, görmüşsünüzdür. Seçilen yeni dizaynda mor rengin bulunduğu hiçbir yer yok abi. Çok garip değil mi? Hani konuyla alakası olmayan biri şu sahayı görse, sonra adama morun onların renklerinden biri olduğunu zor anlatırsın. Yani mor bu takımın ikinci rengi, hatta beyazın her takımın ana rengi olduğunu düşünürsek, bir anlamda asıl rengi. Belki de Toronto'nun birkaç sene önce yaptığı gibi, renklerin önem sırasında değişikliğe gidecek olabilirler. Bunun yolunu hazırlıyorlardır falan. Sonuçta turuncunun etkisini hepimiz biliyoruz. Turuncu 2. forma olur, zaten kaç sezondur yeni forma yok, bir de siyah çakarlar, tamam. Bu arada yeni parkeler nasıl döşendi, izlemek için şuradan.

En başta bahsettiğim "muhabbet" de şöyle gelişti. Dombili nickli arkadaşımız şu cümleyi ortaya attıktan sonra, Fileli Sepet abimiz de şu tivitle olayı açıklığa kavuşturdu. Güzel farketmişler.



El-Kol 4



Hiç beklemediğim anda bunu buldum seri için. Bu sefer uyum var. Acaba Celtics'in başarısının arkasındaki sır bu uyumda mı gizli Bilgin abi?

Ayrıca en sağa dikkat. Kim lan o, Green mi ki.