App


Fotoğraf çok komik, ve bin tane potansiyel diyalog yazılabilir. O yüzden geçeyim hemen.

Bu bizim gereksizler turnuvaya gitmeyi garantilediğinden beri aklımda şu vardı: Acaba Euro 2016 için tanıtılacak formalarda bir yenilik olacak mı? Bir kırmızı, bir beyazın dışına çıkılacak mı? Araya başka şeyler girince, burda bahsetmek gecikti hep.

Şöyle bir şey var, son gittiğimiz turnuvada bunu yaptık: Oradan mı yola çıktılar bilmem ama, Demirkol'un çok öncesinde ortaya attığı turkuaz renk kullanma önerisini kısmen işin içine kattılar. Beyaza tamamlayıcı renk olarak gördük. Hoş durdu. Toplamda da 5 kere giymedik sanırım ya, o ayrı. 2010 elemelerinde de dönüştürüp şu hale getirince, ömrü kısa sürmüş oldu.

3 turnuvayı kaçırıp, yeniden ortamlara döndükten sonra yine bu tip bir şey denenir miydi peki? Beklemiyordum açıkçası. Ama az evvel şurada gördüm ki, sanırım geliyor.

Turnuvaya katılacak takımların yarısı şimdiden tanıttı formaları, veya sızdı. Bizim büyük takımlarımız neredeyse ağustos gibi tanıttıkları için, Milli takım'ın da bu işi 2016'dan önce falan yapmayacağını tahmin edebiliriz. Sızar mı, ne zaman sızar, o arada görürüz.

Mesela siyah-kırmızı, ama nasıl siyah-kırmızı? Düz siyah, ama kırmızı ayrıntılı mı; ya da şu aşağıdaki gibi bir şey mi?


Bizde hâlâ kombinasyon kafası yok. Turkuaz işi de istisna, bakmayın: Tamamen turkuaz yapmaya çekindikleri için o yola girmişlerdir. O yüzden muhtemelen sadece yaka filan kırmızı olur, Nike logosu vs.

İç saha formamız (artık) kırmızı sayıldığı için, bu aynı zamanda, beyaz formanın da yokluğu demek oluyor. Böylece, son yıllarda o enine şeritin ortaya hep konduğunu ve bir süre de konacağını düşünürsek, kendi "klasik" formamız bu kez giyilmeyecek olabilir. 3 turnuva sonrası böyle bir "vitrin" durumu varken, kendi klasiğimizin giyilmeyecek olması pek hoş değil gibi.


Nerden Nereye 187



(Cavs'te de beraberdiler, ama foto yok. O kadar az oynamışlar yani, düşün. Bulunca koyarım artık.)

Accık



(Bir arkadaştan, Socrates eleştirisi. İyi okumalar.)

SOCRATES'E DAİR

> Malumunuz Can Yayınları, son yıllardaki değişim-gelişim hamlesinin bir ayağı olarak altı ay kadar önce Socrates'i çıkarmaya başladı. Mevcut Eurosport tayfasının yanına eski Radikal Spor çevresinden eklenen yazarlarla kendilerince spor dergiciliğinde yapılmayanı yapmaya başladı bu ekip. İlk sayılarında dedikleri gibi 11 Freunde ve Blizzard benzeri, Batı Avrupa/Amerikan dergicilik çizgisini takip etmeye çalışıyorlar. Böyle bir projenin okuyan-yazan kesimden, spora ilgili birini heyecanlandırması gayet normal. Ancak bu heyecanın şahsımda birkaç ayda sönmesini izlemek son derece can sıkıcı oldu.

> Öncelikle Socrates'in ortaya koyduğu iddianın altını ne derece doldurduğunu sorgulamak gerekiyor. “Düşünen Spor Dergisi” sloganıyla çıkan bir derginin vaat ettiği düşünce kısmının Amerikanvari bir politik doğruculukla ıskalandığını gözlemliyoruz. Suya sabuna dokunmayan, ne memleket sathında olanlara, ne de dünyadaki ahvale dair net bir tavır almayan yazılar okumak, düşündüğünü iddia eden bir spor dergisi için büyük bir eksi. Beylik laflarla bezenmiş başlıkları ve konuları oldukça sığ biçimde ele almalarıyla entelektüel iddialarını bir türlü karşılayamıyorlar. Bu halleriyle de son zamanlarda pıtrak gibi çoğalan Ot, Kafa, Fil, vs. benzeri sığ ve niteliksiz edebiyat dergimsilerini anımsatıyor; onların sportif şubesi olmaktan öteye gidemiyorlar.

> Socrates'in ilk sayısından itibaren okurlarını hayran bıraktıran bir diğer özelliği de grafik açıdan getirdiği iddia edilen yenilikler oldu. Elbette son derece başarılı ilüstrasyonlar görmek mümkün derginin sayfalarında. Ancak bu grafik çalışmaların tekdüze ve özgünlükten uzak olduğunu fark edebilmek için birkaç yabancı derginin sayfalaını karıştırmak yeterli olacaktır. Kaldı ki yine başarılı grafik çalışmaların yanında aynı çizgide yazılar okuyamadığımızdan başarılı tasarımların yalnızca ambalaj işlevi gördüğüne tanıklık ediyoruz. Bu haliyle derginin 'grafik pornosu' olmaktan öteye gitmediğini söyleyebiliriz.

> “Derginin içeriğine laf edip duruyorsun da bir tane örnek vermedin” diyenler için sıralamaya başlıyorum. İki gün önce aldığım Aralık 2015 sayısından başlayacağım. Öncelikle dergideki yazıların büyük bölümünün köksüzlük gibi bir problemi var. Bu tip olaylar üzerinde Attila İlhan çok dururdu. Kaptan, aydınlarımızın, yazarlarımızın Türkiye'ye ait bir iz taşımaktan imtina ettiğinden söz ederdi sıkça. Socrates'te de benzer bir problemle karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin Bob Dylan'dan bahsedilen yarım sayfalık bölümdeki yazıyı Amerikalı birinin blogundan çevirip koymuşlar desek kimse yadırgamaz. Ne uslupta, ne de içerikte yazıyı yazanın anadilinin Türkçe olduğuna dair bir emare var. Hadi uslupta bunu vermek herkesin harcı değil. Oraya Dylan'ın Kars'a uzanan kökenlerine dair ufacık bir şey sıkıştırılsa, kârînin zihnine ferahlık verilse fena mı olurdu? Tüm yazılarda buna benzer bir ton köksüzlük bulunabilir. Yazıların tamamının çeviri gibi algılanmasının acı bir durum olduğunun farkındalar mıdır bilmiyorum.

> Kendinden bahseden hıyarın teki gibi algılanmak istemiyorum ama, futbol dergilerinde çalıştığım kısa sürede ben de benzer sözler duyuyordum yazılarımı okuyan arkadaşlarım tarafından. Onlar belki övgü olarak yazılarımın Avrupalı yazarlar gibi olduklarını, ismimi fark edene kadar çeviri zannettiklerini söylüyorlardı. Ancak bu bana göre, değiştirmem gereken, üslubumda sıkıntılar gösteren bir durumdu. Değiştirmek için uğraştım. Daha farklı yazıları, daha farklı tarzları takip etmeye çalıştım. Becerebildim ya da beceremedim bilmiyorum. Ama ortada bir sorun olduğunun farkındaydım. Değiştirmek için çaba gösterdim.

> Tabii bu köksüzlük, yerellikten uzaklık her yazıda mevcut değil. Bilhassa Avrupa basketboluna dair röportajlarda ince bir işçilik ve yakalanmış lezzetli bir denge görüyoruz. Zaten derginin en okunası kısımlarını da onlar oluşturuyorlar. Üstünde düşünülerek sorulan sorulardan röportajı verenin de keyif aldığını rahatça fark ediyoruz. Aynı şekilde başta Tanıl Bora olmak üzere dışarıdan katkı veren 'usta' sayabileceğimiz yazarların katkılarında da uslup ve içerik yönünden okur olarak tatmin olabiliyoruz.

> Ama Tanıl Bora gibi isimlerin yazılarında bile karşımıza özensiz bir editörlük çıkıyor. Örneğin Tanıl Hoca'nın Aralık 2015 sayısındaki Ofsayt yazısında İngilizce kaybeden anlamına gelen 'loser' yerine sıkça yapılan bir hatayla 'looser' ifadesinin kullanıldığını görüyoruz. Artık “Tanıl Hoca yılların editörü. Hata yapmaz” diyip yazısını okumaya gerek mi görmediler bilemiyorum. Ancak böylesi bir tashihin gözden kaçması kabul edilemez bir şeydir. Tanıl Hoca'nın dalgınlığına gelmiş, bir ton işinin arasında onu da gözden kaçırmış olabilir. İsterse Franz Kafka mezarından kalkıp, derginize yazı yazsın. O yazının her satırını birkaç defa okumak zorundasınız. Nasıl bir süreç sonunda derginin baskıya gittiğini cidden merak ettiriyor bu tip hatalar.

> Loser-looser hatası gözden kaçabilecek bir şey olarak yorumlandı diyelim. Derginin tashihlerden bağımsız olarak kullandığı ifadelerle ilgili de ciddi bir sorunu var. Hemen hemen her sayısında Doğu Bloku'nu ve SSCB'yi hedef alan bir yazı görüyoruz. Söz konusu Sovyetler olunca yazarlarımızın hiçbiri lafını sakınmıyor. Naim Süleymanoğlu'nun Türkiye'ye kazandırılış hikayesinin nasıl bir merkez sağ propagandasına dönüştüğünden dem vurmayanlar, Bulgar yetkililerin zulmünü(!) spotlara, ara başlıklara taşımaktan imtina etmiyorlar. Yine Aralık 2015 sayısından bir örnek vereceğim. Kapak konusu olan 'kararlar'a dair bir yazıda 1966 Dünya Kupası Finali'nde Geoff Hurst'ün meşhur golünde pay sahibi olan yan hakem Tevfik Behramov'dan Azeri olarak bahsediliyor. Pardon ama 1966'da SSCB diye bir ülke vardı. Behramov da orada SSCB'yi temsilen, Sovyet bir hakem olarak bulunuyordu. Dağılmasının üstünden 30 yıl geçmemiş bir ülkeyi Amerikan politik doğrucu ağzıyla tarihin çöplüğüne yollamanın 6. Filo'ya karşı namaza duranların aymazlığından farkı nedir ki? Stalinist filan değilim ama bu kadarı da fazla be kardeşim. Tıpkı 4-5 ay önceki sayılarında Attila Gökçe'ye yazdırılan Vera Çaslavska yazısında olduğu gibi SSCB'ye ve Doğu Bloku'na adeta 'çakmak' için fırsat kollamak olarak görüyorum ben bu tutumu. Arkadaşlardan bir de 1972 Münih Olimpiyatları'na dair bir yazı bekliyorum. İktidardaki sosyal demokratların dirayetli tutumunu öven, İsrailli sporcuların öldürülmesinin barbarca bulunup, kınandığı ama içinde ne RAF'tan, ne de olayları o noktaya getiren Alman hükümetinin Stammheim'daki zulmünden dem vurmayan bir yazı. Bir modern çağ ağıtı. Belki de yazdılar, bilemiyoruz...

> Accık sinirlenmiş, zaman zaman haksız eleştirilerde bulunmuş olabilirim. Ama gusuruma bakmayın. Kendinize iyi davranın.

R. B.

Jenerik 26

Tınaz


Sene 2006. Yaz ayları. Akşamüstü yine bizim sahaya yollandık. Gelmeden önce de Kobe'nin numara değişimi olayını okudum. Sahanın abilerinden biri de ağır Kobe hayranıdır. İşte ayakkabılar, şu-bu. Bizden biraz sonra geldi. Birkaç dakika sonra aklıma geldi, söyledim. İnanmadı. E mobil internet filan da yok, "Abi aha bak" diye gösteresin. Muhabbeti duyan 1-2 kişi daha dediğimi doğrulayınca, bizim abi inandı. Ama şoktan çıkamadı. Bildiğin inanamadı. Neden o kadar tuhaf geldi bilmem. Hâlâ da Kobe'yi 8 numarayla görünce aklıma o gün gelir.

Geçenlerde Twitter'da vardı, Kobe'ye demişler, "Müdür senin formayı asacağız malum, da hangi numarayı asalım", Kobe de "Düşüneyim hele" diye cevap vermiş. Az önce de şunu gördüm. Ben yaşlardakilerin çoğu, bir şey demek gerekirse 8'i tercih edecektir sanırım. Kendisi hangisini seçer, göreceğiz.

(Şu entirideki "birbirine bakan iki 3" ayrıntısını sanırım ilk kez okudum...)