Çift Yıl

Uzun uzadıya yazacak halim yok. İlk maçı alacaktık. Olmadı, böyle oldu. Karşındaki adam zaten kafayı bozmuş, deli gibi saldırıyor...
Öndeki maçı hata yapıp vermek. Hep yapıyoruz, alıştık.
Duncan triple-double yaptı. Ama şu durumda ehemmiyeti yok tabii.
Bir kere daha gördük, şu yukarıdaki Mj seviyesinde. Maçı izleyenler anlar.
Farmar itinin siki bize kalktı. Aynı Olimpiyatta Manu'nun Kobe'ye kalkacağı gibi...

Her şeyi bırak, çift yıl meselesi gene. Maçı izlerken aklıma şey geldi bir ara, biz ya şampiyon oluyoruz, ya da 2. turda filan eleniyorduk. Bu kez ise Batı finalindeyiz, demk ki eşiği geçtik, gene alacağız yüzüğü filan... Yalan oldu tabii. Allah belasını versin çift yılların diyeceğim ama Marduk var, 2012 var. Ayıp.
Kobe gitsin alsın bari yüzüğü. İstedikleri Boston-LA finali geliyor. TNT bile flama gibi bir şey dağıtmış "Boston'ı istiyoruz" mu ne yazıyordu;ayıp. Bu kadar da belli edilmez. Bir de baksan hakemler bize çalışıyor. Nah bize.

Yaşla filan alakası yok, gerekenleri yapsak yenerdik, bizim elimizdeydi maç. O amına kodumun Ekşi salakları da gitsin "Td üçlük atıyor, oradan belli sıçtılar" diye yorum yapsın. Sokunca sevinirler ama gerizekalılar. Bir tane de şu işlerden anlayan adam olsun gözünü sevdiğimin memleketinde ya.

Yuvaya Dönüş


Fenerbahçe Ülker'e karşı son 10 maçını da kaybeden Efes, (niye böyle söylüyorum, çünkü başka istatistik vermeye gerek yok. Bu sezonki durumlarını biliyorsanız tamam işte.) en sonunda doğru adımı attı ve Ergin Ataman'a döndü. Onun da canına minnet tabii. Beşiktaş'ta bu sezonki onca başarıdan sonra kendini dışarda bulmasının ardından, Türkiye'de daha iyi işler yaparak kendini göstermek isteyecektir. Onu da bırakın, Efes'te yarım kalmış işleri vardı Ataman'ın. Çok iyi oldu.
Bu sezon elendiklerini de hesaba katarsak, 3 senedir üstüste şampiyon olamayacak Efes. Bu onlar için uzun bir süre. İlaveten 8 sezon sonra Avrupa'da ilk 8'e kalamamışlardı.

Kaptan

Aklıma geldi gece vakti, bir şeyler yazmak istedim Kaptan hakkında.
Okuma, etrafımı, dünyayı anlama serüvenimde sürekli karşıma birileri çıktı. Okudukça, takip ettikçe, kurcaladıkça. Ama maalesef hepsi, ne hepsisi, birçoğu "yeterli" değildi. Öyle görünüyorlardı ama değillerdi.
İnsan öğrenmeye çalıştıkça, bir şeyleri çözdükçe kendine dayanak arıyor. Birilerine tutunmak istiyor. Doğru işler yaptığını, doğru izde olduğunu teyit etmek için birilerinden destek almaya çalışıyor. Şükürler olsun ki, kişisel serüvenimde karşıma bu tip karakterler çıktı. Çıkmasalar, bunları söyleyemezdim zaten. Attila İlhan bunların en önemlilerinden biri, hatta en önemlisi.
Bir yerden bakınca onu geç keşfettim diyorum ama aslında pek sayılmaz. Hiç olmamasından iyidir değil mi?
Önce birkaç kitabına ulaştım. Hem de o dönem kitap sıkıntısı çekmeme rağmen. Onları bir hallettim.
Sonra Cumhuriyet'ten takip etmeye başladım onu. Yazıları haftaiçi pazartesi, çarşamba ve cuma çıkıyordu. Sırf onun için alıyordum Cumhuriyet'i. Çok günler uzak gazete bayiilerine gittiğimi bilirim onun köşesini okumak için sırf. Okuduktan sonra keserdim o yazıları. Arşivlemiştim hepsini. Duruyorlar hala.
Zaman geçtikçe diğer kitaplarını ve romanlarını da okuma fırsatı buldum. Onu anlamaya çalıştım;anladım. Bir yandan da Trt 2'deki programını izliyordum, direk kendi sesinden onu dinlemek çok farklı bir deneyim tabii.
Sonra da tüm hızıyla devam etti ve devam ediyor Kaptan'ı okuma serüvenim.
"Geç buldum erken kaybettim" gibisinden bir laf vardır ya, ben ve Kaptan arasındaki ilişki de öyle oldu belki ama, onun kitapları, söyledikleri vasıtasıyla ölümsüz olduğunu düşünürsek, geçersiz bir durum da bir yandan.
11 ekim 2005'de öldü Attila İlhan. Son dönemde sağlık sorunları sebebiyle Cumhuriyet'te yazmayı bırakmıştı, ve o dönem katıldığı bir kitap fuarında, oldukça "çöktüğü" görülmüştü. O dönemden sonra çok zaman geçmeden de vefatı haberi alındı maalesef.
Birkaç ay sonra İstanbul'a gitme imkanı bulmuştum. Sağolsun bir arkadaşımın annesinin de yardımlarıyla mezarını ziyaret etme imkanı buldum. Hayatında göremedim belki ama, en azından böyle ona vefa borcumu ödemiş oldum. Mezarının başında teşekkür ettim ona, bana kattıkları, bu ülkeye kattıkları için. İçim rahat etti böylece.
Eğer bu ülkeyi anlamak istiyorsak, kendi aydınımızın nasıl olması gerektiğini düşünüyorsak, Atatürk'ü doğru kavramak istiyorsak, ona bakmalıyız, onu okumalıyız.
Umarım ona layık oluruz.
Daha çoook söylenmesi gereken şey var onun için ama, şimdilik çıkanlar bunlar.

Mexes, Domenech, Göt, Baş


Demek ki sadece bizde olmuyor mantık-dışı kadro tercihleri. Domenech, Fransa kadrosuna Mexes, Cisse, Flamini, ve Escude'yi almadı.
Mesela bakıyorsun, defansta Escude ve Mexes'nin yerine Boumsong ve Squillaci var. Bunun bir izahı yok. Acaba Boumsong Domenech'e ...
Neyse. Mümkünatı yok yani anlaşılamaz bu tercih. Nasıl olmaz Mexes.
İyi bir sezon geçiren Flamini'yi almaması da anlaşılır değil. Toulalan'ı veya Nasri'yi almasında sorun yok ama, Flamini dışarda kalınca şöyle bir duruyorsun.
Cisse'nin alınmamasına pek bir şey söylenemez, çünkü Trezeguet bile dışarda. Bu Gomis'in alınması ve diğerlerinin dışarda kalmasını bizim Mevlüt ve diğerleri meselesine benzetebiliriz. Trezeguet nasıl olmaz diyorsun ama yapıyor işte.

Çarşı


Son yıllarda Beşiktaş'ı aşmış geçmişti Çarşı. O kadar içtendiler ki, her takımdan taraftar, futbolu seven her insan Çarşı aşığı kesilmişti. Biz de hemen hemen öyleydik.
Ve bu oluşum, çok az kişi veya topluluğun cesaret edebileceği bir iş yaptı. Kendini feshetti. Sebep olarak da bazı eleştiriler ve Çarşı'nın Bjk kimliğinin önüne geçmesi söylendi. Eleştiri kısmını bilemem ama, ikincisi haklı. Çarşı öyle bir hale geldi ki, cidden Beşiktaş'ın önüne geçti Hele de Bjk başarısızken olunca bu, iyice abartıldı.
Türkiye taraftar grupları konusunda çok yetkin bir ülke değil. Doğru düzgün bir tane vardı. Hatta yabancılar bile yavaş yavaş tanıyıp takdir etmeye başlıyordu. Bazı anketlerde Dünya'nın en iyi taraftar grubu oldukları filan söylendi. Real Madrid'den bazı kişilerin onları incelemeye geldiği söylendi. Bunlar çok büyük şeyler.
Ama artık yoklar. Varlıklarını kendileri sonlandırarak, iyice efsane oldular.
Bazıları "yaav aynı adamlar duruyor nasılsa, devamı olur, bir daha kurulur" filan diyorlar ama laf-ı güzaf. Bitirdiler işte. Yenisi kurulsa ne olacak. Anlamıyorlar işte.

Gidenler

Herkesin beklediğinin aksine, kadrodan çıkarılanlar çok farklı isimler oldu. Herkes ters köşeye yattı. Kaş, Yıldıray ve Halil çıktı kadrodan. Kaş'a eyvallah da diğer ikisi...
Sonuçta Avrupa tecrübeleri var, Yıldıray desen 02'deki kadroda da vardı. Az sayıdaki tecrübeliden biri takımda. Mevlüt daha yararlı mı olacak Halil'den yani?
Gerekçelerini de belirtmiş hoca ama, içe sinmiyor işte. Ne yapalım, bu takımı yöneten o değil mi. Bekleyip göreceğiz kararlarının sonuçlarını. Töhmet altında kalacak olan biz değiliz en azından. Böyle blog'dan atıp tutmanın en güzel kısmı da o sanırım...

1-3


Kaybeden taraf ne desin ki? Sanki bu takım değil, son 5 yılda 3 yüzük kazanan. Biri ayağına çarptırır, diğeri elinden kaçırır vs. Salak salak hatalar.
Bitime 2 dk. mı ne kala hücum ribaundunu alamadık ya bir faul atışı sonrası, fark 7'ydi sanırım. Orada bitti işte olay.
Bir kere bir Spurs maçında Manu ilk sahaiçi isabetini bitime 6 dakika kala buluyorsa, o maç zaten kazanılamaz, kazanılmamalı da. Olmadı zaten, ha yaklaştık o ayrı.
Td play-off performansını sergiledi, sorun yok. Parker da normale yakındı. Çok büyük sürpriz ise Barry'nin 23 sayısıydı. Yani bir nevi Manu'nun atacağı sayılar, Barry'den geldi. Son topu kaçıran Barry yani.
Bir köşeye şunu sıkıştırayım:Kobe hakikaten çok büyük oyuncu. Yani çok söylendi ama, cidden o adam başka bir seviyede, diğerleri başka.

Yine istatistiki bir bilgi.
Spurs'de sadece 6 oyuncu sayı bulabildi, 4 oyuncu sayı atamadı. Lakers'ta ise, 1 dk oynayan Ariza'yı saymazsak, diğer 10 oyuncu da sayıya ulaştı. Bu önemli. Çok çok önemli. Hem de Manu'nun "olmadığı" bir maçta. Tam 36 dakika hiçbir şey yapmadı Ginobili. Rezilliğin dikalası. Onun yerine keşke Udoka filan süre alsaydı. Udoka ve Finley, 8'er dk. oynadı sadece.

Bu saatten sonra serinin dönme olasılığının imkansıza yakın olduğunu biliyoruz. 7 maçlık serilerde 8 veya 9 defa 3-1'den dönüldü. Biri de işte bu Lakers'a karşı oldu (Pho yaptı), aslında tam "bu" Lakers sayılmaz. Çok fark var. Yine de biz "şampiyon"uz. Buna güveniyoruz, ve de takıma.

Spurs'te şöyle bir yön var:Bazen her şeyi yapabileceklerine, herkesi yenebileceklerine inandırıyorlar. Ama bazen de, dünkü gibi çok yetersiz bir takım gibi aptal salak şeyler yapıyorlar. Ne bileyim 70 sayı atıyorlar, en skorer oyuncusu 42 dakika sahaiçi isabet bulamıyor. Böyle olunca da, taraftarın aklı o ikinci kısımda kalıyor. Şimdi önümüzde 3 maç var, ikisi dışarda. Çok çok ümitli değilim ama söyledim, alırsak da şaşırmam. Bu seriyi çevirecek kaç takım var ki Nba'de.
Maç boyu Lakers'ta savunma yaparak maçı kazanmaya çalışan futbol takımı görüntüsü vardı. Bana öyle geldi ya da.
Bir de şu var:Lakers artık Kobe'siz, veya şöyle söyleyeyim;tamamen bench'ten gelen oyuncularıyla maçı devam ettirebiliyor artık. Turiaf, Vujacic ve Farmar o seviyeye geldiler. Bu çok iyi onlar için. Hep söylüyoruz, daha Ariza ve Bynum ortalıkta yok. Tahmin ettiğimiz gibi olursa, seneye Lakers feci olacak.

PLAYed & OFF


Tam bir playoff mücadelesi gördük. Son şampiyon, bilibili'nin takımı San Antonio Spurs evinde öne dahi geçemeden verdi maçı. Lakers'ın bu performansı Utah serisini hatırlattı. Utah da birden çok kere LA'in kıçına kadar gelip öldürücü darbeyi vuramamıştı.

Son dakikalara gelirsek en acilinden. Lakers 8 sayı önde, Gasol serbest atışlar kullanıyor. Her şey burada başlıyor. 2 dakika küsür var. İkisini de kaçırıyor sayın Katalan, peşinden Emmanuel serisinin başrol oyuncusu Bilibili sahneye çıkıyor, belki de bu seride yaptığı en büyük işi yapıp o üçlüğü sokuyor. Peşinden bir top kaybı, Parker turnikesi. (Ki bu turnikede yakından bakarsanız dünyanın en temiz ve en noktalayıcı bloğuydu o top Joey Crawford'a selamlar.) Peşinden KB24 hazretleri 30 saniye kala topu tutacağına turnikeye gitmesi, peşinden gelen Spurs hücumu 28.2 saniye kala farkı 2 sayıya indirdi. Fisher'ın şutu, ribaundu "Big Kolpa Bob"un ayağından sektirmesi ve Lakers hücumu. Ancak burada da sevgili hakemlerimiz, ya da 24 saniye saatini tutan lavuk, her neyse o elemanın hatasıyla Lakers'a yeni saat verilmiyor ve 2 saniye (hatta daha da az 1.bi' şey) kala Kobe zorlama bir şutu kaçırıyor. 2.8 saniye var. Mola ve sonrasında Spurs istediği oyunu oynayamıyor ve top yaklaşık bir 12 metre uzaklıktaki Brent Barry'e gidiyor. Paşamın kendi ağzından dinleyelim:

"İstediğimiz seti oynayamadık. Top elime gelince birden şaşırdım. Faul tartışmaları var, ben ilk ağızdan söyleyeyim, Derek'e haksızlık yapmayın çok iyi bir savunmaydı. Ters taraftan geldiğini görmedim, döndüğümde zaten oradaydı."

Olan ise şu, Barry gerçekten de arkasını döndüğünde Fisher zayıf taraftan yardım olarak gelmişti, döner dönmez zıpladı ve kendi silindirini bozmadan Barry'i sıyırdı. Burada "büyük oyuncu" Tim Duncan ve Tony Longoria kendilerinden geçtiler, hakeme filan salladılar ancak orada ne Barry'nin faul alma çabası, ne bir faul var. Önce kitabı okuyun. Havada olan oyuncuya faul çalınması için gereken şu: "If a player jumps for a block and loses his cylindre, or lowers arms, the foul shall be called." Anlayan anlar, belki de tarihin en büyük oyuncusuna gider de bu o da anlar. Yapma Duncan, karizmayı çizme. Longoria senin de her tarafın karizma olsa n'olur, amele kılıklı. Barry de topu salladı, girmedi doğal olarak.

Kobe de farkında olanların: "Sanırım o hücumda daha sabırlı olup süreyi biraz geçirmeliydim. Bu adamlar şampiyon, onlardan öğrenmemiz gereken çok şey var diye düşünüyordum. Şimdi ise onlar bizden öğrenip geri gelmeye çalışacaklar." Robert Ori ve "Emmanuel Soho'da" takımın altına bomba koyup pimini çektiler. Belki de, hatta büyük ihtimalle seri gitti.


Ama bir de şu var: "Never underestimate the heart of a champion."

Lakers da Perşembe bitirir abi. Benden bu kadar. Kaybeden tarafa sözü bırakıyorum.

Takıntı

Ekşi'den wheniwaschild'ın harika bir entry'si.

herkesin national geographic izlediği, hiç kimsenin türk yapımı dizi seyretmediği ve yerine herkesin lost izlediği, herkesin eternal sunshine of the spotless mind filmini izlediği, kimsenin seda sayan, esra ceyhan izlemediği... kimsenin ismail yk, özcan deniz, ciguli dinlemediği ve yerine herkesin pink floyd, rolling stones dinlediği hatta akp'ye kimsenin oy vermediği (oha !) bir ülkede yaşıyoruz.

bu ülkede herkes nutella yer arkadaşım, köylerde ve kent meydanlarında kadınlı erkekli herkes meydanlarda toplanır ve nutella yerler. hatta bu nutella yeme bir çeşit festival havasında gerçekleşir. pms olmuş kadınlar bir yanda, şekeri düşen erkekler bir yanda ve tabiki çocuklar diğer yanda kaşık kaşık nutella'nın yemenin keyfini yaşarlar.

bir kişi yoktur ki nestle, sarelle yesin. ne mümkündür o festival havasında... şu topraklarda dilini bile değdirmemiştir kimse nestle ve sarelle'ye.

öyle ki rahatsızlıklar bile nutella bağımlısıdır pms olan birisi sarelle ya da nestle yesin pms kesinlikle 6 ay uzar, şekeri düşen erkek gidip nestle yesin 6 ay nutella yese akabinde o şeker yükselmez. bu topraklarda rahatsızlıklar bile nutella'yı tanır.

nutella abartılacak kadar ilahi bir tattır, bir başka üründe bu tadı yakaladım diyen kesinlikle toplum içinde rencide edilir, ayıplanır.

marka takıntısı'dır efenim kendisi. hatta marka takıntısından bile daha kötü bir şeydir. sürekli eleştirilen marka takıntısı olan insanlar en azından yüksek bedeller ödeyebileceklerini göstermiş olurlar bu takıntılarıyla ve bir sonuç ortaya koyarlar. ha ben "yazık" derim, bir başkası "ayy çok şekeear" der.

bu topraklarda bazı değerler ya da ürünler gereksizce abartılıp yeni bir elitist ürün ortaya çıkarılmaya çalışılıyor ki sıkıysa pms olan kız, nutella yerine sarelle yedim desin bakalım, diyemeyecek noktaya getiriliyor. aa böyle bir şey nasıl olabilir di mi? pms olan kız sarelle yer mi hiiç?

herkesin eternal sunshine of the spotless mind izlediğini yemiyorum mesela, istiyorum yemeyi ama olmuyor zira bu film ki sinemalarda seyredilme oranı burada verilmeyecek derecede az olan bir film. bir çok kişi izlemeden hayran olduğunu ifade ediyor. çünkü, eternal sunshine of the spotless mind'ı izlememiş olmak utanılacak bir şeymiş gibi yine çakma bir marka üretilmiş.

gerçekten marka takıntısı olan insanları, toplumda ya da sanal toplumda eleştirenlerin böyle çakma marka takıntısı üretmelerine de şaşırmamak elde değil.

Kral Gider


Zirvede bırakmak diye bir şey var. Daha önce de yapabilirdi mesela, 06'da. Hazır şampiyon da olmuşken. Şimdi kulüpten ayrılıyor, Dubai'ye mi gider, nereye gider bilemem. Ama bitirseydin işte bu sene be kral. Yine şampiyon olmuşuz, bilmemkaçıncı şampiyonluğun olmuş (9 du sanırım), yaş da 30-31 değil ki, 37.
Kendi bilecek maalesef yine. Para için gidecek desen, bu ülkenin gelmiş geçmiş en çok kazanan sporcusudur belki o.
Bıraksaydın Gs'de işte, ne vardı ki.

Yönetimin jübile teklifini kabul etmemiş Hakan, ve ayrılması kesinleşti. Hadi Dubai vs. olur da, Kayseri'ye gitmese bari. Hayırlısı.

Edit:Sikicem böyle işi, durum değişti. Şimdi de ne olacağı kesinleşmemişmiş. Yazıyı da silmiyorum, dursun. Araya birileri girdi herhalde...

Keita Ve Pique


Sonunda adam gibi transferler yapılmaya başlandı. Tabii bu Alves'in peşinde oldukları gerçeğini değiştirmiyor ama ne yapalım. En azından şu yapılan hamleler "galacticos-vari" şeyler değil.

Geçen sezonu fiyaskoyla bitiren Katalan Milli Takımı, bu sezona (transfer sezonu tabii ki) iki çok yararlı olacak (bak, olabilecek değil) transfer ile girdi:Keita ve Pique.
Birisi malum, Sevilla'da parladı, iyi işler yaptı. Büyük bir takıma gideceği belliydi. Biz olduk, harika oldu. Poulsen deniyordu bir ara, ama o olmayacak sanırım. Veya olmadı.
Pique ise malum, son yıllarda daha 6-7 yaşındayken (ayıptır ulan) elimizden (ç)alınan gençlerden. Gitti geri geldi Manutd'dan. 4 sezon kaldı orada, biri kiralık, Zaragoza'da.
Orada forma şansı az, malum. Bu sezonun ikinci yarısında oynayabilmişti biraz, Vidic'in yokluğunda. Ne varsa kendi çocuklarımızda var. Trabzon modeli işte. Yetenekli Katalan'dan bol ne var. Yetmiyor hatta, dışarı kaçırıyoruz bazılarını işte.

Umarım bu doğrultuda devam eder çalışmalar. Takıma gerçekten katkı yapabilecek, aç oyuncular alınır.

Ne Yapacağız

10 gün filan kaldı "büyük mevzu"ya.
Pek güvenemiyorum takıma, güvenemiyoruz. Söylenen sistem oturmuş değil, bazı oyuncuların oynayıp oynamayacağı kesin değil, halen kesinleşmemiş şeyler var.
Nasıl olur bilemiyorum ama, futbol oynayarak, oynamayarak, balına, şansına, falan filan bir şekilde ilk maçta Portekiz'e yenilmemeliyiz. İlk maçta yenilirsek, bu genç kadro anında demoralize olacaktır büyük ihtimalle. 02'deki gibi bir grup da yok ki, yenildikten sonra gruptan çıkma şansımız olsun.
Az önce Ekşi'de bir eleman yazmış, diyor ki, Türkiye son 2 turnuvasında hep, önce güçlü takıma yeniliyor, 2. maçta ortanca takımla berabere kalıyor, son maçta da evsahibi/evsahibine komşu takımı yenip gruptan çıkıyor. Böyle bir dizginin gerçekleşmesi muhtemel ama fikstür müsait değil, çünkü 2. maç İsviçre ile. Son maç olsa, oluyordu ama değil.

Ne olursa olsun, Portekiz'e yenilmememiz şart. Ronaldo artisinin dediklerine bakarsak, onların bizi biraz küçümsediklerini çıkarabiliriz belki. Bu işimize yarayabilir.
Temelde 3 maçımız da zor. En zorunun ilk maç olması avantaj mı, dezavantaj mı, orasını bilemeyeceğim.
Benim tahminim ne derseniz, gruptan çıkma şansımızı çok yüksek görmüyorum, ama bu hiç şansımızın olmadığı anlamına gelmez. Potansiyelimizi yansıtabileceğimizden emin olsam, favoriyiz bile diyebilirim ama işte...
Şöyle bir avantajımız var ki, rakiplerimiz bizi bizim sandığımızdan daha iyi görüyor ve bekliyor. Görünen o.

İnsan Yunanistan örneklerini görünce "Neden olmasın?" demeden duramıyor. Bir düşünün, 5 maçı kazanırsak, veya şöyle söyleyelim; gruptan çıkıp, 2 maç daha kazandıktan sonra finaldesiniz. Bu bizim için başarıdır her türlü. O seviyeye geldikten sonra da, iş bir maça bakar işte. Çok çok zor değil. Söz konusu olan, konsantre olunmuş, doğru işler yapılmış bir 5 veya maç.
Keşke becerebilsek.

Umarım, kişisel çabalar etkili olur maçlarda. Olmalı da. Çünkü böyle çok organize, makinevari bir takım yok ortada, bu saatten sonra da olmaz. O yüzden, bireysel performanslara bel bağlamak veya beklemek hakkımız "diye düşünüyorum".

Şimdilik bu kadar, söz merkezde.

Adem Badem Madem

"Sen havvasın ben adem
gözlerin ceviziçi badem
birbirimizi bu kadar seviyoruz
neden oturuyoruz madem"


Gece gece Metin Akpınar yardırıyor...

Göz Görmeden...


Hani vardır ya, "göz görmeden gönül sever mi" diye bir lakırdı. Anasını bile siker...

Kaos


Olaya Ferrari açısından bakacak olursak, sonuç iyi. Öyle bir yarıştı ki, 2 arabamız da yarış dışı kalsa, veya puan alamasak, hiç yadırgamaz, üzülmezdim.

Başına bir iş gelmeyen kalmadı. Her pilot, ya kaydı, ya bariyerlere çarptı. En az bir sorun oldu yani herkeste.
Kimi'nin 5. iken Sutil'e çarpması belki de yarışın en kötü/talihsiz anıydı. Bu kaza sonucunda hem Kimi, yerini kaybedip puan şansını yitirdi;hem de Sutil kendisi için büyük bir başarıyı kaçırdı.
Kubica 2. oldu. Bu elemanı Ferrari'ye istiyorum. Çok büyük işler yapacak.
Webber 4. yarışta üstüste puan aldı. İstikrar harika tabii.
Takımlarda öndeyiz de, pilotlarda Lewis tırmandı tepeye, Kimi puan alamayınca.

Sonlarda da yağmur olsa, yarış çok çok daha karışık olurdu.

Öküz Ronaldo


Vatan röportaj yapmış kendisiyle. Okuyun şu kısmı:

"GERÇEĞİ söylemek gerekirse Türkiye’yi hiç tanımıyorum. Ne bir takımını, ne Milli Takımı’nı, ne de bir oyuncusunu. Fakat geçmişten gelen bilgilerimle bizi sert bir takımın beklediğini söyleyebirim. Türkiye genelde teknik ama sert olan futbolculardan kurulu sert bir takım olarak bilinir. Bizim için zorlu bir rakip olabilirler. Fakat şunu da söylemeliyim... Türkiye’den daha çok bizim ne yapacağımız önemli. Çünkü biz mükemmel bir takımız. Mükemmel futbolcularımız var ve daha da mükemmeli arıyoruz."

İşini iyi/düzgün/doğru/hakkını vererek yapan insanlar tercihimiz. Bu hödük gibiler değil. İsterse ayağını topun çevresinde saniyede 67 defa çevirsin, o "çok önemsediği" Euro 2008'te, gruptaki rakiplerinde birinin bir oyuncusunu bile tanımıyorsa, ben ona "adam" bile demem. Siktir git.
Hasan Şaş, Hakan Şükür'ü geçtik. Nihat'ı da mı tanımıyorsun? Onu geçtim Tugay'ı da mı tanımıyorsun, adam kaç yıldır senin liginde. Be kafasını siktiğim onu da geçtim Tuncay'ı da mı tanımıyorsun?
Fenrbahçe'ye karşı oynadın, onu da mı hatırlamıyorsun? Galatasaray'ı hiç mi duymadın? O hayranı olduğun Real'e kayarken kulağına çalınmadı mı hiç? Yoksa sen de evde maç izlemeyen futbolcu modeli misin?

"Geçmişten gelen bilgilerimle". Götümden atıyorum diyemiyorsun da...

Hani böyle amerikan halkı küçümsenir ya, salak, cahil, hödük diye. Hadi onların maruz kaldığı şeyler bellidir, bir yerde hoş görülür. E peki buna ne diyeceğiz!? Dünyadan bihaber. Yaptığı işe saygısı yok. Mal. Ayıptır ya.

Daha dün olumsuz özellikleri ve bunların potansiyel getirileri hakkında bir şeyler yazdım, üstüne adamın sözlerine bak. Demek ki bazı şeyleri iyi analiz etmişiz.

Ani Lorak



Örovizyonu izledik yine, adet olduğu üzre. Mor Ve Berisi 7. oldu. İyi derece. Performansları da iyiydi. Yapmasalardı daha iyi olurdu ama, katıldılar bir kere.
Gelelim diğer ayrıntılara. Rusların sahne şovu çok akıllıcaydı, kazandılar da. Helal olsun Pluşenko'yu kim akıl ettiyse bravo.

Benim geleceğim esas kısım, daha farklı...
Ukraynalı abla...Yani...Bitirdi. O çıktı, söyledi, ve bitti yarışma yani. Orada tamamdı.
Bir ara oy bile yollayacaktım. Vazgeçtim.
Arkasından bir de yunan abla çıktı, o da neredeyse o kadar vardı. Okan da ona öldü. Hüseyin neler kaçırdı, farkında değil. Yunanistan 3., Ukrayna da 2. oldu sanırım. Ama hayır. Onlar aslında birinci...

İşin ciddi yönüne bakacak olursak;
Mor Ve Ötesi ve birkaç grup/sanatçı dışında herkes bacak ve göğüslere güvenir vaziyetteydi. İyice "pornvision" oldu yani mesele. Çok da ciddiye almamalı bunu işte.