Dimitri

(Konuk yazarımız var yine. Bloga girenlerin çoğunun tanıdığı Rafet Bey. "Ayrıksı" bir yazı. Ama aynı zamanda çok tanıdık gelebilir. Bilindik kalıplarla ele alınmış bir gelecek tasarımı. Avusturya'nın sıradışı 2018 Dünya Kupası hikayesi.)


BÖYLE BİR ELENMEK GÖRÜLMEMİŞTİR
20 yıl aradan sonra Dünya Kupası vizesi alıp, çeyrek finale kadar ilerlemeyi başaran Avusturya öyle bir golle evine dönmüştü ki ülkenin girdiği buhrandan çıkması aylar aldı. 

“Her şey yolunda gidiyordu aslında. Maç boyunca ceza sahamıza doğru dürüst girememişlerdi bile. Son düdük yaklaşırken hepimiz bir sonraki rakibimizi merak ediyorduk. Ama bir anda olanlar oldu ve pat diye Bizim yerimize İtalyanlar yarı finale çıktı!” Bu sözler Ali Sunak'a ait. Yirmi yıl önce Güney Kore'de oynanan Dünya Kupası'nda o da Avusturya forması giyen oyunculardan biriydi. Savunmanın sağında oynuyordu ve turnuvadan sonra Avrupa'nın büyük takımlarından birine transfer olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Şimdiyse yüzünde o akşamdan miras kaldığı çok belli olan derin çizgilerle karşımda oturuyor. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra “Bir hata yapmadık. Turnuvanın en eğlenceli futbolunu oynuyorduk” diye devam ediyor. “Nasıl olduğuna bugün bile anlam veremiyorum.”

Aslına bakarsanız Sunak'ınkine benzer bir anlamsızlıktan maçın İngiliz spikerleri de düşmüşlerdi. Clive Tyldesley yayına girerken arkadaşı Andy Townsend'e “İtalyanları bilirsin Andy. Her turnuvadan önce onların sıradan bir takım olduğunu söyleriz. Ama sonunda bir bakarız ki şampiyon olmuşlar!” Townsend bu yorumu gülerek karşılamış, İtalyanlar için tek önemli şeyin topun bir şekilde çizgiyi geçmesi olduğunu söyledikten sonra sözü yeniden arkadaşına bırakmıştı. Townsend, Avusturyalıları sessizliğe gömen o gol geldiğindeyse maç öncesindeki sakin tavrını kaybetmiş ve ağlamaklı bir sesle “İnanılmaz Clive, inanılmaz” diyebilmişti.

“Öyle bir bedel ödememiz gerekiyordu demek ki” diyor Sunak. “Neticede çok gülerseniz günün birinde ağlarsınız.” O gün, tüm Avusturya'nın ağladığına kimsenin şüphesi yok. Dünyanın en büyük futbol sahnesine takımlarının çıkması bile başarıyken son dörde kalma fikrine o kadar kapılmışlardı ki yedikleri o tokadın acısını bütün bir ulus suratında hissetmişti. Öylesine büyük bir masal anlatılıyordu ki onlara gerçeklere dönmeyi bir türlü başaramadılar. O yılın son çeyreğinde tüm Avusturya genelinde üretim sektöründe yüzde 25'e varan bir düşüş yaşandı. O son pozisyonda hata yapan Maximilian Priegl'ın adı o yıldan sonra doğan hiçbir erkek çocuğuna koyulmadı. Bu masalın başlatıcısı, anlatıcısı, ve aynı zamanda baş kahramanı olan Terho Hietikko ise futboldan elini eteğini çekip kendini edebiyata verdi.



Erasmus'la gelen devrimci
Hietikko, 90'ların sonunda meşhur öğrenci değişim programı Erasmus'la Salzburg'a geldi. Edebiyat okuyordu ve o dönemki arkadaşlarının anlattığına göre geldiği ilk andan itibaren Avusturya'da kalmayı kafasına koymuştu. Ailesi de Hietikko'nun attığı kartlarda Avusturya'da ne kadar mutlu olduğunu ısrarla yazdığını söylüyor.

Hietikko, öğrenimini bitirmek için ülkesi Finlandiya'ya döndüğünde Turku'daki son yılını büyük bir sabırsızlıkla geçirmişti. Mezun olur olmaz da soluğu yine Avusturya'da almıştı. Bu seferki durağı başkent Viyana'ydı. Birkaç ay ailesinin gönderdiği parayla ve Finlandiya'da bir dergiye yazdığı futbol yazılarının telifleriyle geçindikten sonra bir ilkokulda İngilizce öğretmeni olarak iş buldu. Hayatı da o işi bulduktan sonra değişmeye başladı.

O dönemki iş arkadaşlarından beden eğitimi öğretmeni Wagner Schopp, Hietikko'nun futbolla yakından ilgilendiğini fark etti. Ders aralarında futbol üzerine yaptıkları uzun sohbetlerin birinde Hietikko'ya mesaiden sonra çalıştırdığı amatör takımın antrenmanını izlemeye çağırdı. Hietikko bu teklifi memnuniyetle kabul etti.

Schopp, onun sahanın kenarına geldiği gün yaşadığı mutluluğu kelimelerle tarif etmekte zorlandığını söylüyor. Abartılı el hareketleriyle “Onun bambaşka bir görüşü vardı. Verdiğimiz ilk arada yaptığı önerilerden bunu anlamıştım. Antrenmanın son bölümündeki çift kale maçta yedek takıma onun taktik vermesini söyledim. Yedekler o gün hepimizi şaşkına çeviren bir futbol oynadılar ve as takımı 4-1 yendiler.” Schopp, öğretmenlikten emekli olsa da amatör takımlarda teknik direktörlük yapmayı sürdürüyor. Arkadaşının başarısını kıskanıp kıskanmadığını sorduğumda gülümseyerek “Bilmiyorum. Onunki büyük bir başarıydı ama sonunda çok garip şeyler yaşamasına neden oldu” diyor ve işaret parmağının kafasının hemen yanında çevirerek “Anlarsın ya?” diye ekliyor.

Hietikko'nun o günkü başarısının ardından Schopp, ona bir antrenörlük kursuna katılmak isteyip istemeyeceğini sorduğunda ülke futbol tarihini değiştireceğinden haberi yoktu elbette. Hietikko, onun bu teklifini de memnuniyetle kabul edip, okuldaki mesaisinin ardından antrenörlük kursuna gitmeye başladı. Avusturya Futbol Federasyonu'nun (ÖFB) düzenlediği bu kursta da dikkatleri üzerine çekmekte gecikmedi. Kursu birincilikle bitirirken, ÖFB'nin İskoçya'da UEFA'nın verdiği eğitime göndermeyi kararlaştırdığı kişi oydu. Ancak ortada bir sorun vardı. UEFA, ülke federasyonlarından kendi vatandaşlarını eğitime göndermelerini istiyordu. Hietikko ise Finlandiya vatandaşıydı ve aynı eğitim dönemi içerisinde iki Fin'in eğitim görmesi imkansızdı.

Bu sorunu nasıl çözdüklerini Schopp'a sorduğumda yine gülmeye başlıyor. Kahkahalarının sonunda sesi hırıltılı bir şekilde çıkıyor. “Hiç zor olmadı. Zaten Terho'nun Avusturyalı bir sevgilisi vardı. Aynı evde yaşıyorlardı ve tüm bu kurs dalgası evlenmeleri için muhteşem bir bahane olmuştu.”
Hietikko, sevgilisi matematik öğretmeni Anna ile evlenir evlenmez Avusturya vatandaşı oldu. Kısa bir süre sonra da İskoçya'nın yolunu tuttu. Onun Glasgow'a uçtuğu gün Avusturya, Türkiye ile 2002 Dünya Kupası'na katılma mücadelesi veriyordu. Avusturya o maçı 5-0 kaybetti ve ülke futbolu büyük bir krize girdi. Türkiye ise yakaladığı altın jenerasyon sonrasında Güney Kore'de üçüncülük madalyasını takmayı başardı. Yani Hietikko ve öğrencilerinin 16 yıl sonra o büyük felaketi yaşayacakları yerde...

'Altın çocuk' olarak dönüyor
Hietikko, 24 ay süren eğitimi boyunca Avrupa futbolunun en büyük teknik adamlarından dersler aldı. Futbol yahut spor akademisi kökenli olmadığı için başlarda küçümsense de kısa sürede eğitmenleri etkilemeyi başardı. Eğitimi ÖFB'nin kursunda olduğu gibi birincilikle tamamladı. Sertifikasını veren Sir Alex Ferguson, elini sıktıktan sonra büyük bir sevinçle ona “Günün birinde mutlaka karşıma çıkacaksın evlat” diyordu.

Ferguson'la el sıkışırken çekilmiş fotoğrafı Avusturya gazetelerinin spor sayfalarında yer alan çeyrek sayfalık haberlerde kullanıldı. Haberlerin hemen hepsi benzer bir dille yazılmıştı. Hietikko'nun ülke futbola yapacağı katkılardan bahsediyor ve yeni göreve gelmiş ÖFB başkanı Hans Rainer Schulze'nin ona dair umutlarını içeren sözlerini alıntılıyorlardı. “Geride bıraktığımız bir altın jenerasyon olabilir” diyordu Schulze. “Ama Herr Hietikko'nun yeni bir altın jenerasyonun yaratıcılarından olacağına tüm kalbimle inanıyorum.”

Schulze'nin bu inancının karşılığı olarak Hietikko, döner dönmez ÖFB bünyesinde işe alındı. 17 yaş altı milli takımının yardımcı antrenörü olarak saha kenarına indi. Ali Sunak, David Modibo ve Anthony Weiner gibi oyuncuların futbol sahnesindeki ilk adımlarında o vardı. Avusturya, tarihinde ilk defa 17 yaş altında Avrupa şampiyonu olurken de kulübedeydi. Schulze'nin tahminleri doğruydu. İskoçya'dan 'altın çocuk' olarak dönen Hietikko, yeni bir altın jenerasyonu usta bir kuyumcunun titizliğiyle yaratıyordu.

Zaferle sonuçlanan turnuvanın ardından 21 yaş altı milli takımında teknik direktörlüğe getirildi. Tabii 17 yaş altı kadrosunda fırtına gibi esen oyuncular da onunla birlikte terfi etmişlerdi. Hareketli bir hücum hattına ve güçlü bir savunmaya sahip takımıyla rakiplerini baskı altına almakta zorlanmıyordu. Hietikko, bağıra bağıra Avrupa futbol sahnesine çıkmaya ve Avusturya futbolunda devrim yapmaya hazırlanıyordu.

Gelgitler
Elbette onun bu başarılı futbolu kulüp yöneticilerinin dikkatlerinden kaçmamıştı. Bir içecek firmasının sponsor olduğu ve büyük yatırım yaptığı Salzburg takımının ona yaptığı teklif Hietikko'nun tüm dengesini alt üst etmişti. Kariyeri açısından kaçırılamayacak bir fırsat eline geçmişti. Üstelik onu Avusturya'ya bağlayan şehre gidecekti. Fakat karısının Viyana'dan ayrılmak istememesi sorun yarattı. Anna'yı üzemeyecek kadar çok seviyordu. Bu yüzden tek başına Salzburg'a gitmeyi önermedi bile. Teklifi kibarca reddetti ve ÖFB'yle yaptığı sözleşmesini uzatmaya karar verdi.
Ne var ki Hietikko'nun 21 yaş altı takımı için yaptığı planlar pek de yolunda gitmiyordu. Dikkat çeken tüm oyuncuları yaşları 21'in altında olmasına rağmen A milli takıma çağrılıyor ama kulübeye mahkum ediliyorlardı. Hietikko her kadro açıklanmasının ardından deliye dönüyor, Schulze'ye dert yanıyordu. Schulze ise elinden bir şey gelmediğini, konuyu A takım hocasıyla görüşmesi gerektiğini söylüyordu.

Hietikko, A takımın yaşlı hocası Michael Brücke'yle görüşmek için çok uğraştı. Ama aksi adam ona bir türlü randevu vermedi. Kamplar esnasında yakalayıp, derdini ayaküstü anlatmaya çalıştığındaysa genç teknik adamı tersledi.

Bu durumun Hietikko'yu iyice hırslandırdığını söylüyor Schopp. Onunla on günde bir yaptıkları buluşmalarda sürekli Brücke'den yakınıyor, ülke futbolunu bu gibi adamlara emanet etmenin büyük
bir saçmalık olduğunu söylüyor ve A milli takımın başına geçmeden ÖFB'den ayrılmacağına yemin ediyormuş. Nitekim Hietikko, sinir bozukluğu ve reddedilen kulüp teklifleriyle geçen yılların ardından amacına ulaştı. 2015 Eylül'ünde Brücke'nin geçirdiği kalp krizinin ardından aldığı emeklilik kararı onun önünü açtı.



“Çıldırmış bu adam!”
Hietikko'nun basına tanıtıldığı törende yanınca elbette Schulze vardı ve ilk konuşmayı da o yaptı. Büyük bölümü Hietikko'nun kariyerine başlamasına yaptığı katkıları anlatmakla geçen konuşmasının sonunda Schulze, “Umarım önümüzdeki 10 yıl içinde bir turnuvaya katılma hakkı elde ederiz” dedi. Bunun üzerine birden lafa dalan Hietikko, Schulze'nin ve bir salon dolusu gazetecinin şaşkın bakışlarıyla karşılanan “Sayın başkana katılmıyorum. Önümüzdeki turnuvaya katılamazsak da istifa ederim” ifadesini kullandı.

A takım seviyesinde hiçbir tecrübesi bulunmayan genç teknik adamın, böylesine bir çıkış yapması elbette şaşırtıcıydı. Ancak aynı tonu koruyarak konuşmasını sürdürdü. “Bu takımın potansiyelini yansıtamadığı yıllar geride kaldı. Yeni bir geleceği, yeni oyuncularla inşa etmek için önümüzde çok önemli bir fırsat var. Eleme grubundaki tüm rakiplerimizi yenecek güçteyiz. Sizlerle maçlar tamamlandığında yine bu salonda buluşacağım. O zaman yüzünüzde daha şaşkın ifadeler göreceğim. Çünkü Dünya Kupası bileti almış olacağız!”

Hietikko'nun her şeyi kaybetmeye (kazanacağını kimse beklemiyordu haliyle) hazır görüntüsü ülke basınında geniş ve tekdüze bir yankı buldu. Ülkenin 20 yıl önce katıldığı Dünya Kupası'ndaki teknik direktörü Hilbert Krohnberg, çok satan bir gazetedeki köşe yazısında “Çıldırmış bu adam! Kendisiyle birlikte altın jenerasyonu oluşturmaya aday genç yeteneklerimizi de maceraya sürükleyecek. Gerçekçilikten bu kadar uzak, romantik fikirlerle futbola yön vermeye çalışan birine milli takımı emanet etmek de en az onunki kadar çılgınlık” diye yazıyordu.

Masal başlıyor...
Hietikko'nun görüşleri gerçekten de çılgıncaydı! Grupta geçilmesi imkansız görülen İngiltere'nin yanı sıra çok yetenekli bir kuşağın olgunlaşma dönemini yaşadığı Belçika, yeniden yapılanan ve tecrübeyle gençliği harmanlamayı başarmış görünen Rusya vardı. Bu üç takım da 2016 Avrupa Şampiyonası'nda oynayacaklardı. Grupta Avusturya'yla denk olarak görülen tek takım Bulgaristan'dı. Takımın Bulgaristan ile gruba son torbadan katılan San Marino'yu geçip 4. olmasının oyuncuların deneyimsizliği düşünüldüğünde başarı olacak inancı hakimdi.

Viyana'da 2016 Eylül'ünde oynanan ilk maçta rakip üç ay önce Avrupa şampiyonu olmuş Belçika'ydı. Hietikko ise kendinden emin bir şekilde konuşmayı sürdürüyordu. “Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Onlar bütün yazı sırlarını açık ederek geçirdiler. Bizim ne yapacağımıza dair hiçbir fikirleri yok. Onları tuzağa düşürmek için uğraşacağız” diyordu ve dediğini sahaya yansıtmayı başardı. Maça muhteşem bir presle başlayan Avusturya, rakibinin topla oynamasına bir an bile müsaade etmiyordu. Hücum hattının ucunda oynayan Weiner'in başlattığı pres sayesinde Belçikalı oyuncular şaşkına dönmüşlerdi. Weiner'in kanatlarda oynayan Rukanovic ve Klein ile sürekli yer değiştirmesi de rakibin savunma hattını nasıl kuracağına bir türlü karar verememesini sağladı. İlk yarının sonlarına doğru kazanılan korner de Avusturya'ya maçın başından bu yana çöldeki Mecnun'un tutkusuyla aradığı golü getirdi. Modibo'nun kornerden arka direğe yaptığı ortada Rukanovic, kafayla ağları havalandırdı ve bütün Ernst Happel Stadyumu ayağa kalktı. Bu golle soyunma odasına 1-0 önde gidilirken Hietikko, gururla ve hayranlıkla tribünlerin sevincini seyrediyordu.

İkinci yarıda herkes Avusturya'nın yorulacağını düşünürken tam tersi oldu. Topu alabilmek için sinirlenen Belçikalı futbolcular tüm disiplinlerini kaybettiler. Topu aldıkları ender anlarda da kahraman olmak adına şahsi oynayıp, Priegl ile Dragutinovic'in oluşturduğu tandemin arasında kayboldular. Avusturya hücumcuları ise hareketli oynamayı ve savunmanın başını döndürmeyi sürdürüyorlardı. Farkı ikiye çıkaran golü Weiner sol çaprazdan çektiği sert şutla attı. On dakika sonra da sağ kanattan ceza alanına girip yerde kalmasıyla kazandırdığı penaltıyı Modibo gole çevirdi. Golden sonra korner direğinin etrafında kümelenen oyuncuların arasına Hietikko da katılmıştı. 3-0'lık zafer onun masalının başlangıcıydı!

Ertesi gün gazeteler kümelenmiş oyuncuların hemen yanında yumruklarını sıkıp zıplayan takım elbiseli Hietikko'nun fotoğrafını bastılar. Krohnberg'in yazdığı gazete, fotoğraftan oklar çıkarmış ve göçmen oyuncuların milliyetlerini yazmıştı. Fotoğrafın altındaysa “Finli bir teknik adam, Ganalı, Türk ve Sırp kökenli oyuncularıyla Avusturya'ya zafer kazandırıyor. Bunun altında yatan tek şey tutku!” diyordu. Krohnberg bile Hietikko'nun yaptıklarından etkilenmiş görünüyordu. Yine de ilk yarıyı şansın yardımıyla önde bitirmeseler, işlerinin çok zor olacağını söylüyordu. Ama çok büyük bir yanılgı içinde olduğunun farkında değildi...

Wembley!
Hietikko'nun takımı Belçika'nın ardından San Marino, Rusya ve Bulgaristan'ı da zorlanmadan mağlup edince bir anda grupta liderlik koltuğuna oturmuştu. Wembley'de kendileriyle aynı puandaki İngiltere'yle oynayacakları maç öncesindeyse beklentiler bir hayli yükselmişti. Ancak bu beklentilerin İngilizlere yansıdığı pek söylenemezdi. Wembley'deki maç öncesinde düzenlenen basın toplantısında bunu açıkça hissettirmişlerdi.

“Defansif oynamanız gerektiğini düşünüyor musunuz?” diye sormuştu bir gazeteci. Hietikko bu soruyu “Grubun en çok gol atan ve en az gol yiyen takımı biziz. Niye öyle bir saçmalık yapalım ki?” diyerek cevaplamıştı. Bir başkası “Bu maçı kaybederseniz ne yapacaksınız?” diye sorunca Hietikko önce gülmüş, ardından gayet sakin bir şekilde “Uçağa binip Viyana'ya döneceğiz” demişti. Onu kızdırmaya çalıştıkları çok açıktı ancak tuzaklarına düşmemişti. Ne var ki sahada işler istediği gibi gitmeyecek, İngiltere 5-0'lık görkemli bir galibiyetle grup liderliğine kurulacaktı.
Maçtan sonra soruları cevaplamayacağını ve çok kısa bir açıklama yapacağını söyledi. Sinirliydi ancak kendinden emin havasını da koruyordu. “Biz bu gruptan çıkacağız. İstediğinizi söyleyin ama ben gerçeklerle konuşuyorum. Üç puan aldığınız için de tebrik ederim ama Viyana'dan eli boş döneceksiniz” diyerek sözlerini bitirdi.

Bir ay sonra İngilizler Viyana'ya üç puanlık farkla grup lideri olarak geldiler. Avusturya'yı ve saplantılı teknik adamlarını üzeceklerine şaşmaz bir şekilde inanıyorlardı. Ancak Hietikko, hamleleriyle onları şaşırtmayı başardı. Savunmayı üçlü kurup, 5'li orta sahanın sağına Ali Sunak'ı, soluna Modibo'yu yerleştirdi. Bu sayede dengeli bir şekilde hücum etmeyi ve orta sahada hakimiyeti sağlamayı başardı. İlk yarı sonunda tabelada 'Österreich 2-0 England' yazıyordu. Hietikko, oyuncularıyla birlikte soyunma odasına gitmedi. Kulübenin önünde dikildi, 52 bin taraftarın hep bir ağızdan “Ter-ho! Ter-ho! Ter-ho!” diye bağırmasını huşu içinde dinledi.
3-0 sonuçlanan maçın ardından hiçbir İngiliz gazeteci Hietikko'ya soru sormaya cesaret edemedi.



Birinci mevkide Dünya Kupası'na
Takip eden Rusya ve Bulgaristan maçlarını da kazanan Avusturya, Güney Kore'ye gitmeye hak kazanmıştı. Son maçta Belçika'yla karşılaşacaklardı. Rakiplerinin gruptan çıkma şansı kalmamıştı ancak ilk maçın intikamını almak için sahaya çıkacaklarını Hietikko çok iyi biliyordu. Ayrıca grup liderliğini de almak ve İngilizlere bir kazık daha atmak amacındaydı. Bunun için beraberlik yeterli olacaktı. Nitekim Hietikko da istediğini almak için oynayan bir takımla sahaya çıktı. Maç boyunca topla oynayıp, rakibi çok iyi karşıladılar. Maç golsüz eşitlikle bitti ve Avusturya'nın Dünya Kupası hayalleri gerçeğe dönüştü. Bu maç başından beri ona inanmayan Krohnberg'i bile yumuşatmıştı. Çok değil, bir buçuk yıl önce çılgınlıkla suçladığı adama “Ne istediğini ve onu almasını çok iyi biliyor. Taktiksel açıdan çok esnek bir takım yarattı. Bu adam bir dâhi!” diyordu.

Hietikko, Viyana'ya döndüklerinde yapılan kutlamalara katılmadı. Schulze'nin resmi tebrik yemeğinin ardından karısı Anna'yla Napoli'ye gitti. Salzburg'daki Erasmus günlerinden arkadaşı olan Giovanni'nin evinde tatil yaptılar. Giovanni o günleri “Kafasını boşaltmak istiyordu. Kendi bile ne kadar değiştiğinin farkında değildi. En ufak hatasında kendini azarlıyordu. Kusursuz olmaya çalışıyordu” diye anlatıyor. Üstelik Napoli'deki günlerinde de çalışmaktan geri kalmamıştı. Haftanın en az iki gününü maç izlemeye ayırıyor, Anna'yı civardaki köylere yahut tarihi yerlere götürme işini Giovanni'ye bırakıyordu.

Bir buçuk ay süren tatilin ardından turnuva hazırlıklarına girişti. Belirlediği 30 kişilik kadroyu ligler biter bitmez kampa çağırdı. Salzburg yakınlarındaki bir dağ kasabasında geçen bir haftalık sürecin ardından da hazırlık maçları için Güney Kore'ye uçtular.
Gruplarında İspanya, Macaristan ve Şili vardı. Herkes onlardan çekiniyordu. Eski günlerinin uzağında ve geçiş döneminde olan İspanya'yla grubun son maçında karşılaşacak olmaları büyük bir fikstür şansıydı. Hietikko, rahat bir havayla hazırlıkların sürdüğünü belirtirken “Bizim işimiz bu gruptan çıkmak değil. Daha ötesini düşünüyoruz. Diğer takımlar ne hedefliyorlar bilmiyorum ama biz buraya kupayı almak için geldik” diyordu.

Turnuvaya Şili maçında yaptıkları 2-0'lık başlangıçla takımına güvenenleri bir kez daha yanıltmıyordu Hietikko. İkinci maçta, elenmemek için sahaya çıkan Macaristan'ı tek golle geçip, son 16'ya kalmayı garantilediler. Gruptaki son maçları tıpkı elemelerde olduğu gibi liderlik mücadelesine dönüşmüştü ve yine gruptaki gibi beraberlik onlara yetiyordu.
Ama bu sefer güçlerini test etmek için sahaya çıktıkları çok belliydi. İlk iki maçtakinin aksine topu hücuma taşımak için insanüstü bir çaba gösteriyor, yaş ortalaması 33 olan oyunculardan kurulu İspanyol orta sahasını hallaç pamuğu gibi atıyorlardı. Bu çabaları sayesinde iki gol atarak hem gövde gösterisi yaptılar, hem de grubu gol bile yemeden tamamlıyorlardı. Hietikko'ya göre turnuva asıl şimdi başlıyordu. On gün sonra nasıl bir felaketin içine düşeceklerinden haberi yoktu elbette.

“Yenilsek ne iyi olurdu...”
Son 16 turunda Avusturya'nın rakibi Çek Cumhuriyeti olmuştu. Uzun boylu forvetleri Nestuk'a şişirdikleri toplara dayalı bir hücum, rakip forvetleri tekmeleyerek yıldırmaya dayalı bir de savunma anlayışları vardı. Hietikko, bu hengameden nasıl kaçacağını çok iyi biliyordu. Grup maçlarında sürekli kulübede oturttuğu Lazaris'i o maçta ilk 11'de sahaya sürdü. Modibo'yu ise sol kanada çekti. Böylece Çeklerin ilgisi Modibo'ya yoğunlaşmışken ortada yaşanacak kademe hatalarını Lazaris'in driplingleriyle pozisyonlara dönüştürmeyi planlıyordu.

Ancak maçın ilk 20 dakikası geride kaldığında Çekler 1-0 öndeydi. Nestuk'a yaptıkları ortalar işe yaramış, 13. dakikada onun kafasından buldukları golle öne geçmişlerdi. İşler Hietikko için iyi gitmiyor gibi görünüyordu. Ne var ki Lazaris'e yüklediği rolün karşılığını alacağını biliyordu. İlk yarının bitimine beş dakika kala ceza yayı civarında topu alan Lazaris, önce soldan kaçan Modibo'ya pas atarmış gibi yapıp iki savunmacıdan kurtuldu. Sonra topu hızla sağına alıp, sağ ayağıyla sert bir şut çıkardı. Top kalecinin sağından ağlara giderken Hietikko, sol yumruğunu hava kaldırmıştı bile. Lazaris, santradan hemen sonra tekrar sahneye çıktı. Santrada topu alan Nestuk'un geriye verdiği topu kapmak için hızla Michalik'e doğru koştu. Michalik, neye uğradığını şaşırmış bir biçimde soldaki Bolf'e pas vermeye çalışırken ayağı kaydı. Boşta kalan topu alan Lazaris, sağından kendisini takip eden Weiner'e ayağının dışıyla pasını verdi. Weiner bekletmeden şutu çekip, topu 90'a astı. Hietikko'nun sol yumruğu bir kez daha havaya kalkmıştı!

Çekler, ikinci yarıda da iki gol yiyip 4-1'lik skorla evlerine dönerken Avusturya'nın çeyrek finaldeki rakibi İtalya oluyordu. Tüm oyuncular böylesine büyük bir takımı yenerek yarı finale çıkma fırsatı ellerine geçtiği için şanslıydılar. Fakat şimdi Çek Cumhuriyeti maçından sonraki heyecanları anımsatıldığındah hepsinin tadı bir anda kaçıyor. O maçın yıldızı Lazaris, “Keşke yine kulübede kalıp, Hietikko'ya söylenmeyi sürdürseydim. Her şey o kadar güzel gidiyordu ki bir mağlubiyetle keyfimizin kaçacağına inanmıyorduk. Yenilsek, Viyana'ya dönsek ne iyi olurdu.” diyor.




“Rossi! Rossi! Rossi!”
“Tamam, beki '82'deki Brezilya kadar iyi değildik ama yine de o yarı finale çıkmayı biz hak ediyorduk!” diyor Weiner o geceyi anımsadığında. Rukanovic ise “Elimizden geleni yapmıştık. Daha fazlasına inanın gücümüz yetmezdi. Öyle bir şeyin yaşanması çok büyük bir talihsizlikti” sözleriyle anlatıyor çaresizliğini. O maçın günah keçisi olan Priegl ise konuşmayı reddediyor. “Kariyerim boyunca 205 maça çıktım. Diğer 204'ünü saniye saniye anlatmaya hazırım. Ama o maçı lütfen sormayı. İsmimin lanetlenmesine sebep olan o geceyi unutmaya çalışırken senin boktan yazın için tekrar hatırlayamam!”

Viyana sokaklarında birini çevirip, o geceyi sorduğunuzda da Priegl'inkine benzer yanıtlar alıyorsunuz. Herkes ülkenin üzerine çökmüş o bulutun dağılmışlığının tadını çıkarıyor. Unutmuşluklarıyla mutlular. Parlamento kararıyla televizyon kayıtlarından o maçı silmeye kadar götürmüşler işi. O maçın oynandığı günden sonra dünyanın en çok ziyaret edilen ülkelerinden İtalya'ya sadece 13 Avusturyalı turist gitmiş. Koca bir ulus, 20 yıldır büyük bir ciddiyetle İtalya'yı ve maçın oynandığı Daegu şehrini hafızasından çıkarmaya çalışıyor.

Aslına bakarsanız o maçın İtalya'nın daha önce defalarca yaptığına benzer bir biçimde sonuçlandığını görmemek için kör olmak lazım. Maçtan önce İngiliz spikerlerin aralarındaki şakaya çok benzeyen bir senaryoyla başladı o maç. Avusturya o görkemli futboluyla, hareketli hücumları ve savunmanın arasına dalan forvetleriyle dünyadaki tüm futbolseverleri büyülemeyi başardı. Hietikko ise kenarda hiç olmadığı kadar sakin ve hayallere dalmış görünüyordu. Tıpkı o eski şiirdeki adam gibi 'nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden' kazanacağı zaferleri düşünüyordu.
Maça yaptıkları bu hırslı başlangıcın onları öne geçirmesi hiç de zor olmadı. Modibo'nun sol kanattan sıfıra inerek yaptığı ortayı Rukanovic kafayla tamamladı fakat top üst direkte patladı. Yine de sahaya geri dönen top Lazaris'in önünde kalmıştı. O da bekletmeden sol ayağının dışıyla topu 40'ları yaklaşmış kaleci Settepassi yerden kalkamadan ağlara göndermişti. Hietikko'nun sol yumruğu yine sıkılı, gözleri yine güler, stadyumdaki Avusturyalılar yine zevkle kükrer vaziyetteydiler.
Maçın ilerleyen dakikaları da Avusturya adına çok rahat geçti. Tempoyu istedikleri gibi ayarlıyor, İtalya'nın oyun kurmasına bir an bile müsaade etmiyorlardı. Çaresizliğin kara bulutları gök mavili formayı giyen adamların zihinlerini kuşatmaya başlamışken oyuna Rossi girdi. 1982'de Brezilya'yı yıkan Paolo Rossi'yle bir kan bağı yoktu elbette. Ancak aynı onun gibi 20 numaralı formayı giyiyordu. Çoğu İtalyan forveti gibi tembeldi ve yalnızca son vuruşları iyiydi. Bu değişiklik İtalyanların amaçsızca topu ileriye şişireceklerinin ve Rossi'nin ceza sahasında yapacağı bir numaraya bel bağladıklarının habercisiydi.

Dakikalar ilerlerken Avusturya, oyunundan taviz vermiyor; Hietikko yaptığı değişikliklerle takımın diri kalmasını sağlıyordu. Her şey Weiner, topu korner direğine götürme kurnazlığını yapmak yerine sağ kanattan arka direkteki Rukanovic'e doğru orta yaptığında başladı. Topu karşılayan Bocelli, ceza sahasının hemen dışındaki Miranda'ya pasını verdi. O da hiç beklemeden ceza sahasındaki Rossi'ye doğru topu şişirdi. Aslında top tam da Priegl'e doğru geliyordu. O da bunun farkındaydı ve sağ ayağıyla yumuşatıp ileriye doğru uzaklaştırmak niyetindeydi. Muhtemelen o bu topu uzaklaştırdığında Avusturya çok uzaklarda, yarı finalde olacaktı. Ama işler bir Amerikan filmindeki kadar kötü gitti.
Priegl, sağ ayağıyla topu kontrol etmeye çalışırken kayıp, sendeledi. Az daha boylu boyunca yere yatıyordu ama çabucak doğruldu. Kendini şanslı hissediyordu böylesine bir tehlikeyi savuşturabileceği için. Topu sol ayağına alıp uzaklaştırmak isterken arkasından gelen Rossi'yi fark edememesi ise o korkunç beş saniyeyi başlattı. Rossi, sinsice topu kaptı. Kaleci Langner'in açıyı kapatmasına fırsat bile vermeden sol alt köşeden ağlara yolladı. O golü sadece İtalyan spiker sevinçle karşıladı ve üç defa Rossi'nin adını haykırdı. Tıpkı '82'de olduğu gibi...
Sadece sahadaki 11 Avusturyalı değil tüm futbolseverler şok içindeydi. Kaleye doğru düzgün gelemeyen İtalya, saçma sapan bir golle durumu eşitlemişti. Kamera İtalyan oyuncuların sevincinden hemen sonra Hietikko'ya döndü. En zorlu koşullarda, en heybetli rakiplere karşı sağlam durmayı başaran o adam, kulübedeki koltuğuna gömülmüş, gözlerini elindeki su şişesine dikmiş, öylece oturuyordu. Giovani'nin bahsettiği kusursuz olma çabasına girdiğinin farkına varmış gibiydi.
Schopp, maçı izlerken kamera Hietikko'ya döndüğünde dikkatle gözlerine baktığını söylüyor. “Mahvolmuştu! Onu antrenmana çağırdığım günden beri gözlerinde yanan ateş sönmüştü. Onun için futbol bitmişti.”

Nitekim oynanan uzatmalar Avusturya için Dünya Kupası macerasının, Hietikko içinse futbolun sonunu getirdi. Rossi bir korner sonrasında arka direkte kafayı çakıp takımını öne geçirdi. '82'deki adaşı gibi hat-trick yapamadı ama maçtan sonra İtalyan oyuncuların omuzlarındaydı. Avusturyalıların ise ağlamaya bile mecalleri yoktu. Bir tek Priegl, tekmeliklerini ve ayakkabılarını çıkarmış, ayağının kaydığı yerin üstüne oturmuş ağlıyordu. Omuzları sarsıla sarsıla, onu teselli etmeye gelen hakeme aldırmadan ağlıyordu. Emin olun o gün bir doktor gelip Priegl'i muayene etse, bir insandan o kadar gözyaşı çıkabildiğine şaşırırdı.



Sonrası tufan...
O gün Daegu Stadyumu boşaldığında bir ulusun da içindeki futbol aşkı boşaldı. Avusturya bir daha bırakın büyük turnuvalara katılmayı, elemelerde puan almayı bile zor başardı. Schopp gibi futbol kökenli beden eğitimi öğretmenleri ya emekli edildi, ya da futbol dışında bir sporun dersini vermeye zorlandılar. Önce futbol kulüplerinin sponsorları çekildi sahneden, sonra ulusal kanallarda futbol yayını kesildi. Stadyumları dolduran kalabalıklar günden güne erimeye, seyirci ortalamaları gülünç seviyelere gerilemeye başladı. Futbolun en sevildiği kıtanın göbeğinde yer alan bu ülke, kendini bu oyundan izole etti ve adeta bir futbol Kuzey Kore'sine dönüştü.

Hietikko'nun beyninde futbolun kapladığı yer de aynı sele kapılarak gitti haliyle. O da bu boşluğu doldurmak adına tası tarağı toplayıp, çok sevdiği Anna'sından ayrılmayı göze alıp, memleketi Turku'ya döndü. Futbola gönül verdiği dönemde tanıdığı herkesle bağlantısını kesti ve yazmaya başladı. Birahanelerde oturan miskinlerden tutun da yalanacak kemik arayan köpeklere kadar aklınıza gelebilecek ne kadar sefil yaratık varsa onların hikayelerini yazdı. Kendisiyle konuşmak isteyen gazeteciler şöyle dursun, aile üyelerine bile kapısını açmaz oldu. Evinden çıktığı ender zamanlarda da kendisini görüntülemek isteyenlerden kaçmayı yeğledi. Tüm bunların ardından kapandığı o evden ölümüne kadar çıkmayacağı tahmin ediliyor. Futbol dünyası ise onun kadar parlak bir zekayı erkenden kaybettiğine yanıyor.


Dere


Adidas'ın bu seneki kalıplarında arka-üstte yer alan enine şerit, bir süre sonra sıkmaya başlıyor. Hatta Dünya Kupası'nı sayarsak, çokları için şimdiden o seviyeye gelmiştir. Valencia (Adidas'la bu sezon anlaşan bir kulüp olarak) her nasılsa bundan kurtulmuş. Bir koçyiğit tehlikenin farkına varıp "Beyler o şeriti kaldırmazsanız anlaşma bozulur, ona göre" demiş olsa, düşünsenize.

Retro 314


Kumbela


Bu tasarım kendi başına zaten çok iyi de, siyah ve beyazda daha bir güzel durmuş. Böyle daha çok kendine has kaleci forması tasarımına ihtiyacımız var.


O gün Asteras maçını izlerken aklıma bu forma geldi. Bu da aynı kafa işte. Zırh falan gibi.