Hayır


Çok şey yazıldı bügüne kadar, çok şey söylendi. Geneli de boş lakırdılardı, ticari kaygısı olan şeyler veya birer pr yöntemiydiler. Tüm bunlardan bağımsız her şeyden -belki- alakasız bir yazı yazmak istedim gezi hakkında. Yıldönümünde. Her şeyin başladığı ve her şeyin bir anlamda değiştiği günde. 31 Mayıs'ta.

Gezi Parkı'na hayatımda ilk defa 1 Haziran günü polisi geri çekilmeye zorladığımız gün girmiştim, açıkçası yanından çoğu kez geçtiğim bu yeşil yer(?) hakkında ''ulan bir girsem mi içeri'' diye düşündüğüm hiç olmamıştı bir doğma büyüme -her ne kadar orjini doğu olsa da- istanbullu olarak. Durum böyle olunca ve çevreye/doğaya karşı duyarlılığım ''kardeşim apartmanın önüne çöp atmayın'' seviyesinde olunca açıkçası umursamamıştım Gezi Parkı'nın yıkılmasını. Taksim'e her gidişimizde metrodan çıkışımızda bana verilmeye çalışılan bildirilerden hiçbirini açıp okuma zahmetine bile girişmemiştim. Umrumda değildi Gezi Parkı ya da doğa, her neyse işte. Hem nasıl umrumda olsundu ki? Doğduğu günden beri doğayla mücadele eden; yazdan, kıştan; güneşten, yağmurdan, kardan; ağaçtan, ormandan nefret eden ya da nefret edilmeye zorlanan biriydim. Hala da öyle duyarlı bir insan sayılmam bu tip konulara karşı. O gün bize bildiri vermeye çalışan Taksim Dayanışmasındaki insanları bugün görsem öperim, sayarım. Bir yerde çay ısmarlama girişiminde bile bulunurum. Çünkü onlar sayesinde insan olduğumuzu hatırladık. Çünkü onlar sayesinde ''dirildik''.

Olayların tarihçesi, kronolojik sıralaması veyahut kimin nerede ne yaptığını yazıp; çadır yakan zabıtaları, biber gazı sıkan insan konsantrelerinin marifetlerinden bahsetmek herkesin yaptığı/yapmaya çalıştığı bir şeydi gezi sonrasında. Ben de yapardım da, inanın aklımda değil önce çadırı kimin yaktığı, polisi kitap okuyarak kimin tahrik ettiği veya polise karanfil atarak kimin saldırdığı. 31 Mayıs günü meşhur kırmızılı kadın(replikası hala kitaplığımda yer alır) mevzusu ve çadır yakma olaylarını izleyince kanım donmuştu, sinirlenmiştim. Sinirlenmemin sebebi hem bunları yapan insan müsvetteleriydi hem de çaresizliğimdi. ''Ne yapabilirim ki'' diye düşünmekten kafayı sıyırıp ertesi gün Taksim'e gitmeyi kararı almam 5 saniye falan sürdü ama dünya'nın en uzun 5 saniyesi. İnsan sinirli olunca zaman geçmiyor.


Pasif direnişten aktif direnişe geçiş dönemim civardaki en büyük süpermarkete gidip çantamı sirke, limon ve suyla doldurmaktı. Arkadaşlar da sağ olsun yardımcı oldular ve yola koyulduk. Metrobüsle gidiyorduk Gezi'ye. Taksim'e. Devlet'e karşı devlet'le işbirliği yapmış gibi olmak bu olsa gerekti. Genelde futbol mücadelelerinden önce kullandığımız kalıp şimdi bizim için direniş sloganıydı. ''METROBÜSLE GELİYORUZ''. Tabii direkt metrobüsle gitmek imkansızdı. Okmeydanı'ndan itibaren her yer polis doluydu. Biz de mecburen Kabataş'tan Tophane'ye geçip oradan Taksim'e varmayı hedefledik. Bu sırada alanda bulunan arkadaşlarım ''şuraya gelme, burada bizi sıkıştırdılar'' gibisinden mesajlar atıyorlardı. Tophane'den yukarıya çıkmak bizim için korkutucuydu. Kaç senelik Tophane, biri bi' şey anlasa zaten siki tutmuştuk. Allah'tan kimse bir şey anlamadan Galata'nın arka sokaklarına varabilmiştik dolambaç çizerekten. Derken elemanın teki bizi durdu. Hafif bir tırsmamızın ardından bize nereye gittiğimizi sordu. Anlattık derdimizi direnişe gidiyoruz dedik. ''Tünel'e gidin orası biraz daha rahat, lise'nin ordan vuruyorlar'' önerisini dinledikten sonra eyvallah çekip yolumuza devam ettik. Gerisi bolca gözyaşılı, dumanlı, sirkeli ve talcidliydi.

İnsan biber gazını ilk yediğinde enteresan bir halet-i ruhiyeye bürünüyor. O an burnunu kırıp gözlerini yerinden çıkarasın geliyor sonradan alışsan da ilk yiyiş ayrı bir enteresan. Sevgili'ye ilk öpücük, ilk seks gibi. Hep o randımanı arıyosun. Talcid'le tanışmamız ise daha enteresandı. Bir ''arkadaşlar yavaş yavaş. koşmayın, sakin oluuun'' anında oldu. İyi de oldu, resmen hızır gibi yetişti yardımımıza biber gazını yedikten hemen sonra, sığındığımız bir butikin içinde. TOMA geri çekilince butik sahibine teşekkür edip çıktık. Sonrasında bir kördüğüm halinde polisle olan savaş devam etti. Bir ileri, bir geri. 3-4 saat rahat süren bu hengamenin ardından mola verdiğimizde, alanda rastlaştığımız tanıdıklarla ''abi biber gazı atmıyorlar. bu başka bişiy, portakal gazı'' muhabbetini çeviriyoduk ki... Derken geri çekilmek zorunda kaldılar ve park halkın oldu. Gezi düşmüştü, Gezi artık halkındı, Gezi bizimdi.


Parkta çok tanıdık vardı. Eski sevgililer, gelecekteki sevgililer, okuldan arkadaşlar, mahalleden arkadaşlar. Eee herkes buradaymış modunun ardından çimenlere yığılış... Yorgunduk ama mücadele altta hala devam ediyordu. Dolmabahçe'ye inerken gördük onu da, polis oradan da defedelince koskocaman bir ÇARŞI pankartı açıldığında yorgunlukla karışık bir rahatlık sardı. Fenerlisi ile Galatasaraylısı ile SİYAH-BEYAZ EN BÜYÜK BEŞİKTAŞ diye bağırdık. Enteresan bir deneyimdi, üzerinde Fener forması olan adamın en büyük Beşiktaş demesi ileride her ne kadar sinir bozucu bir hale gelse de o an için müthişti, benim açımdan daha ötesi gurur okşayıcıydı.

Gezi'ye ertesi günkü ziyaretimiz biraz beni şaşırtmıştı orada gördüklerimden dolayı. Resmen okuduğumuz o sikik ütopyaların içindeydik. İstediğini gidip alıyor, istediğini gidip okuyor kısacası her istediğini yapıyordu oradaki güruh. Allahım devrim yoksa devrim böyle bir şey miydi? Tadı şu an hala damağımızda olan şey belki devrimdi evet ama böyle gitmeyeceğini biliyor gibiydik. Sustuk, konuşmadık. Çimlere uzanıp kitap okumaya devam ettik. Sonuçta barikatlar sağlamdı ya da biz öyle düşündük. En azından beynimizdeki barikatlar artık daha sağlamdı.Karpuzcu tezgahtaki son karpuzu kesiyordu.

Tüm bunlar yaşanırken maymunlar cehennemi'nde muz satılıyordu anti gezi çevresinde. Satıcı belliydi başbakan. Kapış kapış gidiyordu söylemleri. Camii'ye ayakkabıyla mı girilmedi, Camii'de bira mı içilmedi, Kabataş'ta türbanlı bacısı mı dövülmedi... Dedi de dedi, ee alıcı da istekli olunca satışlar patladı gitti. Ateist olduk, faiz lobisi olduk, dış güçlerin uşağı olduk. Ulan biriniz de çıkıp dediniz mi sen niye faiz lobisinin uşağı oldun? Belki gelir sen de bize katılırdın. O muzlardan daha sonra çıkacak böceklerin seni yiyip bitirmeyeceği ne malum? Bunlar işin bonusu, çok gülen çok ağlar misali. Ağlattık, kanattık, korkuttuk. Bunları yaparken biz de ağladık, kanadık ama korkmadık. Siner gibi olduk ''yok abi bunu da yapamazlar'' dediğimiz her şeyi yaptılar ama geri adım atmadık. Mahalle raconunu sindirmiş son kuşaklardan biri olarak ''R yapmadık''.


Derken o son günler. Gitar çalan arkadaşımızın etrafında oturup onun söylediği sikik, rezil şarkılara eşlik ediyorduk. Cırtlak sesli solcu hatun 20 gündür havuzun oradaki sahne minvalindeki tümsekte son kez ''her yer taksim, her yer direniş'' diye bağırıyordu. LGBT ise ''ibneyiz ama dönmeyiz'' tezahüratını yüzüncü kez tekrarlıyordu. Seyyar satıcılar ellerinde kalan son ürünleri satmanın derdindeydi. Kürtler dışarıda halay çekiyorlardı, kendi bayraklarının önünde. Kendilerinden rahatsız olanlara inat kimseye rahatsızlık vermeden. Birçok kişi ise içkinin, ortamın, yanındaki kadının keyfini çıkarıyordu. Demokrasi insanın kendi sırtına çıkacak kişiyi belirlemesidir diyordu birisi, sırt mı başka bir şey mi kestiremiyordum artık. 19 yaşında her sistemin defosunu bulmaktan her şeyi eleştirmekten yorgun düşmüş birisine ''aga kal bu gece de burada'' diyordu arkadaşlarım. Ben ise kalktım ''yarına final var'' dedim. Kaçtım oradan, huzursuzdum. Slogan atan hatunun bile sesi kısılmıştı. İnsanlar yavaş yavaş gezi'yi de tüketmişti. Çıktım parktan ilerledim metroya doğru, akm'ye son kez baktım. Daha dün gibi çarşı'nın gelişi, meşalelerin yakılışı insanların coşkusu. Herkesin Beşiktaş diye bağırışı. Sabah ise coşku yoktu. Bir tiyatro oyunu, başrolde devlet. Sahne sadece iskeleti bırakılan akm'nin önü. Park düşmemişti ama 2-3 gün sonra Gezi Parkı, insanların gezmesinin yasaklandığı bir yerdi. Devlet, iktidar gibi kavramlar hepten uçmuştu kafamdan. Platon görse beni mezar taşına ''sikeyim böyle ülkeyi'' yazdırırdı.


Gezi'den arda kalanlara baktığımda ilk gördüğüm Ali İsmail, Berkin, Ethem ve diğerleri. Devlet kanlı yüzünü yıllarca doğu'da sergilerken biz batı'da olanlar dönüp bakmaya tenezzül etmiyorduk. Şimdi o devlet namluyu bize doğrultmuştu. Anladık, empati kurduk, hak verdik. Verdiğimiz kayıplar 1977'de 1 Mayıs'ı kutlarken katledilenlerden 26, 1991'de Mardin'deki Newroz'u kutlamak isteyip katledilen insnaların sayısından ise 23 eksikti ama yine de ciğerimizi yakmaya yetti hepsi. Bazı şeyleri elde edebilmek için fedakarlık yapmak gerekiyordu. Biliyorduk ama görmemiştik. Tanışıklığımız acı oldu. Ha unutmadan diğer bazı şeyleri elde edebilmek içinse babanızın başbakan olması yetiyor. Besin zincirinin en dibinde yer almak zorluyor her ne kadar ateş düştüğü yeri yaksa da dumanı bizi de boğuyor ama dağılacak o duman elbet. Ezilenlerin umudu iktidarı devirecek ve talih ilk kez bize de gülecek.

The Book of Basketball #5


Başlamadan: 

~

Isiah’la o gün konuştuğumda, o Pistons takımlarına düşkünlüğü neredeyse sekiz adım önümdeki apaçık ve hayat dolu meme uçları kadar fark ediliyordu. Bu beni şaşırtmadı. ‘88 Finalleri’nin 6. maçını ESPN’den Dan Patrick’le beraber izlediği zaman ben de bunun onun NBA’in Greatest Games serisine(18) ilk çıktığı zaman olduğunu hatırladım. ’88 Lakers’ı şutlarını dripling üzerinden bulan oyun kurucularla baş edemiyordu, ki ilk turda Sleepy Floyd’un 33 sayılık efsanevi tek çeyreklik oyununa(19) tanık oluşumuz bunu onaylıyordu. Eğer Sleepy gibi biri bile onlara bu denli zorluk çıkardıysa, ilk şampiyonluğuna bir maç uzaklıktaki Isiah Lord Thomas III’e karşı ne duruma düşeceklerini sadece hayal edebilirdiniz. The Forum’da üçüncü çeyrekte kan kokusu almaya başladığında saçmasapan bir dizi şut sıralayarak üst üste 14 sayı gönderdi, One on One’ın son sahnesindeki en iyi Robby Benson taklidini yapıyordu.* Hemen sonra Michael Cooper’ın ayağına bastı ve bir yığın şeklinde yere devrildi. Zavallı Isiah kalkmayı deniyordu fakat bacağı onu desteklemiyordu, zeminde kalmaya devam ediyordu. O an, bir at yarışında atın sakatlanması ve sakatlık sonrası hareketini kesmeden, ama bacağından da destek alamadan acı çekerek koşmaya devam etmesini izlemek kadar rahatsız ediciydi. Hayatında bir kez bile basketbol oynamış herkes bilek sakatlığının o ilk anki acısını bilir: Leatherface’in zincirli testeresini iki bacak aranıza doğru savurması gibi bir şeydir. Fena halde burkulmuş bir bilekle oyuna dönemezdiniz. Isiah parke dışına çıkacak kadar bile yürüyemiyordu. Bench yardıma gelmeden önce yaklaşık doksan saniye boyunca ayağa kalkamadı. Pratikte Detroit’in şampiyonluk umutlarının gözden kaybolduğunu görebiliyordunuz.

Ama Isiah sakatlığının onu raydan çıkarmasına izin vermedi. Alt dudağını sanki bir tomar tütünmüşçesine çiğneyerek acısını bastırdı. Lakers farkı kendi lehine sekize çıkardığında Isiah topallayarak oyuna geri döndü. Adrenalinle doluydu ve bileği şişmeden Detroit’in şampiyonluğunu kurtarmayı deniyordu çaresizce. Tek ayak üzerinde bir basket gönderdi. Cooper’ın üzerinden dengesiz bir panyalı basket buldu, faulü de aldı ve neredeyse ilk sıradaki taraftarların önüne doğru serildi. Uzun bir üçlük yolladı. Kulvar koşarak turnikeyle hızlı hücum bitirdi. Çeyreğin son saniyeleri geçilirken ona Finaller’in bir çeyrekte bir oyuncunun attığı en fazla skoru olan 25. sayısını verecek ve Detroit’in yeniden öne geçmesini sağlayacak, köşeden 22-footer’lık dönerek attığı şutta -kesinlikle rezil bir şut- isabet buldu. Bu artık tanrılar seviyesinde bir işti, kazan ya da kaybet. CBS reklama gitmeye hazırlanırken yukarıda yazdığım turnikenin tekrarını slow-motion halinde gösterdi: Isiah o harap olmuş bileğiyle momentumunu durduramayacak durumdaydı, potanın altındaki fotoğrafçılara çarpıyordu, ve takım arkadaşları bench’te bağırışırken bir cesaretle hızla sekip ayağa kalkıyor ve oyuna dönüyordu. Goosebump ölçeğinde bu yaklaşık 9.8 puan ederdi. Biz her zaman Willis Reed’in Lakers’a karşı yedinci maçtaki cameo’sunu** ve ’88 World Series’te Gibson’ın Eckersley’nin topunu tribüne yollayarak homerun yapmasını*** duyuyoruz. Pistons o maçı (ve o seriyi) kaybettiği için bir şekilde Isiah’ın 25 sayılık çeyreği bu karışıklıkta kayboluyor.(20) Kulağa biraz haksızca geliyor. Kimse Isiah Thomas’tan daha kahraman değildi. Geçmişe bakarsak, belki de onun en büyük sorunu buydu: belki o biraz fazla umursuyordu. Eğer bu mümkünse tabii. Aslında, bu kesinlikle mümkün. Çünkü ESPN üçüncü çeyreğin yeniden yayınını bitirdiğinde stüdyoya döndü ve Isiah Thomas ağlıyordu. Daha önce bunu hiç izlememişti. Kaldıramadı.

Takip eden süreç nefes kesici. Şunu bilin ki ben bütün programları izledim. Bütün Sports Century, bütün Beyond the Glory, bütün HBO belgeselleri, her şeyi, hepsini silip süpürdüm. Ve Cooz’un (Bob Cousy) Bill Russell’ın Sports Century belgeselini izlerken yıkılması istisnası dışında hiçbir sahne Patrick’in 6. maç hakkında sorduğu şu basit soru anı ve sonrasına yaklaşamaz: “Neden seni bu kadar çok rahatsız ediyor?”

Kelimeler havada asılı kaldı. Isiah konuşamadı. Gözlerini ovuşturdu, sonunda istemsizce bir gülücük çıktı. Anılar üst üste geliyordu, bazısı iyi, bazısı kötü. Bunaldı. Sonunda şampiyonluk kalibresinde bir takımla oynamanın nasıl hissettirdiğini tanımladı.

“Ben sadece… Ben… Ben bunu hiç izlememiştim,” Isiah geveledi, gözlerini mendille sildi. “Siz… Sizler bunu anlayamazsınız.” Patrick hiçbir şey söylemedi. Akıllıca.

Isiah kendini toplamak için bir saniye kadar bekledi, sonra devam etti: “Bu tarz bir duygusal yoğunluk, bu tarz bir his, bu şekilde oynarken, ve biliyorsunuz ki siz gerçekten bunun için oradasınız… bunun için oradasınız. Kalbinizi koyuyorsunuz, ruhunuzu koyuyorsunuz, her şeyinizi koyuyorsunuz ve…”

Yeniden tıkandı. Toparlanmak için biraz daha bekledi.

“Bu sanki, geriye dönüp bakmak, takım olarak neler atlattığımızı bilmek, insanları, arkadaşlığı ve her şeyi… sadece anlayamazsınız.”

Yeniden gülümsedi. Tuhaf bir andı. Başka bir ifadeyle, bizi küçümsüyordu. Fakat haklıydı: Patrick gibi biri, veya ben, veya sen… hiçbirimizin bunu anlama ihtimali yoktu. Tam olarak, hayır.

Isiah devam ediyordu. Şimdi Patrick’in anlamasını istiyordu.

“Bilirsin, dediğin gibi, Dennis’i görmek, Dennis’in hali, Vinnie’yi görmek, Joe’yu, Bill’i, Chuck’u ve hepsiyle neler atlattığımızı ve ne için savaştığımızı bilmek… Demek istediğim, biz Lakers değildik, biz Celtics de değildik, biz sadece, biz hiç kimseydik. Biz lig içinde yolumuzu bulmaya çalışan, saygınlık kazanmak için savaşan, ve insanların bizim iyi bir takım olduğumuzu fark etmelerini sağlamak isteyen Detroit Pistons’tık. Biz sadece, onların bizim üzerimize yapıştırdığı şey değildik."

Patrick lafa karıştı: “Show Time değildiniz, Celts değildiniz, kimsenin hakkını vermediği bir takımdınız.”

“Evet,” dedi Isiah, başıyla onayladı. Şimdi biliyordu. Nasıl ifade edeceğini biliyordu. “Ve bunu görmek, bunu hissetmek, bu duygusal yoğunluktan geçmek, yani oyuncu olarak, işte bunun için oynuyorsunuz. Sizin hissetmek istediğiniz şey tam da bu. 12 adam bu şekilde bir araya geldiği zaman bu… bu…”

Doğru kelimeleri bulmakta zorlandı. Bulamadı. Sonrasında:

“Anlayamazsınız.”

Haklıydı. Anlayamazdık. Aslında tersyüz edersek, Isiah da tam olarak anlamamıştı. 2003’te Knicks’i devraldı, o Pistons takımlarından çıkaracağı dersleri önemsemekte başarısız oldu ve beş sene sonrasında görevinden alıkonuldu.(21) “Thomas Error” dönemindeki bütün bu anlaşılamaz şeylere baktığımızda sıfır playoff galibiyeti, cinsel taciz olayı, iki kayıp lotarya pick’i, dört yıl boyunca salary’de $90 milyon üstü ödeme, taraftarların MSG’nin içinde ve dışında sürekli protestosu açıklanamayan şey Thomas’ın Detroit takımlarında işleyen şeyleri tam olarak gözden kaçırmaya olan yatkınlığıydı. Nasıl olur da bu kadar anlayışlı bir oyuncu böylesine boş bir yöneticiye dönüşür? Nasıl olur da kimya ve özveri sayesinde iki kez kazanan bir insan, Knicks’i yeniden inşa ederken bu özelliklerini ihmal eder? Bir zamanlar Detroit, Thomas’a hücumda yardım edecek prototip bir pota altı uzunu bulamıyordu. GM Jack McCloskey, Thomas’ın etrafını akıllı bir hamleyle alışılmadık alçak post tehditi olan, efektif rol oyuncuları ve hızlı şutörlerle doldurdu. McCloskey hala Celtics’e veya Lakers’a karşı üstün olamadığını fark ettiği an, yönünü değiştirdi ve kurabileceği en sağlam, en atletik ve en esnek kadroyu kurdu. ’87 Playofflar’ı boyunca Detroit dokuz kez dibe düştü ama hepsinde de herkese cevap vermeyi başardı. Kağıt üstünde, 1983-93 dönemi arasındaki süper takımların en zayıfıydı. Fakat işte basketbolun olayı da bu: maçları kağıt üzerinde oynamıyorsunuz. Detroit iki şampiyonluğa el koydu, ikisini almaya da bir şekilde çok yaklaştı.

Yine, Isiah oradaydı. McCloskey’nin o unique takımı inşa etmesini izledi. İstatistik ve paradan çok basketbol olması gerektiğini, kazanmak ve kazanmaya devam etmek için oyuncularının rakamlardan feragat edip takımın iyiliği için mücadele etmesi gerektiğin biliyordu. Öyleyse neden franchise’ının kaderini Stephon Marbury’nin, ligdeki en bencil yıldızlardan birinin eline bıraktı? Niçin iki potansiyel lotarya pick’inden Curry (ribaunt ve blok kategorilerinde sıkıntılı ve ham bir oyuncu) için vazgeçti ve hatta ona değerinden fazla ödeyerek hatasını arttırdı? Neden sanki yüksek değerli bir fantasy takımı sahibiymişçesine kadroya sürekli yüksek kontratlı oyuncular ekledi? Onu Randolph ile Curry’nin yan yana oynayabileceğine inandıran şey neydi, veya Steve Francis ve Marbury’nin, veya hatta Marbury ve Jamal Crawford’un? Niye her hamlesinde salary cap’in dallanıp budaklanmasını görmezden geldi? Hiçbir anlamı yok. Adeta McCloskey’nin tersine dönüşmüştü. Ne zaman Isiah’ı Knicks’teki son sezonunda bench’te asık suratıyla, yüzünde çelik gibi “Bu işi asla bırakmayacağım, bu paradan asla vazgeçmeyeceğim, beni kovmaları gerekiyor.” maskesiyle otururken izlesem onu Curry-Randolph tandeminin işe yarayacağına tamamen ikna olmuş bir vaziyette Wynn’in havuz başında otururken hatırlıyorum. Nasıl olur da Sır’ı öğrenmiş bir insan yine de sıçıp batırabilir?

O zamandan bu yana o soruya takığım. Yıldan yıla, NBA karar merciilerinin yüzde doksanı Sır'ı reddetti veya birbirleriyle bunun pek de kayda değer bir şey olmadığı hakkında konuştular. Taraftarlar Sır'ı her seferinde göz ardı ettiler, ki belirgin bir gerçeğe dayandırırsak bu normal, biliyorsunuz ki bu bir sır. (Bu yüzden her on basketbol hayranının dokuzunun muhtemelen Shaquille O'Neal'ın Tim Duncan'dan daha iyi bir kariyere sahip olduğunu düşündüğü bir dünyada yaşıyoruz.) Basketbol hakkında genel bir entellektüellik eksiği olduğundan dolayı kimse Sır hakkında yazı yazmadı; şu son basketbol istatistiki merkezleri "devrimi" bile daha çok oyuncuları birbirleriyle takıma yaptıkları etki üzerinden değerlendirdiler. Şubat 2009'da Michael Lewis, New York Times'a Shane Battier'nin inkar edilemez değeri hakkında Moneyball benzeri bir yazı yazdı. Bir demet farklı anekdot ve ince dökümleri sıraladı, bir takım istatistiki veriler Battier'in savunmadaki efektifliğini hatta bir bütün olarak Rockets'a katkısını açıklıyordu, fakat tam anlamıyla elle tutulur değildi. (Buna karşın Lewis istemeden de olsa Sır'ın iki doğal sonucunu ortaya çıkarmıştı: bir, takım arkadaşlarınız kesinlikle otomatik olarak güvenmeniz gereken kişiler değildir çünkü her bir oyuncunun takım arkadaşının şutunda veya ribaundunda bencilce gözü vardır; ve iki, basketbol tüm sporlar arasında bunun çokça gerçekleştiği yegane spordur.) Galibiyetler, rakibin saha içi isabet yüzdeleri, artı/eksi değerleri, henüz üretilmemiş istatistikler(22) ve resmi olmayan Herkesin Takımında Görmek İsteyeceği Rol Oyuncuları listesindeki yüksek sıralaması hariç Battier'nin etkisini ölçemezdiniz. Ve işte bu benim basketbol söz konusu olduğunda en sevdiğim şey. Beyzbol hakkında bilgi sahibi olmanız için tek bir beyzbol maçı izlemenize bile gerek yok; Chuck Noland(23) gibi bir adada sıkışıp kalmışsınızdır, sahilde rastgele 2010 Baseball Prospectus kitabına denk gelirsiniz, bütün sayfaları yalayıp yutarsınız ve sonunda hangi oyuncuların önemli olduğunun farkına varırsınız. Basketbolda? Rakamlar yardım eder, fakat sadece belli bir derecede. Yine de maçları izlemeniz gerekmektedir. Mesela Amar'e Stoudemire'a bakalım, gecede Phoenix adına 22-25 sayı atan bir oyuncu, çeyrek başına iki ribaunt çekiyor, savunmada her defasında sıçıyor, her defansif switch'te beceriksiz kalıyor, kimseyi olduğundan iyi yapmıyor, kimse için şut yaratmıyor ve Phoenix ona franchise player muamelesi gösterip o ölçüde para ödese de takımını taşımak adına bir franchise player'ın alacağı sorumlulukları almıyor. Peki Suns'ın, Spencer ile Heidi'nin fake düğün resimlerini pazarlamasından daha istekli bir şekilde onu pazarlamasıyla Amar'e, Nash ile birlikte 2009 All-Star maçında Batı ilk beşine girebilmek adına taraftarlardan oy aldı mı? Tabii ki aldı.

Taraftarlar anlamıyor. Aslında bundan daha derin bir yere gidiyor konu — kim anlayabilir emin değilim. Oyuncuları rakamlarla değerlendiriyoruz, sadece playoff gelip çattığında takımlar beraber oynuyor, savunmada kendilerini parçalıyorlar, kişisel başarıdan fedakarlık edip her seferinde şampiyon olmak için istatistikleri ellerinin tersiyle itiyorlar. 2008 Lakers'ı 1'e 3 favori olmasına karşın Boston'a kaybetti; o gün Lakers taraftarları yenilgiye aberasyon**** muamelesi yapmış, sanki asla düzeltilemeyecek bir leke olarak görmüşlerdi. "Takım çalışması yetenekten önce gelir" olayını idrak etmeye çalışırken sıkıntı yaşıyoruz. San Antonio, Jordan döneminden sonraki en başarılı takım ve kimse neden olduğunu anlamıyor. Duncan, Jordan döneminden sonraki en iyi süper yıldız ve kimse neden olduğunu anlamıyor. Fakat olay şu: Cevaplar bizde! Neden olduğunu biliyoruz! McCloskey'nin o Pistons takımlarını nasıl inşa ettiğine bakın. Gregg Popovich ve R.C. Buford'un Duncan dönemini nasıl yönlendirdiğine bakın. Red Auerbach'in Russell dönemini nasıl idare ettiğine bakın. Niçin bu kadar çok taraftarın (kendim dahil) hala '70 Knicks'ini(25) ve '77 Blazers'ını unutmadığına bakın. Ne bildiğimize dair kesin cümleler burada:

1. Potansiyel şampiyonluk takımlarını bir mükemmel oyuncu çevresinde inşa edersiniz. Onun süper-über bir yıldız olmasına ve skor üretmede ultra yetenekli olmasına gerek yok, sadece örneğin, her yeni gün kendini öldüresiye oynasın, takım arkadaşlarının rekabetçi yapılarını ortaya çıkarsın, ve onları daha iyi birer seviyeye yükseltsin yeter. Bird ve Magic lige katıldıklarından bu yana NBA şampiyonu olan en iyi oyuncular listesi şöyle gözüküyor: Kareem (genç hali), Bird, Moses, Magic, Isiah, Jordan, Hakeem, Duncan, Shaq (genç hali), Billups, Wade, Garnett. Billups istisnası(26) dışında tamamen sizin de düşündüğünüz gibi bir liste.

2. O süper yıldızınızı takım hiyerarşisinde yerini bilen, istatistikler üzerine takıntılı olmayan ve doldurabildiği kadar her türlü boşluğu doldurabilen bir veya iki elit yardımcı oyuncuyla çevrelersiniz. 1980'den bu yana en iyi şampiyonluk yardımcı oyuncularının listesi: Magic, Parish/McHale, Kareem (yaşlı hali), Worthy, Doc/Toney, DJ, Dumars, Pippen/Grant, Drexler, Pippen/Rodman, Robinson, Kobe (genç hali), Parker/Ginobili, Shaq (yaşlı hali), Pierce/Allen. Bu listedeki oyuncuların hepsiyle oynamak isterdiniz... genç Kobe'yle bile. Çoğu zaman.

3. Bu iskelette çekirdeğinizi, yerini bilen, hata yapmayan, özverili kültüre tehdit oluşturmayacak dişli rol oyuncuları/veya karakterli adamlarla (sayacak çok fazla var, Robert Horry/Derek Fisher tarzını düşünün yeter) ve takım-bireyden-önce-gelir felsefesine kendini adamış koç kadrosuyla tamamlarsınız.

4. Playofflar'da sağlıklı kalmalı ve belki bir ya da iki fırsat ele geçirmeli veya seri yakalamalısınız.(27)

İşte NBA'de böyle şampiyonluk kazanabilirsiniz. Duncan'ın Spurs'ü bu formülü bir adım öteye taşıdı ve rol oyuncuları olarak sadece yüksek karakterli kişilerin peşinden koştular ve sadece bir kez aksayan tekerlekle şampiyon oldular. (2003'te Stephen Jackson. Ki zaten o yaz baştan savuldu.) Popovich 2009'da Sports Illustrated'e felsefelerini şöyle açıklıyor: "Biz sadece işlerini yapan, sonrasında evine giden ve bu döngüden etkilenmeyen oyuncuları getiriyoruz. Anahtarlardan biri kendini beğenmeyen ve kısıtlı olmayan adamları getirmek. Onlar ya ligde oynayarak kendilerini kanıtlamak istiyorlar — ya da kanıtlayacak bir şeyleri kalmamış oyuncular oluyor. Rollerini biliyorlar ve kendi aralarında bir rütbe sistemleri var. En iyi üç oyuncumuz var ve onların etrafındaki diğer herkes bu durumdan memnun." Bu duruma bağlı olarak, Duncan'ın takımları kariyeri boyunca oynadığı maçların yüzde 70'ini kazandı. Bu kazara veya şans eseri olamaz. Peki "en iyi kimya" ya da "en özverili takım" hatta "takım arkadaşları üzerinde en somut ve istikrarlı etki yaratan grup" için süreleri nasıl ayarlarsınız? İşte bu yüzden profesyonel basketbolu kavramakta zorluk çekiyoruz. Aynı zaman içerisinde sadece beş oyuncuyla oynayabilirsiniz. Bu oyuncular sadece toplam 240 dakika oynayabilir. Nasıl hepsi bir arada, birbirlerini daha iyi göstermelerini sağlayarak ve 240 dakikalık pastadan kendilerine ayrılan dilimleri kabul ederek, birbirlerine inanarak ve güvenerek, birbirleri için şutlar yaratarak, yetenek/maaş/alpha-dog hiyerarşisini bozmadan oynayabiliyorlar... işte bu basketbol. Tıpkı aşık olmak gibi. İşe yaradığı zaman, anlarsınız. İşe yaramadığı zaman, anlarsınız. Bill Russell (ikinci baharında) ve Bill Bradley çok ünlü ve yüce takımlarda oynadılar ve bu ruhsal görevlerini herkesten daha iyi tanımlıyorlar:

Russell: "Tasarıyla ve yetenekle Celtics, uzmanlardan kurulu bir takımdı ve bu uzmanlar her alanda uzmandı. Performansımız bireysel mükemmelliğe ve hep bir arada bunu nasıl işlediğimize bağlıydı. Hiçbirimiz birbirimizin uzmanlıklarını tamamlayıcı olduğumuz gerçeğini, ki net bir gerçek, kabullenmemekte diretmedik ve hepimiz takım olarak nasıl daha efektif oluruzun çabasını anlamaya çalıştık... Celtics beraber oynayan bir takımdı çünkü hepimiz bunun başarıya giden en iyi yol olduğunu biliyorduk."

Bradley: "Bir takımın şampiyon olması sorumsuzluğun, bencilliğin ve kendine itimatın limitlerini ortaya çıkarır. Yalnız bir adam bunu başaramaz; hatta gerçek şu ki, bunun tersi doğru olabilir: yalnız bir adam bunun gerçekleşmesini önler. Kişisel başarıyı sağlayan şey grup başarısıdır, diğer türlüsü değil. Yine de bu takım, insanların bile fedakarlıkla yeteneğin birbirine karışmış haline hayret ettiği, nasıl başarıya ulaştıklarına ve kimin başı çektiğine akıl sır erdiremediği anlamsız bir model. İnsanoğluna bir bütün olarak bu kadar benzeyen bir basketbol takımı daha geniş bir skalada yeniden kurulamaz."(28)*****

Russell: "Yıldız oyuncuların istatistiklerin ötesinde taşıdığı büyük bir sorumluluk vardır — takımlarını alma ve taşıma sorumluluğu. Şampiyonluklar kazanmak için bunu yapmak zorundasınız — ve o esnada bin tane farklı yerde olmayı tercih etseniz bile bunu yapmaya hazır olmanız gerekir. Rakiplerinizin daha kötü oynamasını, takım arkadaşlarınızın ise daha iyi olmasını sağlayan şeyler söylemeli ve yapmalısınız. Ben her zaman kendimin iyi bir maç çıkardığını takım arkadaşlarımı ne kadar yükseğe taşıdığımla ölçtüğümü düşündüm."

Bradley: "Ben her zaman basketbolu, belli bir seviyede bencil olmayan takım oyunu oynandığında, nihai bir dayanışma ile metaforlaştırdım. Bu, başarının şampiyonluklarla sembolize olduğu, topluluğun galip gelmesinin kişisel dürtülerin üzerinde olması gerektiğinin adeta dikte edildiği bir spor. Fevkalade bir oyuncu bile beş yıldızlık değerlendirmede bir yıldızdır. Maç başına sayı, asist, ribaunt gibi istatistikler asla başarılı bir profesyonel takımın kayda değer etkileşimini açıklamaya yetmez."******

(18) Bu program 90'ların ortasında ESPN 2'de yayımlandı: Patrick klasik maçları o maçın kahramanlarından biriyle izliyordu. Programın en büyük sorunu yalnızca 30 dakika olmasıydı. Inside the Actors Studio'nun on dakikalık versiyonu gibi hissettiriyordu.
(19) Bir diğer zayıf noktaları: Kareem '84 sezonunun bir bölümünde ribaunt almayı bıraktı. Artı, o gözlükleri, tıraşlı kafası ve çetemsi suratıyla iyi niyetli bir uzaylıyı andırmaya başlamıştı. Bütün '88 ve '89 sezonu Lakers maçları Kareem'in bir UFO'dan parkeye tırmanmasıyla başlamalıydı. Tabii konumazla bir alakası yok.
(20) O altıncı maç yenilgisi tüm zamanlar sıralamasında en brütal olanıdır. Isiah maçın sonunda zarzor yürüyor olsa da Detroit 60 saniye kala üç sayıyla öndeydi. Mola sonrası L.A.'den Byron Scott trafikte basketi çıkardı (102-101, 52 saniye kaldı). Isiah şut süresini sonuna kadar kullandı ve tek ayak üzerinden şutunu kaçırdı (27 saniye kaldı, mola L.A.). Kareem'i şüpheli bir düdük kurtardı (Sky Hook'ta Laimbeer ile toslaştılar), ve sonra iki adet clutch serbest atış gönderdi. Moladan dönüştü Dumars kötü bir şekilde son hücumu harcadı ve maç bitti. Eğer sağlıklı olsaydı Isiah o son dakikayı domine ederdi. Buna inanıyorum. Fakat bu basketbol — iyi ve sağlıklı olmalısınız.
(21) '85 Playofflar'ında Boston tarafından mumyalandıktan sonra McCloskey sadece üç korucuya (Isiah, Vinnie, Laimbeer) sahip olduğunu farketti. Diğer hiçkimse Boston'la uğraşmak için yeterli atletiklik ve sağlamlık karışımını içermiyordu. 17. sıradan Dumars'ı seçti, Dantley için Kelly Tripucka ve Kent Benson'ı takasladı ve Dan Rountfield'i Mahorn'a (Laimbeer'i koruyabilecek fiziksel bir forvet) dönüştürdü. '86 Draft'ında 11. sıradan Salley'i, 32. sıradan Rodman'ı seçti ve Detroit'in bench'ten gelen oyuncularla Bird'ü yıpratmasını umdu. Aynı yaz, Phoenix'ten yedek pivot James Edwards'ı çaldı. Bu bir GM'nin sunduğu en yaratıcı 12 aylık süreçti. McCloskey, Isiah'ın etrafına geleceğin şampiyon takımını üstelik herhangi top-10 draft seçimi olmadan ve gerçekten önemli bir takas gerçekleştirmeden kurmayı başardı.
(22) Bu istatistiği sadece onun için üretiyoruz: esas durumlar. Sadece Battier gibi biri istatistikleri aşabilir. Hep şunun büyüleyici olduğunu düşündüm; Lewis o iltifat yazısını yayımladığı gün (a) John Hollinger'ın "PER" istatistikleri ESPN.com'da yayınlandı ve Battier en iyi 52. kısa forvet, 322 oyuncu arasında da 272. sıradaydı, ve (b) Houston, Battier'i elden çıkarmaya çalışıyordu.
(23) Cast Away 2000'li yılların yeniden izlenebilir kablo filmleri içerisinde Anchorman, Almost Famous ve The Departed'la birlikte benim Mount Rushmore'umda yer alır. Aslında bir gerilim filmi olarak Cast Away 2'yi de çekmeleri gerekiyordu. Chuck Noland aklını kaybediyor ve plajda voleybol oynayan fahişelerle seks yaptıktan sonra aniden onları öldürmeye başlıyor, sonra polisten kaçıp sokakta yaşıyor ve kurtulmak için ilk filmdeki yeteneklerini kullanıyor. First Blood ile Silence of the Lambs kombinasyonu gibi bir şey oldu. Bunu sinemalarda izlemek için para verirdiniz, yalan söylemeyin.
(24) 2025'ten sonra herkese: Spencer ve Heidi bu kitap yayınlandıktan kısa bir süre sonra ortadan kaybolan bir reality show'du. Şeytan "ben bile size katlanamıyorum" dedi ve onları cehennemin bağırsaklarına sürükledi.
(25) Editörüm (şimdiden sonra Huysuz Yaşlı Editör olarak bilinecek) ekliyor, "Clyde ile birlikte MSG spesiyalini izliyordum ve bana '70 Finallerinin MVP ödülünü Willis'in kazanmasına ne kadar sinirlendiğinden bahsetti. Çünkü Clyde Frazier ödülü kendisinin hak ettiğini düşünüyordu, ki eğer rakamlara bakacak olursanız bu kesinlikle doğruydu. Fakat sonra durdu ve eğer Willis onu yüreklendirmeseydi 7. maçta yaptıklarını asla yapamayacağını farkettiğini düşündüğünü söyledi. Sır, yine."
(26) Billups, kuralların üçlük isabeti yüksek ve limitli sayıda pozisyonla hücum eden elit savunma takımlarının lehine doğru değiştiği o inişli çıkışlı 2004 sezonunun Pistons takımının başını çekiyordu. Artı, Shaq/Kobe dönemi artık tamamen içe doğru patlamıştı, ki takımın yarısı "Ben artık o orospu çocuğuyla konuşmuyorum" kavgalarına bulaşmıştı... ve yine de Karl Malone irili ufaklı sakatlıkları ve acıları yaşamasaydı şampiyonluğa ulaşabilirlerdi.
(27) 2004 ve 2007 arası boyunca Suns'ı tutan bütün taraftarlar şu an bu kitabı başlarına vurdular. 
(28) Herhangi bir askeri birlik veya üniversite ilk senesinde yurtta yaşayan öğrenciler için aynı cümle geliyor: İnsanoğluna bir bütün olarak bu kadar benzeyen bir şey daha geniş bir skalada yeniden kurulamaz.


~


**Cameo dedim çünkü şöyle bir şey var. Cameo dediğimiz de yönetmenin kendi filminde anlık görünmesi denebilir. Yani Reed'in yedinci maçtaki anlık görünmesi yetiyor diyebiliriz.

***O tarihi anı izleyelim: Tık.

****Burada da aberasyon diye bıraktım çeviriyi. Sapınç da diyebiliriz. Detay için tık.

*****Cümle biraz saçma oldu. İngilizcesi şuydu: "The human closeness of a basketball team cannot be restructed on a larger scale." Daha iyi çevirebilen varsa yoruma bıraksın benim içime sinmedi çünkü eheh.

******Bir hafta içinde bu kısmın ikinci part'ı da gelecek ve sonrasında diğer arkadaşlarımız yeni bölümleri çevirecek. Lappappa'yı takipte kalın :(

Çevir-1: Allen Iverson Kolluğunun Tarihi

Selamın aleyküm ağalar. Birkaç ay oldu, belki hatırlarsınız Bill Simmons'ın dopingle alakalı bir yazısını çevirip buradan yayınlamıştık. Teğmen Bey'le düşündük ve dedik ki neden bu işi seriye bağlamıyoruz? Radarı Bill Simmons'tan daha geniş tutmaya karar verdik ve beğendiğimiz İngilizce spor (kültürü) yazılarını yavaş yavaş bloga kazandırmaya, halkla buluşturmaya karar verdik (vay vay vay).  Demem o ki, okumak istiyorum ama dili beni kasabilir ya da ben okudum, keşke herkes okuyabilse dediğiniz ilginç spor yazıları varsa şu adrese iletmekten çekinmeyin: acsedef@gmail.com. İlk yazı biraz çerezlik oldu ama ilk seferin günahı olmaz. İnşallah devamı daha da doyurucu olacak. Keyifli okumalar.



Basketbol aksesuarları tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Allen Iverson, 21 Ocak günü parkeye sağ kolunda uzun, beyaz külotlu çoraba benzeyen bir şeyle çıktı. Iverson'ın şut attığı kolunun dirseği iltihaplanmıştı, bir süredir gittikçe şişiyordu ve Philadelphia 76ers'ın o zamanki kondisyoneri Lenny Curier, eninde sonunda ameliyat gerektirecek soruna geçici bir çözüm olarak şunu buldu: Sargı bezinden uzun bir şerit kesti ve Iverson'a ağrıyan kolunu bununla mumyalamasını önerdi. Iverson kabul etti. O gece 51 sayı attı, sezonun kalanında 35 sayı ortalamayla oynadı ve 76ers'ı NBA Finalleri'ne taşıdı. Kariyeri boyunca o "külotlu çorabı" takmaya devam etti.

Tıbbi gereklilik kısa sürede modaya dönüştü. Currier  "Sargıyı Allen o günlerde daha az ağrı hissetsin diye kullandık ama bildiğiniz gibi, oyuncular Allen'ın taktığını görünce hemen onu taklit ettiler" diyor. Iverson, birkaç ay sonra yeniden tasarlanmış sargı beziyle ilk maçına çıktı. Under Armour adlı yeni bir spor giyim şirketi Currier'yle iletişime geçmiş ve Iverson kendisi için özel yapılmış naylon kumaş kollukları denemek isteyebilir mi diye sormuştu. "Onların tasarımı daha uzundu ve kırmızı, mavi, siyah ve beyaz renklerde farklı çeşitler vardı. O akşam hangi formayı giyeceksek uyumlu olsun diye... Yaşlı bir kadına elde diktirmişler. Allen gönderdikleri ürünleri öyle beğendi ki kadına imzalı bir formasını gönderdi."

Slam ve ESPN'de çalışmış basketbol yazarı Scoop Jackson, Iverson'ın iltihap sorununu rahatlatmak için pek çok yöntem denediğini ama bu sargı bezinden başka çaresinin kalmadığını söylüyor: "Allen müthiş bir skorerdi ama harika bir şutör sayılmazdı. Şutunda hata yapma lüksü yoktu, dolayısıyla atış mekaniğini etkilemeyecek kadar hafif bir şey gerekliydi."

Bu gece Brooklyn Nets ve Miami Heat arasında oynanacak ikinci tur play-off maçında 10 ilk beş oyuncusunun yarısı büyük olasılıkla kolluk giyerek parkeye çıkacak.(NBA modası, özellikle play-off'lar sırasında oldukça değişkendir ve batıl inançlara dayanır. Geçen yılki finallerin altıncı maçında Lebron'un kafasındaki bandı çıkarıp başka bir oyuncuya dönüşmesi bunun örneği.) Bu oyunculardan hiçbiri bu sezon dirsek sorunları yüzünden bir maç kaçırmadı: Aksesuarın şu anki ligdeki popülerliği sorulduğunda Jackson'ın tepkisi "Ne yani, herkeste iltihap sorunu mu çıkmaya başladı" oldu. Currier'in süperyıldızının ağrılarını geçirmek için sargı bezinden uzun bir şerit kesmesinden 13 yıl sonra, Iverson'ın "şutör kolluğu" herkesin kullandığı bir aksesuar haline geldi. Artık Villanova'nın lacrosse takımıyla çalışan Currier konu hakkında oldukça mütevazı davranıyor: "Ben sadece sakat bir oyuncuya yardımcı olmaya çalışıyordum" diyor. Sonra da yarım ağızla itiraf ediyor: "Keşke patentini almayı da düşünseydim."

Orijinali: newyorker.com

Çevir-2: 2002 Batı Finali'nin Sözlü Tarihi, Kings'in Bütün Adamları. Üç vakte kadar... 

Ar


Selamın aleyküm. Yeni Portekiz formasını yan çevirip deseni ortaladığımız zaman, yeni İspanya formasına ulaşıyoruz. Bu ibneler bizimle oyun mu oynuyor ya ortaklaşa, anlamıyorum.