Koli


Hemen aşağıdaki postun devamı olsun. Astana örneğini görünce aklıma Nike'ın bu sezon büyük başlar için sunduğu tasarım geldi. Barcelona zaten 2-3 kere giydi maviyi. Havalar serinledikten sonra bir tek dışardaki Leverkusen maçı var sanırım. Onda da manzara yukarıdaki gibi.

Bir de İnter var:


Bu tasarımı kullanan (biz, Galatasaray dahil) 5-6 takım var. Keşke birinin aklına gelse siyah içlik giymek.


Kol



Şu pek dikkat çekmedi, üzerine konuşulmadı falan ama aslında içliklerin gelebileceği -gelmesi gereken- nokta budur bana kalırsa. Astana'da görmek şaşırtıcı oldu.

Bardak


Pamuk'la ilgili bir şeylere bakınırken tosladığım fotoğraf. Şu röportajdanmış meğer (Milliyet'ten önce Eurosport konuşmuş bu konuda asıl, görünüşe bakılırsa). Geçen sene bir postta alıntıladığım soruya alternatif bir cevap bulmuş olduk. Sıkı Fenerbahçeli olan Selçuk Altun, bu röportajları okumuş mudur ki? Okuduysa, Kitap İçin 4'te lafını eder zaten.

Postu bitirmeden aklıma Enes geldi. İnstagram hesabındaki şu fotoğrafı bir veri olarak ele alabiliriz. İhtimal var.

Nerden Nereye 189



Aceto


Korkunç bir "arak" var. Göz göre göre yani. Hem de Lotto. Adana Demir'e olmuş tabii, uymuş. Ama...


Fotoğraf ararken bakındım biraz da, çoğu 1. Lig'deki Anadolu takımı gibi, 4 tane formaları var. Bir de üstüne şunu giymişler. Federasyon'un da çok umrundaydı tabii.

Finnegan


Şunun sanırım futbolda çok az örneği vardır, en iyi ihtimalle. Üst düzey futbolda, belki de tek. Hani böyle hokey ya da Amerikan futbolu manzarası daha çok.


Nerden Nereye 188




Twitter'da bi' gavur arkadaş yakalamıştı. Ben kaçırdım kim olduğunu. Sakatlık öncesi, sonrası.

Esenyurt


Bu arkadaş son dönemlerde şort boyunu epey bir kısalttı. Yukardaki manzara çok ikna etmeyebilir, hareket halinde olduğu için; ama maç görüntülerini izlerseniz, ya da dikkat ederseniz, kolayca anlayacaksınız --eğer şimdiye dek fark etmediyseniz yani.

Bir süredir "İnşallah bu mal bir akıma yol açmaz" diye aklımdan geçiriyordum ki, dünkü maçın özetlerine bakınca bundan iyice tırsar oldum.


Sakatlıktan dönen şu meymenetsiz pezevenk de kısaltmış şortu. Takımdan başkalarına dikkat etmedim. Mo Williams, Lebron'la aynı bıyığı bırakmıştı. Bunu da yaparlar yani, ne olacak. Amını tıynetini siktiklerim.

Yalı


Yazmaktan sonra en çok sevdiği şey ise, edebiyatın tümüyle dışında kalıyordu. Haldun Taner, belki de uzun yıllarını yatarak geçirmenin verdiği hırsla, iyileşir iyileşmez kendini futbola vermişti. Üstelik sadece kıvrak çalımları, sert şutları olan bir futbol oyuncusu değil, bu oyunda yeni taktikler, yeni vuruş teknikleri geliştiren bir yorumcu olmuştu.  
Yalıda Sabah kitabındaki öykülerinden birinde Nizamettin Bolayır adlı öykü kişisine üç çeşit penaltı attırmış, bunlardan birinin daha sonraki dönemlerde ünlü futbol yıldızlarının çok kullandıkları 'falsolu vuruş' olduğunu yazmış ve bu vuruşun nasıl yapılacağını inanılmaz bir ustalıkla anlattıktan sonra, temeli aldatmacaya dayanan bu vuruşun 'kalleşçe' olup oladığını sormuştu. 
Bu soru, gerçek futbol dünyasını bir anda karıştırdı. Dönemin ünlü futbolcuları ile Türkiye'de teknik adam olarak çalışan yabancı futbol adamları, Haldun Taner'in ortaya attığı bu konuyu tartıştılar. Macar ve Romen kökenli teknik direktörler, radyoda düzenlenen 'falsolu vuruş mübah mı' adlı programlara katılarak, tercümanları aracılığıyla görüşlerini açıkladılar. Olup bitenleri kıs kıs gülerek izleyen Haldun Taner, takma adla bazı spor gazetelerinde makaleler yazarak, ortalığı daha da alevlendirdi. Olayı Brezilyalı bir teknik adamın da duyduğunu ve onun "Karşı kaleciyi gafil avlamak neden günah olsun" dediğini yazdı. Aslında ne böyle bir teknik adam, ne de böyle bir konuşma vardı ama buna da inanıldı ve tartışmalar daha da sertleşti. Haldun Taner de eğlenmesini sürdürdü.

K Dergi, sayı 29, sayfa 18-19.

(Başka bir Haldun Taner ve Futbol içeren post için, tık.)

App


Fotoğraf çok komik, ve bin tane potansiyel diyalog yazılabilir. O yüzden geçeyim hemen.

Bu bizim gereksizler turnuvaya gitmeyi garantilediğinden beri aklımda şu vardı: Acaba Euro 2016 için tanıtılacak formalarda bir yenilik olacak mı? Bir kırmızı, bir beyazın dışına çıkılacak mı? Araya başka şeyler girince, burda bahsetmek gecikti hep.

Şöyle bir şey var, son gittiğimiz turnuvada bunu yaptık: Oradan mı yola çıktılar bilmem ama, Demirkol'un çok öncesinde ortaya attığı turkuaz renk kullanma önerisini kısmen işin içine kattılar. Beyaza tamamlayıcı renk olarak gördük. Hoş durdu. Toplamda da 5 kere giymedik sanırım ya, o ayrı. 2010 elemelerinde de dönüştürüp şu hale getirince, ömrü kısa sürmüş oldu.

3 turnuvayı kaçırıp, yeniden ortamlara döndükten sonra yine bu tip bir şey denenir miydi peki? Beklemiyordum açıkçası. Ama az evvel şurada gördüm ki, sanırım geliyor.

Turnuvaya katılacak takımların yarısı şimdiden tanıttı formaları, veya sızdı. Bizim büyük takımlarımız neredeyse ağustos gibi tanıttıkları için, Milli takım'ın da bu işi 2016'dan önce falan yapmayacağını tahmin edebiliriz. Sızar mı, ne zaman sızar, o arada görürüz.

Mesela siyah-kırmızı, ama nasıl siyah-kırmızı? Düz siyah, ama kırmızı ayrıntılı mı; ya da şu aşağıdaki gibi bir şey mi?


Bizde hâlâ kombinasyon kafası yok. Turkuaz işi de istisna, bakmayın: Tamamen turkuaz yapmaya çekindikleri için o yola girmişlerdir. O yüzden muhtemelen sadece yaka filan kırmızı olur, Nike logosu vs.

İç saha formamız (artık) kırmızı sayıldığı için, bu aynı zamanda, beyaz formanın da yokluğu demek oluyor. Böylece, son yıllarda o enine şeritin ortaya hep konduğunu ve bir süre de konacağını düşünürsek, kendi "klasik" formamız bu kez giyilmeyecek olabilir. 3 turnuva sonrası böyle bir "vitrin" durumu varken, kendi klasiğimizin giyilmeyecek olması pek hoş değil gibi.


Nerden Nereye 187



(Cavs'te de beraberdiler, ama foto yok. O kadar az oynamışlar yani, düşün. Bulunca koyarım artık.)

Accık



(Bir arkadaştan, Socrates eleştirisi. İyi okumalar.)

SOCRATES'E DAİR

> Malumunuz Can Yayınları, son yıllardaki değişim-gelişim hamlesinin bir ayağı olarak altı ay kadar önce Socrates'i çıkarmaya başladı. Mevcut Eurosport tayfasının yanına eski Radikal Spor çevresinden eklenen yazarlarla kendilerince spor dergiciliğinde yapılmayanı yapmaya başladı bu ekip. İlk sayılarında dedikleri gibi 11 Freunde ve Blizzard benzeri, Batı Avrupa/Amerikan dergicilik çizgisini takip etmeye çalışıyorlar. Böyle bir projenin okuyan-yazan kesimden, spora ilgili birini heyecanlandırması gayet normal. Ancak bu heyecanın şahsımda birkaç ayda sönmesini izlemek son derece can sıkıcı oldu.

> Öncelikle Socrates'in ortaya koyduğu iddianın altını ne derece doldurduğunu sorgulamak gerekiyor. “Düşünen Spor Dergisi” sloganıyla çıkan bir derginin vaat ettiği düşünce kısmının Amerikanvari bir politik doğruculukla ıskalandığını gözlemliyoruz. Suya sabuna dokunmayan, ne memleket sathında olanlara, ne de dünyadaki ahvale dair net bir tavır almayan yazılar okumak, düşündüğünü iddia eden bir spor dergisi için büyük bir eksi. Beylik laflarla bezenmiş başlıkları ve konuları oldukça sığ biçimde ele almalarıyla entelektüel iddialarını bir türlü karşılayamıyorlar. Bu halleriyle de son zamanlarda pıtrak gibi çoğalan Ot, Kafa, Fil, vs. benzeri sığ ve niteliksiz edebiyat dergimsilerini anımsatıyor; onların sportif şubesi olmaktan öteye gidemiyorlar.

> Socrates'in ilk sayısından itibaren okurlarını hayran bıraktıran bir diğer özelliği de grafik açıdan getirdiği iddia edilen yenilikler oldu. Elbette son derece başarılı ilüstrasyonlar görmek mümkün derginin sayfalarında. Ancak bu grafik çalışmaların tekdüze ve özgünlükten uzak olduğunu fark edebilmek için birkaç yabancı derginin sayfalaını karıştırmak yeterli olacaktır. Kaldı ki yine başarılı grafik çalışmaların yanında aynı çizgide yazılar okuyamadığımızdan başarılı tasarımların yalnızca ambalaj işlevi gördüğüne tanıklık ediyoruz. Bu haliyle derginin 'grafik pornosu' olmaktan öteye gitmediğini söyleyebiliriz.

> “Derginin içeriğine laf edip duruyorsun da bir tane örnek vermedin” diyenler için sıralamaya başlıyorum. İki gün önce aldığım Aralık 2015 sayısından başlayacağım. Öncelikle dergideki yazıların büyük bölümünün köksüzlük gibi bir problemi var. Bu tip olaylar üzerinde Attila İlhan çok dururdu. Kaptan, aydınlarımızın, yazarlarımızın Türkiye'ye ait bir iz taşımaktan imtina ettiğinden söz ederdi sıkça. Socrates'te de benzer bir problemle karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin Bob Dylan'dan bahsedilen yarım sayfalık bölümdeki yazıyı Amerikalı birinin blogundan çevirip koymuşlar desek kimse yadırgamaz. Ne uslupta, ne de içerikte yazıyı yazanın anadilinin Türkçe olduğuna dair bir emare var. Hadi uslupta bunu vermek herkesin harcı değil. Oraya Dylan'ın Kars'a uzanan kökenlerine dair ufacık bir şey sıkıştırılsa, kârînin zihnine ferahlık verilse fena mı olurdu? Tüm yazılarda buna benzer bir ton köksüzlük bulunabilir. Yazıların tamamının çeviri gibi algılanmasının acı bir durum olduğunun farkındalar mıdır bilmiyorum.

> Kendinden bahseden hıyarın teki gibi algılanmak istemiyorum ama, futbol dergilerinde çalıştığım kısa sürede ben de benzer sözler duyuyordum yazılarımı okuyan arkadaşlarım tarafından. Onlar belki övgü olarak yazılarımın Avrupalı yazarlar gibi olduklarını, ismimi fark edene kadar çeviri zannettiklerini söylüyorlardı. Ancak bu bana göre, değiştirmem gereken, üslubumda sıkıntılar gösteren bir durumdu. Değiştirmek için uğraştım. Daha farklı yazıları, daha farklı tarzları takip etmeye çalıştım. Becerebildim ya da beceremedim bilmiyorum. Ama ortada bir sorun olduğunun farkındaydım. Değiştirmek için çaba gösterdim.

> Tabii bu köksüzlük, yerellikten uzaklık her yazıda mevcut değil. Bilhassa Avrupa basketboluna dair röportajlarda ince bir işçilik ve yakalanmış lezzetli bir denge görüyoruz. Zaten derginin en okunası kısımlarını da onlar oluşturuyorlar. Üstünde düşünülerek sorulan sorulardan röportajı verenin de keyif aldığını rahatça fark ediyoruz. Aynı şekilde başta Tanıl Bora olmak üzere dışarıdan katkı veren 'usta' sayabileceğimiz yazarların katkılarında da uslup ve içerik yönünden okur olarak tatmin olabiliyoruz.

> Ama Tanıl Bora gibi isimlerin yazılarında bile karşımıza özensiz bir editörlük çıkıyor. Örneğin Tanıl Hoca'nın Aralık 2015 sayısındaki Ofsayt yazısında İngilizce kaybeden anlamına gelen 'loser' yerine sıkça yapılan bir hatayla 'looser' ifadesinin kullanıldığını görüyoruz. Artık “Tanıl Hoca yılların editörü. Hata yapmaz” diyip yazısını okumaya gerek mi görmediler bilemiyorum. Ancak böylesi bir tashihin gözden kaçması kabul edilemez bir şeydir. Tanıl Hoca'nın dalgınlığına gelmiş, bir ton işinin arasında onu da gözden kaçırmış olabilir. İsterse Franz Kafka mezarından kalkıp, derginize yazı yazsın. O yazının her satırını birkaç defa okumak zorundasınız. Nasıl bir süreç sonunda derginin baskıya gittiğini cidden merak ettiriyor bu tip hatalar.

> Loser-looser hatası gözden kaçabilecek bir şey olarak yorumlandı diyelim. Derginin tashihlerden bağımsız olarak kullandığı ifadelerle ilgili de ciddi bir sorunu var. Hemen hemen her sayısında Doğu Bloku'nu ve SSCB'yi hedef alan bir yazı görüyoruz. Söz konusu Sovyetler olunca yazarlarımızın hiçbiri lafını sakınmıyor. Naim Süleymanoğlu'nun Türkiye'ye kazandırılış hikayesinin nasıl bir merkez sağ propagandasına dönüştüğünden dem vurmayanlar, Bulgar yetkililerin zulmünü(!) spotlara, ara başlıklara taşımaktan imtina etmiyorlar. Yine Aralık 2015 sayısından bir örnek vereceğim. Kapak konusu olan 'kararlar'a dair bir yazıda 1966 Dünya Kupası Finali'nde Geoff Hurst'ün meşhur golünde pay sahibi olan yan hakem Tevfik Behramov'dan Azeri olarak bahsediliyor. Pardon ama 1966'da SSCB diye bir ülke vardı. Behramov da orada SSCB'yi temsilen, Sovyet bir hakem olarak bulunuyordu. Dağılmasının üstünden 30 yıl geçmemiş bir ülkeyi Amerikan politik doğrucu ağzıyla tarihin çöplüğüne yollamanın 6. Filo'ya karşı namaza duranların aymazlığından farkı nedir ki? Stalinist filan değilim ama bu kadarı da fazla be kardeşim. Tıpkı 4-5 ay önceki sayılarında Attila Gökçe'ye yazdırılan Vera Çaslavska yazısında olduğu gibi SSCB'ye ve Doğu Bloku'na adeta 'çakmak' için fırsat kollamak olarak görüyorum ben bu tutumu. Arkadaşlardan bir de 1972 Münih Olimpiyatları'na dair bir yazı bekliyorum. İktidardaki sosyal demokratların dirayetli tutumunu öven, İsrailli sporcuların öldürülmesinin barbarca bulunup, kınandığı ama içinde ne RAF'tan, ne de olayları o noktaya getiren Alman hükümetinin Stammheim'daki zulmünden dem vurmayan bir yazı. Bir modern çağ ağıtı. Belki de yazdılar, bilemiyoruz...

> Accık sinirlenmiş, zaman zaman haksız eleştirilerde bulunmuş olabilirim. Ama gusuruma bakmayın. Kendinize iyi davranın.

R. B.

Jenerik 26

Tınaz


Sene 2006. Yaz ayları. Akşamüstü yine bizim sahaya yollandık. Gelmeden önce de Kobe'nin numara değişimi olayını okudum. Sahanın abilerinden biri de ağır Kobe hayranıdır. İşte ayakkabılar, şu-bu. Bizden biraz sonra geldi. Birkaç dakika sonra aklıma geldi, söyledim. İnanmadı. E mobil internet filan da yok, "Abi aha bak" diye gösteresin. Muhabbeti duyan 1-2 kişi daha dediğimi doğrulayınca, bizim abi inandı. Ama şoktan çıkamadı. Bildiğin inanamadı. Neden o kadar tuhaf geldi bilmem. Hâlâ da Kobe'yi 8 numarayla görünce aklıma o gün gelir.

Geçenlerde Twitter'da vardı, Kobe'ye demişler, "Müdür senin formayı asacağız malum, da hangi numarayı asalım", Kobe de "Düşüneyim hele" diye cevap vermiş. Az önce de şunu gördüm. Ben yaşlardakilerin çoğu, bir şey demek gerekirse 8'i tercih edecektir sanırım. Kendisi hangisini seçer, göreceğiz.

(Şu entirideki "birbirine bakan iki 3" ayrıntısını sanırım ilk kez okudum...)


Entegrasyon


Dennis, liberoda oynadığı zamanlar benim futbol oynamayı beceremediğimi, beş para etmez bir topçu olduğumu düşünürdü. Bu düşüncesi, liberodan orta sahaya geçip benimle yan yana oynamaya başlamasından sonra değişiverdi. Futbolda bir işi birisiyle paylaşırsanız, aranızda bir ilişki oluşmaya başlar. Bu, tamamen farklı görevleri olan futbolcuların sahip olmadığı bir anlayıştır. Antrenman sahasında topu birbirinize atıp dururken bile aranızdaki ilişki gelişir. Bu öyle bir dışavurumdur ki, seviştiğiniz birisiyle ne kadar iletişim kuruyorsanız, burada karşınızdakiyle en az o kadar iletişim içindesinizdir. Orta sahada aynı görevi paylaşan iki oyuncuyu ele alacak olursak, onların futbol vasıtasıyla birbirlerini en az iki sevgili kadar yakından tanıyacaklarını söyleyebiliriz. Mesela John Giles ile Billy Bremner'ın durumu tam bu anlattığımızla örtüşmektedir. Sorunları çözmeye ve pozisyonlar hazırlamaya çalışırken aranızda çok samimi bir ilişki oluşur. İçinde konuşmanın olmadığı bir ilişkidir bu. Konuşan, hareketlerinizdir; konuşan, oynadığınız oyundur. Birbirinize topu verişiniz, birbirinize attığınız paslar, birlikte yarattığınız pozisyonlar zaten sizin adınıza konuşur. Sosyal manada muhakkak yakınlaşacaksınız diye bir şey yoktur, ama aranızda sessiz fakat samimi bir anlayış geliştirirsiniz. Dennis'le bana da öyle olmuştu. Orta sahada yan yana oynamak bizi eskisine göre bayağı geliştirmişti, ama arkadaş da değildik.

Sadece Bir Oyun Mu?, Eamon Dunphy, sayfa 33

Nerden Nereye 186




Bim


23 sene sonra Adidas'a dönen (garip duruyor evet, ama hakikaten doğru tanım bu) United için, ilk tercih olarak o dönemlerden bir formanın temel alınması gayet olağan, düşününce. Yukardaki, 83-84 sezonu iç saha. Bu sezonkiyle hemen hemen aynı. 

Bu arada armanın altındaki "FA Cup Winners" yazısı bu günler için bayağı ilginç duruyor. 

Nerden Nereye 185




Echo


Şöyle bir şey görmüştüm. Bayağı zaman oldu, kalmış köşede. Muhtemelen kurulduğu tarihten bu yana aynı logoyu kullanmıyorlardır. Ne zaman buna geçtiklerini bulmak gerek. Trail Blazers 1970'te kurulmuş. Düşünsenize, onlar bunu görüp de...

Edit: Şu var bir de.


Ramos


Lotto bu sezon bazı formalarda logoyu daha uygun şekilde kullanıyor. Mesela yukardaki fotoyu temel alırsak, o klasik kırmızı kare içindeki logo, şu Gençler formasını bozmaz. Ama Rize'ninkini bozar. Biraz geç kalınmış bir karar belki, ama hiç olmamasından iyidir.

Nerden Nereye 184



Bu meşhur 2005 Ş. Ligi finaliyle alakalı 3-4 post var gibi. Oradan gideceğiz bir süre.

Genç



(...)

Buna bir örnek olarak, Uzan'ın tuttuğu ve bir dönem üyesi olduğu takım olan Galatasaray ile arasındaki "sorunlu" iş ilişkisini gösterebiliriz. Star Tv'nin 1992 yılında, yıllık 800 bin dolarlık bir yayın hakları sözleşmesi yaptığı Galatasaray'ın Werder Bremen ile ile oynadığı ve Star Tv'den yayınlanan müsabakaya Show Tv reklamı taşıyan formalarla çıkması üzerine yaşanan gerginlik sonucu Uzan, Galatasaray'a yapacağı ödemeleri durdurmuştur. O dönemde Galatasaray'ın genel sekreteri olan Mehmet Cansun, tüm üyelerin ve başkan Alp Yalman'ın hazır bulunduğu bir toplantıda, Uzan'ı arayarak sorunu çözmeye çalışmıştır. Ancak Cem Uzan "öfkelidir", ve tüm yönetim kurulu üyelerinin de diafondan dinlediği konuşmayı şu sözlerle noktalar: "Ben sizin o maymun suratlı başkanınız orada olduğu müddetçe beş kuruş ödemem. Ama istifa etsin, söz veriyorum, 40 milyarlık çek yazacağım ve hemen göndereceğim. İstifa ettiğini ve bir daha dönmeyeceğini basına açıklasın, hemen vereyim."*

Galatasaray ile olan sorunlu ilişkisi devam ederken Uzan, İstanbulspor'u satın almıştır. 1993-1994 sezonunda takımı çalıştıracak olan teknik direktör Adnan Dinçer'in bu noktada söyledikleri, Uzan'ın hem kişilik, hem de liderlik özelliklerini anlamak açısından önemlidir. Dinçer, Uzan'ın bir görüşmelerinde kendisine söylediklerini şöyle aktarmaktadır: "Benim hayatta iki tane hedefim var. Biri Berlusconi gibi olmak ve başbakanlık mertebesine erişmek. İkincisi de takımın Milan gibi olmasını sağlamak."**

(...)

*: Cansun, Galatasaray'ın forma reklamı için Show Tv ile anlaşmadan önce başkan Alp Yalman'ın Uzan'a "Erol Aksoy (Show'un o dönemki sahibi) 75 bin dolar verdi. Bu parayı sen ver, Star reklamı ile çıkalım maça" şeklinde haber gönderdiğini, ancak Uzan'ın buna yanaşmadığını aktarmaktadır. Cansun ayrıca maç esnasında, kendi kanalından bir anlamda Show Tv'nin reklamını yapıyor gözüktüğü için, Uzan'ın yayın odasına talimat verip oyuncuların önden görüntüsünün verilmemesini istediğine ilişkin  duyumlardan da bahsetmektedir. Uzan'ın 40 milyarlık teklifinin o dönem için yaklaşık 4 milyon dolara tekabül ettiğini belirten Cansun, Yalman'ın bu para karşılığında istifa etmeyi kabul ettiğini, ama yönetici Oğuz Emregün'ün "Kimse Galatasaray Başkanı'na maymun suratlı diyemez. Bu iş bitmiştir" diyerek itiraz ettiğini ve nihayetinden önce Show Tv ile yeni bir anlaşma yapıldığını, ardından da Uzan'ın kulüpten ihraç edildiğini anlatmıştır.
Uzan daha sonra, Faruk Süren döneminde Galatasaray'a yeniden üye olmuş ve Telsim ile Galatasaray arasında bir forma reklamı anlaşması da yapılmıştır.

**: Dinçer, başka ilginç detaylar da vermektedir. Örneğin, Tanju Çolak'ın Fenerbahçe'den transfer edilmesini istediğinde, Cem Uzan'ın buna karşı çıktığını söyler. Uzan'ın gerekçesi, yukarıda bahsettiğimiz karakter yapısını anlamak için kritiktir. Uzan, "zamanında verdiği bir davete katılmadığı için" Tanju'yu almayacağını söylese de, Dinçer'in sürekli ısrarı ve takımın aldığı başarılı sonuçlar üzerine Tanju'nun transferini kabul eder. Uzan'ın İstanbulspor'u Milan yapmak konusundaki isteği, bu örnekte onun kişisel kızgınlığına baskın gelse de, o yine de "öfkeli bir adam"dır. Bir maçtan sonra soyunma odasına gelerek Dinçer'i tebrik eden Alp Yalman ile ilgili olarak Uzan, Dinçer'e "O adamı niye odana aldın? (...) O adamın elini bile sıkmayacaksın" der.

(Şirket Ve Parti, H. Bahadır Türk, sf. 244-245)

Nerden Nereye 183




"Gergin derbi" editi:



Mahmutoğlu


- Lakers'ın Florida b2b'sini izledim. Yani üstüste Miami (101-88, L) ve Orlando (101-99, L) deplasmanlarını. Küçük küçük notlar aldım. Patron bloga yaz dedi, ben de neden yazmayayım ki diye düşündüm ve...

- Jordan Clarkson'u çok seviyorum. Eski usül üçlüğün bir ya da iki adım içinden istikrarlı şut sokabiliyor diye. Oyunun tamamen üçlük atışlara evrilmesinden nefret ediyorum o yüzden böyle kısalara ihtiyacımız var. Orlando onun günü değildi gerçi.

- Şut demişken D'angelo'nun ne biçim bi' şut stili var amk. Göktuğerce solak olmasına yordu ama Rodney Hood da solak.

- Lafları geçmişken, D'angelo Kendall Jenner ile Clarkson da eski VS meleklerinden Chanel Iman'la çıkıyormuş. Bundan son derece rahatsızım. Daha gencecik çocuklar bunlar. Bu kızlar adamı çiğ çiğ yer. Hadi Clarkson neyse daha efendi ve anlayışlı bir çocuğa benziyor, üstelik Chanel Iman da biraz low profile ama D'angelo her an raydan çıkabilecek bir tip görünümünde. Zaten seçildiği sıranın hakkını veremeyecek gibi (Towns, Jahlil ve PORZINGIS'le kıyaslarsak), bir de üstüne Kardashian kızıyla düzüşmek. Rahmetli Buss olsa bunlara izin verir miydi be...

- Keşke Jahlil'i seçseydik ya. Gerçekten, D'angelo henüz bekleneni veremedi veya Jahlil beklenenden iyi gözüküyor diye demiyorum. Biz neden Hibbert izliyoruz bu takımda abi? Miami maçında Hassan Whiteside ağzına sıçtı resmen herifin. Orlando maçında iyi gözüktü gerçi ama konu o değil. Zaten Hibbert'ın kariyeri adına çok yanlış bir durum şu an Lakers'ta bulunması. Bırak maçı, çeyrek içerisinde istikrarsızlıklar gösteren ve konsantre olmakta zorlanan bir adam bu. Lakers gibi bir takıma gelince de iyice salıyor haliyle. Bazı oyuncular sadece başarılı ve doğru takımlarda iyi oynayabilir ya, Hibbert da öyle.

- Hassan Whiteside gibi pivotlara bu ligde çok ihtiyacımız var.

- MWP'yi çok iyi gördüm. İki maçta da acayip şut soktu, hele Miami maçında 4/4 üçlük... Ve neredeyse bizim şampiyonluk senesinden daha iyi gözüktü bu iki maçta, VE ben başta kullandığım cümleyi sadece hücum performansı için de söylemiyorum. Savunmada acayip çalışıyor yine eller, kollar. Adamsın.

-  Bir de bu adam sezon başında kadroya alındığında Çin'de mi Tayvan'da mı ne sikimse attığı bir üçlüğü gösteriyorlardı potaya değmeyen.


- Biraz da Randle. Bu çocuk doğru yönlendirilirse bizim Draymond Green'imiz olabilir. Çok yönlülük ve istatistik kağıdı doldurmak açısından diyorum. Kolaylıkla istikrarlı bir şekilde 10 sayı, 9 ribaunt, 8 asist performansları gösterebilecek bir oyuncuya dönüşebilir. Tabii Orlando maç sonundaki gibi üstüste birkaç şut soktuktan sonra gaza gelip heroball oynamamasını da (Tobias'tan yediği blok) öğrenmesi gerekiyor. Orta mesafe şutu üzerine muhtemelen yoğunlaşıyordur zaten.

- Dragic epey kısıtlanmış Miami'de ya. Sakatlığı falan yoksa resmen yetenekleri elinden alınmış bir oyuncuya dönüşmüş. Hiç de sevmem suratsızı.

- Ben Lou Williams'ı Lakers formasıyla izlemek istemiyorum. Ben yeni kurulan ve gelişmekte olan bu takımda sırf sayı üretebiliyor ve çizgiye gidebiliyor diye topu eline isteyen, sadece isolation oynayan, pası hiç düşünmeyen ve akıcılığı bozan bir adam görmek istemiyorum. Nick Young diyenler olacaktır o hem eğlendiriyor, hem akıcılığı belli bir ölçüde bozmuyor hem de biraz daha catch-and-shoot oynuyor. Bu da biraz Hibbert gibi böyle boşvermiş takımlarda hiç çekilmez. Biraz daha kafaya oynayan takımlarda iyi bench oyuncusu olur geçen seneki Toronto'da en iyi 6. adam ödülünü almıştı işte. Clippers-Jamal Crawford gibi.

- Güzel bir çekirdeğe sahibiz ama takıma gereksiz sayıda veteran doldurduk. Zaten Kobe var (inşallah veda senesi), Hibbert, Lou, Bass yetmedi MWP, yetmedi Huertas. Huertas ne alaka mesela ya.....

- Az kalsın Kobe demeden bir Lakers yazısı bitirecektim tüh. Paşamız bu sene ilk defa oynamadı bu iki maçta da dinlendirildi.

"The other problem is there's no role differentiation whatsoever. Whose job is it on this team to move the ball and play defense? Larry Nance? Everyone on the perimeter needs the ball in their hands the same way a man drowning in the ocean needs water. It kind of feels like they are all taking turns hunting for their own shot and there's no real flow to the offense. What makes it worse is there's no space. Everyone wants to point the finger at Byron Scott but it all goes back to the front office." Pattern of Basketball diye bir blog'dan. Biraz Vitor Pereira-Yönetim-Fenerbahçe ile benzeşiyor diyebiliriz sorun.

- Evan Fournier'i çok seviyorum.

- Shabazz de ne top oynadı be, Elfrid'den kapacak galiba formayı.

- Şimdilik bu kadar, LAKERS TARAFTARI OLMAK MÜKEMMEL BİR AYRICALIK.

Taç

(Ali Kırca'nın Futbol Hayattır isimli kitabından.)

Tanju'ya Mektup Ya Da Bir Gönül Yarası

  Bu satırları umarım Tanju Çolak okuyordur. Bu mektup onadır. Ama onunla birlikte herkesedir de... Anlayana, bilene... 1988 yılında TRT'de Haber Dairesi Başkanı'ydım.
  Spor haberlerinin de sorumluluğu üzerimdeydi.
  Pazar akşamları, farklı, renkli ve canlı bir spor programı yapıyorduk.
  Artık kadınlar bile 'spor' seyreder olmuştu.
  Her programda ilginç ve yaratıcı fikirler bulup uygulamaya çalışıyorduk. O yıllarda 'reyting stresi' yoktu, ama yine de bir önceki programı ve kendimizi aşmak için çaba gösteriyorduk.
  1988 Mayıs sonlarıydı.
  Galatasaray şampiyon olmuş, ama daha önemlisi Tanju Çolak hem Avrupa gol krallığına ulaşmış, hem de Metin Oktay'ın 25 yıllık rekorunu kırmıştı.
  Program için farklı 'ne' yapabileceğimi düşünürken, çocukluğumdaki bir 'fotoğraf' gözümün önüne geldi.
  Metin Oktay'a krallığının ödülü olarak verilen gerçek bir tacın, galiba da altın kaplamalı, özel işlemeli bir 'taç'ın fotoğrafı.
  Hemen Metin Oktay'ı aradım.
  O 'taç'ı pazar akşamı canlı yayında, eski kral olarak yeni krala devredip devredemeyeceğini sordum.
  Açıkçası, bunu Metin Oktay'dan istedim.
  Telefonda, birkaç saniye süren bir sessizlikten sonra "peki", dedi. Ve o inanılmaz inceliği ve beyefendiliğiyle ekledi:
  "Siz nasıl uygun görürseniz..."

***

  Pazar akşamı, önce, Tanju geldi stüdyoya... Koşa koşa... Sonra da Metin Oktay... biraz durgun, biraz da kırgındı.
  Sunucuyla konuşmalarını ve devir-teslimi rejiden izliyordum.
  Hepimiz, Tanju'ya karşı 'babacan' bir yaklaşım beklerken, o 'acımasız' bir konuşma yaptı.
  Tanju'nun ayaklarının yere basmasını istedi. Sözleri, nasihat ölçülerini aşan sertlikteydi.
  Şaşırmıştık... O günlerde, ne Hülya'lar esiyordu Tanju'nun başında, ne gazinolar, ne altın kabzalı tabancalar, ne Fener'e olaylı transfer hikayesi, ne de Mercedes dramı vardı.
  Tanju 1988 baharında, henüz o fırtınaların çok uzağındaydı.
  Ama 'bilge kral', olacakları biliyormuş gibi karşısındaki acar çocuktan 'ayaklarını yere basmasını' istiyordu.
  Sonra yanında getirdiği tacı, Tanju'nun başına yerleştirdi. Kırgındı... Ama inceliği yine elden bırakmadı. Hepimizin elini sıkarak teşekkür etti... Gitti... on bir daha hiç görmedim. Birkaç yıl sonra da ebediyen gitti.

***

  Hayatımın en büyük, en acı yanlışlarından birini yaptığımı daha o ilk telefon görüşmesinde fark etmiştim. Ama geriye de dönememiştim.
  Oysa, o taç, yalnızca Metin Oktay'a aitti.
  Ne benim, o tacın başkasına devrini istemeye hakkım vardı, ne de Tanju'nun o tacı alıp başına koymaya. İlginç bir yayıncılık olayı için, büyük insanın gönlünü kırmış, lakin o bizi üzmemek adına, kırgınlığını yüreğinin sessizliğine gömmüştü...

(...)

Nerden Nereye 182



Kola


1-2 kere lafını etmiştik sanki. Seri bozulduğu için artık rahatça söz edebiliriz. Kayserispor bayağı bir süre "aynı" iç saha formasını giydi. Yani tam olarak "aynı". Tasarımdan bahsetmiyorum. 9-10 ile 14-15 arası, 6 sezon aynı iç saha formasıyla sahalarda yer alarak, muhtemelen modern dönem için bir rekora imza attılar.


Yeni çubuklu ise şu. Omuzlar bu kez sarı renk. Bunun için ne kadar ömür biçiyorlar bilemem.



Schennikov


Dün Hawks, deplasmandaki Hornets maçına yukarda gördüğünüz şekilde çıktı. Neden olduğunu bilmiyorum, ama bu, en azından modern dönemde NBA için bir ilkmiş. Tanıtımda böyle bir şey yoktu. Bu tercihin sebebine dair umarım ilerde bir şeyler öğrenebiliriz.

Bu kombinasyonu görünce akla hemen tabii...


Farklı renk forma-şort olayı NBA'de neredeyse hiç yok, malum. Ama ben ona rağmen, şu formayı kendi ilk 5'ime rahat alırım. Bir ara yine giyseler 2-3 maç. Gerçi artık klasik renklerine döndüler, bağlantı da yok önceki gibi, olur mu, belki. İlaveten şunu hatırlıyorum, tek maç giyildi sanırım:


Bir de bu sezondan:


Bizim amını-aklını siktiklerim yüzünden, basket takımı da göt altına gitti.

Edit: Kaan sağolsun hatırlattı, unutmuşum dün. Pacers da bu sezon birkaç maçta, şu meşhur Hoosiers filminin 30. yılı onuruna, filmdeki takımın formasını giyecek.