Nerden Nereye 183




"Gergin derbi" editi:



Mahmutoğlu


- Lakers'ın Florida b2b'sini izledim. Yani üstüste Miami (101-88, L) ve Orlando (101-99, L) deplasmanlarını. Küçük küçük notlar aldım. Patron bloga yaz dedi, ben de neden yazmayayım ki diye düşündüm ve...

- Jordan Clarkson'u çok seviyorum. Eski usül üçlüğün bir ya da iki adım içinden istikrarlı şut sokabiliyor diye. Oyunun tamamen üçlük atışlara evrilmesinden nefret ediyorum o yüzden böyle kısalara ihtiyacımız var. Orlando onun günü değildi gerçi.

- Şut demişken D'angelo'nun ne biçim bi' şut stili var amk. Göktuğerce solak olmasına yordu ama Rodney Hood da solak.

- Lafları geçmişken, D'angelo Kendall Jenner ile Clarkson da eski VS meleklerinden Chanel Iman'la çıkıyormuş. Bundan son derece rahatsızım. Daha gencecik çocuklar bunlar. Bu kızlar adamı çiğ çiğ yer. Hadi Clarkson neyse daha efendi ve anlayışlı bir çocuğa benziyor, üstelik Chanel Iman da biraz low profile ama D'angelo her an raydan çıkabilecek bir tip görünümünde. Zaten seçildiği sıranın hakkını veremeyecek gibi (Towns, Jahlil ve PORZINGIS'le kıyaslarsak), bir de üstüne Kardashian kızıyla düzüşmek. Rahmetli Buss olsa bunlara izin verir miydi be...

- Keşke Jahlil'i seçseydik ya. Gerçekten, D'angelo henüz bekleneni veremedi veya Jahlil beklenenden iyi gözüküyor diye demiyorum. Biz neden Hibbert izliyoruz bu takımda abi? Miami maçında Hassan Whiteside ağzına sıçtı resmen herifin. Orlando maçında iyi gözüktü gerçi ama konu o değil. Zaten Hibbert'ın kariyeri adına çok yanlış bir durum şu an Lakers'ta bulunması. Bırak maçı, çeyrek içerisinde istikrarsızlıklar gösteren ve konsantre olmakta zorlanan bir adam bu. Lakers gibi bir takıma gelince de iyice salıyor haliyle. Bazı oyuncular sadece başarılı ve doğru takımlarda iyi oynayabilir ya, Hibbert da öyle.

- Hassan Whiteside gibi pivotlara bu ligde çok ihtiyacımız var.

- MWP'yi çok iyi gördüm. İki maçta da acayip şut soktu, hele Miami maçında 4/4 üçlük... Ve neredeyse bizim şampiyonluk senesinden daha iyi gözüktü bu iki maçta, VE ben başta kullandığım cümleyi sadece hücum performansı için de söylemiyorum. Savunmada acayip çalışıyor yine eller, kollar. Adamsın.

-  Bir de bu adam sezon başında kadroya alındığında Çin'de mi Tayvan'da mı ne sikimse attığı bir üçlüğü gösteriyorlardı potaya değmeyen.


- Biraz da Randle. Bu çocuk doğru yönlendirilirse bizim Draymond Green'imiz olabilir. Çok yönlülük ve istatistik kağıdı doldurmak açısından diyorum. Kolaylıkla istikrarlı bir şekilde 10 sayı, 9 ribaunt, 8 asist performansları gösterebilecek bir oyuncuya dönüşebilir. Tabii Orlando maç sonundaki gibi üstüste birkaç şut soktuktan sonra gaza gelip heroball oynamamasını da (Tobias'tan yediği blok) öğrenmesi gerekiyor. Orta mesafe şutu üzerine muhtemelen yoğunlaşıyordur zaten.

- Dragic epey kısıtlanmış Miami'de ya. Sakatlığı falan yoksa resmen yetenekleri elinden alınmış bir oyuncuya dönüşmüş. Hiç de sevmem suratsızı.

- Ben Lou Williams'ı Lakers formasıyla izlemek istemiyorum. Ben yeni kurulan ve gelişmekte olan bu takımda sırf sayı üretebiliyor ve çizgiye gidebiliyor diye topu eline isteyen, sadece isolation oynayan, pası hiç düşünmeyen ve akıcılığı bozan bir adam görmek istemiyorum. Nick Young diyenler olacaktır o hem eğlendiriyor, hem akıcılığı belli bir ölçüde bozmuyor hem de biraz daha catch-and-shoot oynuyor. Bu da biraz Hibbert gibi böyle boşvermiş takımlarda hiç çekilmez. Biraz daha kafaya oynayan takımlarda iyi bench oyuncusu olur geçen seneki Toronto'da en iyi 6. adam ödülünü almıştı işte. Clippers-Jamal Crawford gibi.

- Güzel bir çekirdeğe sahibiz ama takıma gereksiz sayıda veteran doldurduk. Zaten Kobe var (inşallah veda senesi), Hibbert, Lou, Bass yetmedi MWP, yetmedi Huertas. Huertas ne alaka mesela ya.....

- Az kalsın Kobe demeden bir Lakers yazısı bitirecektim tüh. Paşamız bu sene ilk defa oynamadı bu iki maçta da dinlendirildi.

"The other problem is there's no role differentiation whatsoever. Whose job is it on this team to move the ball and play defense? Larry Nance? Everyone on the perimeter needs the ball in their hands the same way a man drowning in the ocean needs water. It kind of feels like they are all taking turns hunting for their own shot and there's no real flow to the offense. What makes it worse is there's no space. Everyone wants to point the finger at Byron Scott but it all goes back to the front office." Pattern of Basketball diye bir blog'dan. Biraz Vitor Pereira-Yönetim-Fenerbahçe ile benzeşiyor diyebiliriz sorun.

- Evan Fournier'i çok seviyorum.

- Shabazz de ne top oynadı be, Elfrid'den kapacak galiba formayı.

- Şimdilik bu kadar, LAKERS TARAFTARI OLMAK MÜKEMMEL BİR AYRICALIK.

Taç

(Ali Kırca'nın Futbol Hayattır isimli kitabından.)

Tanju'ya Mektup Ya Da Bir Gönül Yarası

  Bu satırları umarım Tanju Çolak okuyordur. Bu mektup onadır. Ama onunla birlikte herkesedir de... Anlayana, bilene... 1988 yılında TRT'de Haber Dairesi Başkanı'ydım.
  Spor haberlerinin de sorumluluğu üzerimdeydi.
  Pazar akşamları, farklı, renkli ve canlı bir spor programı yapıyorduk.
  Artık kadınlar bile 'spor' seyreder olmuştu.
  Her programda ilginç ve yaratıcı fikirler bulup uygulamaya çalışıyorduk. O yıllarda 'reyting stresi' yoktu, ama yine de bir önceki programı ve kendimizi aşmak için çaba gösteriyorduk.
  1988 Mayıs sonlarıydı.
  Galatasaray şampiyon olmuş, ama daha önemlisi Tanju Çolak hem Avrupa gol krallığına ulaşmış, hem de Metin Oktay'ın 25 yıllık rekorunu kırmıştı.
  Program için farklı 'ne' yapabileceğimi düşünürken, çocukluğumdaki bir 'fotoğraf' gözümün önüne geldi.
  Metin Oktay'a krallığının ödülü olarak verilen gerçek bir tacın, galiba da altın kaplamalı, özel işlemeli bir 'taç'ın fotoğrafı.
  Hemen Metin Oktay'ı aradım.
  O 'taç'ı pazar akşamı canlı yayında, eski kral olarak yeni krala devredip devredemeyeceğini sordum.
  Açıkçası, bunu Metin Oktay'dan istedim.
  Telefonda, birkaç saniye süren bir sessizlikten sonra "peki", dedi. Ve o inanılmaz inceliği ve beyefendiliğiyle ekledi:
  "Siz nasıl uygun görürseniz..."

***

  Pazar akşamı, önce, Tanju geldi stüdyoya... Koşa koşa... Sonra da Metin Oktay... biraz durgun, biraz da kırgındı.
  Sunucuyla konuşmalarını ve devir-teslimi rejiden izliyordum.
  Hepimiz, Tanju'ya karşı 'babacan' bir yaklaşım beklerken, o 'acımasız' bir konuşma yaptı.
  Tanju'nun ayaklarının yere basmasını istedi. Sözleri, nasihat ölçülerini aşan sertlikteydi.
  Şaşırmıştık... O günlerde, ne Hülya'lar esiyordu Tanju'nun başında, ne gazinolar, ne altın kabzalı tabancalar, ne Fener'e olaylı transfer hikayesi, ne de Mercedes dramı vardı.
  Tanju 1988 baharında, henüz o fırtınaların çok uzağındaydı.
  Ama 'bilge kral', olacakları biliyormuş gibi karşısındaki acar çocuktan 'ayaklarını yere basmasını' istiyordu.
  Sonra yanında getirdiği tacı, Tanju'nun başına yerleştirdi. Kırgındı... Ama inceliği yine elden bırakmadı. Hepimizin elini sıkarak teşekkür etti... Gitti... on bir daha hiç görmedim. Birkaç yıl sonra da ebediyen gitti.

***

  Hayatımın en büyük, en acı yanlışlarından birini yaptığımı daha o ilk telefon görüşmesinde fark etmiştim. Ama geriye de dönememiştim.
  Oysa, o taç, yalnızca Metin Oktay'a aitti.
  Ne benim, o tacın başkasına devrini istemeye hakkım vardı, ne de Tanju'nun o tacı alıp başına koymaya. İlginç bir yayıncılık olayı için, büyük insanın gönlünü kırmış, lakin o bizi üzmemek adına, kırgınlığını yüreğinin sessizliğine gömmüştü...

(...)