Hepinizin bildiği gibi Kobe Bryant bu gece kariyerindeki son maçına çıkıyor. Şu ana kadar Kobe’ye tapan birçok kişinin görüşünü okudum. Fakat Kobe’den kariyerinin büyük bir bölümünde nefret eden kimsenin, düşüncelerini yazdığını görmedim. Dün gece Kobe’nin kariyeriyle ilgili yazıları yavaş yavaş okumaya başlayınca, birkaç senedir gözden ırak olması sebebiyle aslında basketbolu bırakacak olmasına hakkettiği ilgiyi göstermediğimi fark ettim. Nefret etsem de, gıcık kapsam da ve hatta NBA tarihinin LeBron’dan sonra görüp görebileceği en büyük ilgi manyağı olduğunu düşünsem de Kobe, 80 sonu ve 90’larda doğan bizim jenerasyon için kült bir figür. Onun artık ligde olmayacak olması ise bizim jenerasyon için, diğerlerine oranla alışması çok daha zor bir durum. Dün geceden beri kafamda bu yazıyı tasarlıyorum ve klavye başına geçmeden, 4 sene önce bitirdiğim ve o günden beri de ara ara bazı bölümlerini tekrar okuduğum Bill Simmons’ın “ The Book of Basketball” kitabına bir kez daha göz attım. Açıkçası Simmons’in özellikle Shaq’tan ayrildiktan sonraki dönemi hakkında yazdıklarıyla birçok noktada örtüştüğümü fark ettim. Belki de Simmons’ın kitabını okuduktan sonra Kobe’yle ilgili düşüncelerim pekişmiştir veya yeniden şekillenmiştir, hangisi bunu tam olarak kestiremiyorum. Yine de 20 sene boyunca unutulmaz birçok anı bırakmış bu kült figür hakkında yazmadan geçmek istemedim.
Kobe’nin ismini ilk olarak, Kanal D’de hafta sonu yayınlanan çizgi film kuşağını izlemek için erken kalktığım sabahlarda, sonuna yetişebildiğim birkaç maçtan anımsıyorum. NBA’le bugün içli dışlı olmamın sebebi o sabahlar olsa da, henüz basketboldan pek bir şey anlamadığım için, "Kobe’nin gençliğini bilirim" gibi bir iddiada bulunamayacağım. Ama bundan kısa bir süre sonra oynamaya başladığım NBA Live serisinden ve yavaş yavaş filizlenmeye başlayan NBA’i yakından takip etme merakından dolayı Kobe’den gıcık kapmaya başladım. Bunda Shaq ile yaşadıkları kavganın payı da kesinlikle var. İtiraf etmek gerekir ki, çocuk yaştaki biri için Shaq’i sevmek, Kobe’ye sevmekten çok daha kolay ve o kavgada benim tarafım Shaq’ti. Bu nefretin tepeye ulaştığı sene ise 2003-2004 senesi. Yukarıda saydığım NBA’i takip etme serüveninin sonucu olarak, Kevin Garnett’in etkisiyle Minnesota taraftarı oldum. Digiturk’ün NBA TV’yi alması ve Minnesota’nin tarihindeki tek başarılı sezonun, o seneye denk gelmesi sebebiyle manyak gibi NBA’i takip eder oldum. O sezonun başından sonuna kadar ana hikaye Payton, Malone, Shaq ve Kobe’yi aynı çatıda toplayan Lakers’ti. Tecavüz davası ve Lakers’in nasıl parçalandığını hatırlarsak, o andan sonra Kobe’nin bu imajı düzeltmesi çok çok zordu. Aykırı olmak bence kabul edilebilir bir şey. Kobe’ninki ise, açık seçik sabotajdı.
Kobe kariyerinin son sezonuna kadar bu nefreti teşvik etti. Jordan, ulaştığı statü sebebiyle kimsenin nefretini çekmek istemese de, Kobe’nin alttan alttan bazen de körükleyerek bu nefreti istediğini düşünüyorum. Bu nefretten doğan ilgiyle hep beslendi. Bir noktadan sonra kişisel markasının da bir parçası oldu. Takım arkadaşları bile kendinden uzaklaştı bu sebeple. Michael Jordan’in Steve Kerr’ü antrenmanda yumrukladığı ve 92 Olimpiyatları'nda Drexler’i antrenmana iki sol tek ayakkabı getirecek kadar yıprattığı hikayeleri duymuşunuzdur. Objektif olmayabilirim, ama Jordan’a bunları yaptıran gerçekten rekabetçi duygusuydu. Kobe ise uyumsuzun tekiydi. Jordan’in takım arkadaşları onu yarı yolda bırakmamak için oynar hale gelmişti. Jordan’ın mesela takım arkadaşlarıyla arasının bozulma sebebi, onların kendine yardım etmek için yeterli seviyeye gelmesini arzulamasından dolayıydı. Bunu yazarken de Jordan’in cok yumuşak başlı, kuzu gibi bir adam olduğunu iddia etmiyorum. Kobe’nin kariyerindeki 3 senelik bir dönem dışında, şampiyonluğa oynadığı dönemde kadro kalitesi açısından bu sıkıntısı hiç olmadı. Rajon Rondo’nun, hala ligde adı elit seviyede geçtiği zamanlarda ilginç bir istatistiği vardı. Ulusal Kanalda verilen maçlarda ortalaması nerdeyse Triple Double’a yakındı. Kobe’de ise buna benzer bir durum 2003-2004’te yaşanmıştı. Tecavüz suçlamasından yargılandığı donemde, mahkemeden sonra çıktığı her maçta coşuyordu. Kobe, kendisine ilginin yüksek olduğu dönemlerde bundan çok iyi besleniyordu. Ve kesinlikle yuhalanmaktan, insanların nefretini görmekten zevk alıyordu.
Amerikanların artık cılkını çıkarttığı “competitor” kelimesi Kobe için sayısız kez söylenmiştir. Bu kelimenin İngilizcedeki anlamı kadar zeminini dolduran Türkçe karşılığı bence yok, ama hırslı ve rekabetçinin karısımı olabilir. Kobe’nin Jordan’a bugüne kadar en yakın atlet olduğunu düşünsem de bu kategoride Jordan’a biraz fazla yanlamaya çalıştığını düşünüyorum. Kobe kesinlikle hırslı bir adam, ama onun bu yönünün Jordan’a gereksiz derecede ve hatta cogu zaman gereksiz yere ayni metaforlarla benzetildi. Bunun için kimseyi akademik yazılar yazıp ikna edecek delilim tabii ki yok. Mesela Jimmy Kimmel gecen sezon Nick Young’in kazanılan nadir maçlardan birinin sonundaki fazla mutlu röportajını Kobe’ye gösterdikten sonra yorumları. Son olarak da “competitor” karakterinin pazarlaması için 2011’de kaybedilen Miami maçı sonrası gecenin bir yarisi gidip sut çalışması falan. Bana yapmacık geliyor. Kobe her zaman çevresinde olan bitenden rahatsız ve uyumsuz bir tip gibi geldi bana. Bunları tabii ki sadece yaptığım gözlemler ve okuduklarım ölçüsünde söylüyorum ve bunlar son derece sübjektif görüşler, aksini iddia etmiyorum.
Kobe’yle Jordan hep aynı cümle içinde kullanılır. Hatta 81 attığı sene ESPN’in “Like Mike... Just better” gibisinden bir baslığı atmayı düşündüğüne dair bir şeyler okuduğumu da hatırlıyorum. Jordan tarihin gelmiş geçmiş en büyük sporcusu. Kobe, ona benzeyen yönleri olan, ona çok benzemek istediği yönleri olan ama biraz fazla kasan biri gibi gelmiştir bana. Jordan’in doğuştan sahip olduklarına, Kobe sonradan sahip olmak istedi. Phil Jackson, yanlış hatırlamıyorsam Lakers’in rezalet 2004 sezonunu anlattığı kitabında, Kobe ile Jordan’in ilk buluşmasını anlatır. Kobe, Jordan’i ilk gördüğünde "Seni bire birde yenerim" demiş. Tabii ki Jordan çok ciddiye almamış. Jordan lige girdiğinde yarattığı etkiyle ve devamındaki başardıklarıyla, elde ettiği statüyü organik olarak almış bir sporcu. Kobe ise, o statüyü hak ettiğini gözümüze sokmaya çalışan bir sporcuydu. Ama bu paragraftaki tüm negatif olduğunu düşünebileceğiniz cümlelere rağmen, Kobe’nin daha kariyerinin çok başında kendine çıta olarak Jordan’ı görmesi takdire şayan bir olay bence. Kobe, Jordan olamazdı; kimse de olamaz. Ama ona oyun olarak en yakın elde edebileceğimiz buydu. 1992 Dream Team’i hiçbir zaman maçın tehlikeye girdiği bir duruma girmedi. Ama girse topu kimin alacağını biliyoruz. 2008 Takımı ise o duruma girdi. Ve o İspanya maçını Kobe aldı.
Tüm bu nefret söylemlerine rağmen, Kobe’nin bu oyuna verdiği öyle büyük bir saygı var ki, işte o noktada benim gibi nefret edenler bile bugün ona sempati duyar hale geliyor. Garnett sayesinde Minnesota taraftarı olduğum için, 2008 ve 2010 finallerinde kimi tuttuğumu az çok tahmin edebilirsiniz. 2008 finali 6. maçında, fark yirmilere çıkmışken bile tam olarak güvende hissedemiyordum. Bu rahatsız edici, sürekli “başımıza ne gelecek acaba” hissini, taraftarı olduğum United'ın 2011 CL finalinde Barcelona ile oynadığı maçta hissetmiştim mesela. Kobe o derece büyük bir topçuydu. Fifa oynarken 2-0 öne geçsen dahi nanik çekmekten korktuğun arkadaşındı Kobe. Shaq sonrası dönemde en akılda kalan Playoff performansı benim için maalesef 2010 7. Maçıdır. Kobe, maçı, neredeyse şampiyonluğu eliyle verecek duruma getirse de şutu ne zaman kaldırsa gireceğini düşündüm.
Kobe, "peak"ini yaşadığı dönemde, ligde yetenek bakımından tek değildi. Carter, T-Mac, Iverson ve hatta LeBron en az onun kadar yeteneklilerdi. LeBron biraz da medya ve mahalle baskısıyla kendini geliştirmek zorunda kaldı. Ama Kobe’yi, mesela diğer üçünden ayıran iş ahlakıydı. Kobe, öyle ya da böyle hepsinden daha çok çalışarak, emek harcayarak, 20 senelik bir kariyere ve mükemmel bir CV’ye sahip oldu. Diğerlerinin de gıpta edilecek CV’leri var tabi ki, ama Kobe’ninki tartışma kabul etmeyecek kadar üstün. Kobe’nin takım arkadaşlarını bezdiren yönlerini yazsam da, kabul etmek gerek ki Kobe’nin yöntemi bir şekilde başarılı oldu. 2012-2013’te aşil tendonunu kopardığı zamana dönelim. Kobe’nin yerine T-Mac olsa, o takım Playoff yapabilir miydi? Ya da Carter, aşil tendonunu koparacak kadar kasar mıydı?
LeBron James, ilgi konusunda her cebinden birer Kobe çıkaracak kadar büyük bir psikopat. LeBron emekliliğe ayrılacağı zaman bu kadar ilgi çekecek mi, onu bilemiyorum. Şahsen Kobe’ye duyduğum saygıyı ona hiçbir zaman duyamayacağım galiba. Bugünlerde benim gibi nefret duyanlar bile hafiften sevgiye kaçmışken, Lebron’da bunun olacağını sanmıyorum. Burada Lebron ismini kullanıyorum, çünkü Jordan-Kobe ile baslayip bugün Steph Curry olan "ligin yüzü" oyuncu halkasının bir önceki parçası LeBron. LeBron’a dair pek dile getirilmeyen şey ise, onu izlemenin o kadar da estetik olmaması. Kobe’yi izlemek ise son birkaç seneki dönem dışında hep heyecan verdi. Özellikle 81 attığı sezonki fiziksel durumu inanilmazdi. Sahada her istediğini yapan, Pes 6’da Adriano’yu kontrol edermiş gibi esneyebilen ve fade awayleri, post oyunu ile eskisi kadar zıp zıp oynamasa da, basketbol puristlerine çok zevk veren bir hale geldi. Kobe’yi izlerken “Ya şunu yapsa” diye salisede aklıma gelen ne varsa Kobe onları yapıyordu. Deli gibi spor takip ettiğim hayatım boyunca bu Messi, United’daki Ronaldo, son iki yıldır birazcık Curry , Hagi ve Federer dışında hiç olmadı. Ben açıkçası, 2006 Kobe’den daha iyi bir kişisel performans izleyebileceğimize inanmıyorum. 81’in ise Wilt’in 100’unden daha değerli ve görkemli bir performans olduğunu düşünüyorum. Ve hatta, Kobe sırf bunun için uğraşsaydı, 2006 veya 2007 yılında 100 sayıya ulaşabilirdi diye tahmin ediyorum. 81’in geçilebileceğini de sanmıyorum.
Kobe’nin aşil tendonunu kopardığı maçın ertesini de en az 81 attığı maç donemi kadar iyi hatırlıyorum. Basın toplantısını ve Facebook postunu gerçekten çok üzülerek takip etmiştim. Garnett, Duncan, Kobe, Iverson, Kobe döneminin artık yavaş yavaş kapandığını ilk kez orada düzelerek fark ettim. Kobe’nin o yaşında öyle bir sakatlık yasadıktan sonra bile, dönmek için gösterdiği bu irade, onun kariyerinin en az dile getirilecek başarılarından biri. Bu görkemli kariyer içinde bu pek basari gibi gelmeyebilir, ama gerçek bir irade ve başarı öyküsüdür bence.
Kobe’den nefret ettim, gıcık kaptım, basarisiz olmasını istedim. Daha sonra ona saygı duydum, sempati duydum ve galiba sevmeye başladım. League pass’i açtığımda, Lakers’ta Kobe’nin oynamıyor olmasına bir süre alışması zor olacak. Zaten insanı en çok, varlığını garanti gördüğü şeylerin gitmesi garip hissettiriyor. Onun başarısız olmasını istemek bile zevkliydi, çünkü bu hep düşük ihtimal oldu. Onu formunun zirvesindeyken izlemek ise beni, Jordan’ı, Maradona’yı kariyerinin zirvesinde izleyip anlatanlar kadar şanslı hissettiriyor. Kobe bu gece tarihin en büyük Lakers oyuncusu olarak kariyerini sonlandırıyor. Ve galiba bizim jenerasyonun, artık yavaş yavaş orta yaşlara gelmeye başladığını kabul etmesi gerekiyor.
Bugün (artık) son. Kobe hakkında yarını takip eden günler içerisinde, çoğu çeviri olmak üzere, birçok yazı yayınlayacağız. Bu da giriş olsun. Mart '98, Fast Break dergisi. Genco Kobe. Henüz Adidas giyiyor. Üstünde isminin baş harfleri ve numarası bulunan parmaklık kullanıyor. Saçlı.
Yukarıdan devam edilebilir aslında belki:
5 yüzük kazanmaması gerekiyordu.
Mvp olmaması gerekiyordu.
18 kere All-Star olmaması gerekiyordu.
81 sayı atmaması gerekiyordu.
Daha da gider.
Ulan tam reklam metni gibi ha bu da. Böyle siyah bir fon. Kobe görünüyor arada. Sonda da Mamba logosu falan. Aha yazdık işte 30 saniyede. Çeksin birileri. Belki de vardı zamanında böyle bir şey.
90'lar futbolunu seven ya da azıcık bilen biri için "Mediolanum" kelimesinin manası vardır. Bir şirket ismi (ki hem de Berlusconi'nin şirketi) olduğunu bilmese bile, tahmin etmesi zor değildir. Forma-reklam özdeşleşmesinin en ileri örneklerinden birine ortaklık yapmıştır Mediolanum. Meğer mevzu daha da derinmiş:
Düşünsenize, doğrudan kentin eski ismini bir reklam olarak göğsünde taşıyan bir takım. Hem de tarihin en iyi takımlarından biri. Kulübün altın döneminde (87-92) giyilen forma.
Bir de şöyle bize yakışan bir işe imza atmışız, bu formayla ilgili, onu da ekleyelim.
(Tiviti alıntıladığım Burçin bey'in hesabını da naçizane öneririm. Hele de tarih, diller, etimolojiye merağınız varsa. Şuradan başlanabilir.)
1. İki ilave renk fazla. Turkuaz tamam, hem bize kültürel olarak ve ismen daha "yakın", ek olarak bir kere de olsa önceden kullanmışlığımız var, yani bir göz aşinalığı bulunuyor. Fakat siyah da olunca, fazla. Böyle diyorum ama, kırmızı forma birinci formamız olduğu için, belki de tersini söylemeliyiz. Eğer kırmızıya ek renk getirilmek istendiyse, beyazı sade yapabilirlerdi.
Şu var: Eğer bu formaları herhangi bir kırmızı-beyaz renklere sahip takım için düşünecek olursak, alternatif tercihlerle geçirilecek bir yıl sayabiliriz. Ve şahsen güzel bulurum/buldum. Fakat, söz konusu milli takım olunca, hayır. Son dönemde çok sayıda milli takımda deplasman formalarında "alakasız" renkler gördük. Dönem trendi diyebiliriz. Bunu iki formaya yayınca olmaz.
2. Bana mı öyle geldi bilmiyorum, ama forma satışı için Federasyon ve Nike biraz daha harekete geçmiş gibi. Talihsizlik şu ki, eldeki formalar cesur tercihler, ve talebi azaltacaktır.
(Ek: 80 bin rakamı açıklanmış. Fena değil. Dahası da gelecektir turnuvaya doğru ve turnuva esnasında.)
3. Tanıtım fotoğraflarında, kırmızı formada yer alan bayrağın etrafında bir siyah çerçeve görüyoruz. Dünkü maçta ise gördük ki, bu çerçeve yokmuş aslında. Bunun ne önemi var, şu var: Biz normal milli takımlar gibi federasyon logosunu kullanmadığımızdan, kırmızı forma üstünde bu bayrağın başlayıp bittiği yer (çok yakından bakmadan) genelde belli olmuyor. Etrafına beyaz bir çerçeve konması lazım, konmuyor.
Manzara üstteki fotoğrafta olsa bile çok fark etmez, çünkü zemin yüzünden (siyah katkısıyla daha koyu bir kırmızı) görünürlüğü azalacaktır.
(Ek: Bir yerlerde Spiderman yakıştırması vardı, kırmızı forma için...)
4. Bayrak demişken, şunu da eklemeli: Bizim milli takım formamızın bir kendine haslığı varsa, bu da ortadaki şeritten ibaret. Onun haricinde iç saha formamızın (yani kırmızı) İspanya, Çek Cumhuriyeti, Çin, yahut Belçika'dan pek farkı olmuyor. 4 dönemin ardından (ki son ikisinde de beyaz değildi şerit, koyu kırmızı ya da desenle vurgulanmıştı) şerit bu kez yok. Bunun vazgeçilebilir bir ayrıntı olarak görülmesi iyi değil.
En azından birinde kalabilirdi. Bu da (aslen beyazda olmasına rağmen) madem iç saha formamız kırmızı, onda olmalıydı. Beyazı yine turkuazlı yaparsın. Aynen Euro 2008'de olduğu gibi yani.
5. Beyaz-turkuaz birlikteliğinin kırmızıyla oluşturduğu kontrast çok hoş duruyor.
6. Kırmızı formadaki çorap güzel, diğer takımlarda da gördüğümüzden. Fakat beyazda nedense farklı; son 2 sezonda Nike giyen çoğu takımda gördüğümüz tasarım var. Bu olumsuz.
(Bunu iptal edebiliriz. Dün oynanan Karadağ maçında, diğer formadaki tasarıma sahip çorabı kullandılar. Beyaz-turkuazın giyildiği ilk maça ya yetişmedi, ya da unutuldu filan.)
7. Daha önce burada milli takımla alakalı yazdıklarımda kombinasyonla ilgili cümleler de vardı. Bizde gelenek olarak bu yok. Arada giyiliyor, bir kısmı zorunluluktan. Bu kez iki formada da farklı şekilde kombinasyona gidilmiş, ki bu da olumlu hanesine yazılır. İkisini de aynı şekilde, kakalar gibi bir muamele olmamış.
8. Ve bütün bunların gelip dayandığı yer: Yazıya ilk başladığımda soru olarak yer vermiştim, Fatih Terim'in karar aşamasında ne kadar eli olduğuna dair. Ve tahminimi yazmıştım. O arada bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinme şansım oldu ve emin oldum. Diğer Nike giyen takımlar çok benzer tasarımlara sahip formalar giyerken (gerek o göğüsteki zırh deseni, gerek omuzlarda farklı renk olması, gerek kombinasyonların şort yerine çorapla yapılması), bizde işin kendine has durumda olması da, bir kanıtı. Bu aslında bir yerde güzel, çünkü bir şekilde o tekdüzeliğe bulaşmamışız. Ama sonuç genel olarak olumsuz.
Sonuçta "Türkiye Futbol Direktörü" ünvanına sahip adam. Sanırım şu da kendilerinin başının altından çıkma. Ayrıca Galatasaray'daki ikinci dönemi ve Euro 2008'den sonra üçüncü kez turkuazı devreye soktuğunu görüyoruz Terim'in.
(Bilgin Gökberk, olayı başka açılardan ele almış. Ve birçok kişinin de buna aklı yatacaktır. Keşke çıkıp "Hocamız karar vermiştir, tasarım ve renklere" diye açıkama yapılsa, ama olmayacağını hepimiz biliyoruz. Yanlış bilindiğiyle kalacak bu da, birçok şey gibi.)
3 sene önceki Nike'ın hakem formaları gibi. Logoyu aynı renk yapıp yedirmişler -- ve yakından bile zor görünüyor. Bunu bilmediğin zaman da, "markasız" sanıyorsun, gözünde konumu değişiyor: Kalitesiz, ne idüğü belli olmayan ürün sanıyorsun.
J. J. Redick'in bir kolu boydan boya dövme yaptırması da Messi'ninkine benzer reaksiyon yaratabilen bir durum. Ters köşe. Şaşırtıcı. Ön kabullere aykırı.
(...) Sporun, profesyonel düzlemde, büyük sporcu bağlamında trajik bir final hazırladığı kesin. Baştan uca utkuyla bezeli bir spor yaşamı bile, bittiğinde, olağanüstü bir boşluk yaratıyor besbelli. Hüsranla sonuçlananlarda katmerli bir yük kalıyor olmalı geriye. Genç insanlar bunlar: Birikisi dışında, performans sorunu, sporun her dalında, 40'ına varmadan kronometrenin durdurulması zorunluluğunu dayatıyor. Geriye, çoğu kez bir star posası bırakarak. İkinci kariyere geçebilenlerde, sıkı antrenör olan futbolcularda sözgelimi, hala gölgesinin kovaladığı, peşini bırakmadığı birinin beklediğini gözlemleyebiliyoruz. Profesyonel spor, özünde yanlış aslında; üstelik birkaç yanlıştan oluşan büyük bir yanlış. Gövdesi üzerinden ruhun yaralanmasına, örselenmesine, yenik düşmesine, sık sık da düşmesine yolaçıyor. Oysa, kadim Yunan'dan başlayarak, tam tersi bir sonuç hedeflenmek istenmiş, genelde başarılamamıştır: Yarışma mantığı zamanla, bütün profesyonelleri ergeç mutsuz kılacak bir çarkın dişlilerini yaratmıştır. Her spor dalının etrafını kenelerin, vampirlerin doldurması bundan. Giderek dev bir keder endüstrisi yaratıldı: Arenaya sürülen kurban gladyatörlerden, boğalardan, horozlardan farkı kalmadı profesyonel sporcuların. Hep kazanarak emekliye ayrılan büyük şampiyonların hayatını anılar, kupalar, madalyalar zehir eder aslında. Ne şimdiki zamanları kalmıştır, ne gelecekleri: Geçmiş zaman, yorulmak bilmeyen bir inatla çekim alanında hapseder herbirini. (...)
Daha önce muhtemelen birkaç kez daha lafını etmişimdir. Yine edeyim. Bu armayı kola yerleştirme olayının hastasıyım. 90'larda İtalya'da Juventus ve Milan'da (başka var mı bilmiyorum) bu manzarayı görmemiz, muhtemelen arma yerine sadece İtalyan bayrağının formada yer aldığı zamanları hatırlatmak için.
Galatasaray için falan hiç heveslenmiyorum tabii. Mümkünü yok. Kulüp basarlar bunun için, mâzallah.
Enis Batur'un futbol ilgisine/sevgisine şaşırmak çok da garip değil gibi. Ama EB okuru bir futbolsever için bunu öğrenmek sevindirici. Hele bazı tercihler de sizinkiyle kesişiyorsa...
Şu röportaj, bu konuda en kapsamlısı olabilir. Roll'ün şu sayısındaki uzunca röportajda da futboldan söz açılıyor. "Müthiş tezlerim vardır, bana kalsın" gibi cümleleri var; muhtemelen o ara "entelektüel çevre"nin futbolla arasının iyileşmesi ve başka sebeplerden dolayı, pek futbol yazmaya yanaşmıyor gibi. İyi de ediyor belki.
Bu son günlerde kendisinin Ada Defterleri'ni okurken, yaz sonuna doğru Galatasaray maçlarından da bahis açıldığını fark ettim. O ara izlenen sezon başı maçlarıyla ilgili ufak yorumlar. Defter, 2005, 2006 ve 2007 yazında ilki Büyükada, diğer ikisi Heybeliada'da yazılan "günlüğümsü" yazılardan oluşuyor. İlk sefer kısa olduğu ve (sanırım) sezon başına denk gelemediği için, orada bir temas yok. Ki şampiyonluk sezon olduğu için, az da olsa oralarla ilgili yorum olsun isterdim açıkçası, kısmet. Başka yerlerde Galatasaray (ya da futbol) ile ilgili pek böyle Enis Batur cümlelerine rastlamamız zor olduğu için, bunları derlemek hoş olabilir diye düşündüm.
-- 2006
14 Ağustos: (...) Gece kızlar bir başlarına emeğe gittiler, ben Orası Burası'ya demir atıp Galatasaray-Kayseri maçını izledim, küçük bir rakı sofrası kurup. Hayrettir, fena oynamadık, 4-0'la aldık maçı.
10 Eylül: Maçlar tatsız geçti. Galatasaray inişte. Rıdvan Dilmen bir cümlede özetledi: "Galatasaray futbol oynamıyor." Doğru, dökülüyordu takım. Çarşambaya Bordeaux maçı, sonra derbi, sonra gene Avrupa maçı, bir tansık gerçekleşmezse kriz lök gibi çöker yakında. Yedi resmi maçta beş beraberlik, üç kaçan penaltı. İlk kez Gerets'i böyle şaşkın görüyorum.
24 Eylül: (...) Dün gece bir kalabalık vardı ayrıca; Orası Burası'da Galatasaray-Trabzon maçını izleyerek (mevsimin ilk yenilgisini aldık çaresiz bir oyun sonrası) yemek yiyorduk, boş iskemle yoktu. Yiğit gelecekti, gelemedi. Bir şey demiyor ya, Tülin dehşet sıkılıyor olmalı maç gecelerinde; hele bir de işler iyi gitmiyorsa, ağzımı bıçak açmıyor. (...)
28 Eylül: Çarşamba gecesi, maçı şifresiz kanal veriyor (3-0 yenik duruma düşene kadar tam bir tabansızlar takımı gibi oynayan GS, birden ayağa dikilerek aslan kesildi, maçı çevirdi ama sonucu çevirmeye yetmedi bu: 3-2 yenildik ne yazık ki), iskeledeki lokantaların yarısı kapalı, açık olanlarda tektük müşteri var... (...)
***
-- 2007
30 Temmuz: Öncesinde, Tülin'le yeni Galatasaray'ı izledim ilk kez. Lincoln çok iyi, öteki yeniler iyi, uyum sorunu var, tempo yüksekçe ama top kaybı oranı yüksek henüz, gol yollarında açık, son vuruşlarda sorunlular. Lincoln penaltı kaçırdı, ama olağanüstü paslar dağıttı. Yirminin üstünde şut çekildi. Neredeyse kalecisiz oynayabilirdik. Ne ki, kolay olmayacak bu yıl da işimiz. Hiç değilse ışık var! Bir de, Lincoln'ü Hagi'yle bir tutmak yanlış olur.
13 Ağustos: Zihnimizi havalandırmak için Orası Burası'da ligin ilk resmi maçını izlemeye oturduk Tül'le. Yiğit de katıldı. Fena oynamadı bizimkiler, hele seyircisiz bir ilk maç için, 4-0 kazandık üstelik. Nefis golüyle açıldı Lincoln'ün, fasıl; ama adam sakatlandı hemen; Perşembe UEFA maçında oynayamayacak galiba. Yeni bir ekip (11'de 7) için uyum iyiydi bana kalırsa.
3 Eylül: (...) Galatasaray'dan ilk puan kaybı. Altı resmi maçta beş galibiyet, bir beraberlik gene de iyidir. Ayrıca, canla başla oynuyorlar. Defans tekliyor enikonu, iki golü de kendileri attırmayı başardılar.
17 Eylül: Gece, Galatasaray maçı vardı, Orası Burası'na çöreklendik ve güzel ağırladı bizi Gökşin. (...) Bizimkiler 6-0 kazandılar, küçük maçlarda genellikle rahat ve üstün oynuyorlar, bakalım Kalli'nin yabancı maçlarda ve derbilerde performansı ne olacak? Yeni transfer Nonda'yı ilk kez ve izledim ve beğendim. Dünkü sonucu, üstelik Lincoln pek havasında değilken aldığımızı unutmuyorum.
2 gün önce ve bizimkilerin kazandığı Wolves maçında, dayılardan üçü de yoktu -- Timmy ve Manu dinlendirildi, Parker sakat. Yüzde yüz emin değilim, ama muhtemelen, bu kadar yıldır ilk defa, "üçünün de" oynamadığı bir Spurs maçı izledim. Tabii orada "izledim" yerine "oynandı" da olabilir. Bakmak gerek elbet, üçünün de dinlendirildiği maç oldu mu, yahut normal sezonun son döneminde üçünün de hiç soyunmadığı oldu mu.
Bunlar ayrıntı: Asıl mesele, malumunuz, yavaş yavaş buna alışmak gerektiği. Bir süre sonra gerçekten bu adamları parkede göremeyecek olmamız. Hangi sırayla olacak bil(e)miyoruz, ama gidecekler, bırakacaklar. Ve bir yerde tam olarak bunun farkına varıp, boşluğa düşeceğiz.
(Yücel ve ben çevirdik. Orijinali şurada. İyi okumalar.)
81 = Kobe Bryant’ın kariyerinin eş anlamlısı bir sayı, tıpkı forma numaraları 8 ve 24 gibi.
Bryant’ın yirmi sezonluk NBA kariyeri içinde beş NBA şampiyonluğunu, yedi NBA Finali’ni, 15 Playoff yolculuğunu ve bahsetmek zorunda olduğumuz onlarca kişisel başarı ve ödülü barındırıyor. Fakat bir çoğu için, Toronto Raptors’a karşı 10 sene önce oynanan bir normal sezon maçı, bu oyunun gördüğü en iyi isimlerden birinin kariyerinin en zirve anı.
22 Ocak 2006’da, Los Angeles Lakers’ın Toronto Raptors’a karşı 122-104 kazandığı maçta Kobe Bryant 81 sayı attı. Bu, Wilt Chamberlain’in Philadelphia Warriors adına 100 sayılık performansından sonraki, bir maçta atılmış en yüksek ikinci sayıydı.
Ulaşılan bu başarı, Kobe 20. ve son NBA sezonuna girdiği şu günlerde onun için önemini yitirmiş değil. Geçtiğimiz Kasım ayında taraftarlarına yazdığı emeklilik mektubunda kullandığı fotoğraf, 81 sayı attığı bu maçtan olan fotoğraftı -- oyundan çıkarken sağ eli havada ve işaret parmağı gökyüzünü gösterir şekilde olan o unutulmaz kare. Ayrıca “Channel the villain/Unleash the hero” sloganıyla bizlere sunduğu online videonun açılış sahnesinde de bu maçta 81. Sayıyı kaydettiği serbest atış var.
Kobe, ESPN’e bu ayın başında şu açıklamayı yaptı: “Bu ligde 80’e ulaşamayacağını düşünen, 50’ye ulaşabilen ve eğer alev alev hissediyorsa sınırı maksimum 60 olarak gören çok oyuncu var. Benim asla böyle bir limitim yoktu. Asla. Asla kendime böyle bir sınır çizmedim. Her zaman 80’in mümkün olduğunu düşündüm. 90’ın mümkün olduğunu düşündüm. 100’ün mümkün olduğunu düşündüm. Her zaman. Bence o maç, yapabileceklerinizi bildiğiniz sürece ve kendinize tavan koymadığınızda neler olabileceğinin göstergesi olarak benim vasiyetimdi. Bu gerçekten inancın gücüydü.”
Bu inançlı ve tutkulu bakış açısı, Kobe’nin NBA Tarihine en etkileyici bireysel performanslarından birini sunmasına sebep oldu. Ve bu okuyacaklarınız da, Kobe’nin 81’i mümkün kıldığı maça öyle veya böyle tanıklık eden insanların dilinden maçın hikayesi.
BÖLÜM 1: "YENİDEN DOĞMASI İÇİN BİR FIRSAT"
Lakers, Kobe Bryant'ın ilk sekiz sezonunda da Play-Off'a kalmayı başarmıştı. 2004 Finalleri'ni kaybetmelerinin ardından Phil Jackson sıkıntılı bir boşanma sürecine benzer şekilde ayrıldı, yıldız pivot Shaquille O'Neal da arkasını düşünmeden Miami'ye uçtu. Sonraki sezon, Rudy Tomjanovich sağlık sorunları yüzünden 43 maçın ardından görevinden ayrıldı ve Lakers, 1976'dan beri ilk kez Play-Off harici kaldı. Phil Jackson, takımdan ayrıldıktan sonra Kobe'yi "yönetilemez" olarak nitelendirdiği bir kitap yazdı. Yine de, bir yıl sonra, 1999’dan beri sevgilisi olan Lakers yöneticisi Jeannie Buss’ın emri altına döndü.
Kobe Bryant (Lakers, 1996-günümüz): O (Jackson), oyunun detayları bazında, oyunun nüansları ve oyunun ritmi anlamında tam bir dehaydı. Böylece oyun, onunla birlikte insanların anladığından çok daha üst seviye oynanıyordu. Oyuncular bunu tecrübe edene ve onun ve Tex Winter’ın (yardımcı koç) vesayeti altında oynayana dek anlayamıyorlar. Onunlayken ben en üst seviyede oynamaya çalıştım.
Brian Shaw (Lakers asistan koçu, 2005-2011): Phil'in yazdıkları nasıl hissettiği ve Kobe'nin nasıl biri olduğu üzerineydi. Bence Kobe bir güven sarsılması hissetti, ve onlar karşılıklı oturduklarında, Phil "Bunları aşabilir misin?" diye sordu. Ve Kobe "Evet" dedi. O andan itibaren, ortada bir sorun yoktu.
Jeanie Buss (1999-2013 Lakers Basketbol Operasyonları Başkan Yardımcısı; şu andaki Lakers Başkanı): Hatırlamalısınız -- O sezon benim için tamamen Phil'in geri dönmesiyle alakalıydı. Phil'in kitabının etkileri üzerine, yalnızca Kobe ve Phil'in yeniden aynı noktada buluşup beraber çalışabileceklerinden emin olmak istedim. Aynı noktada ve aynı yolda görünüyorlardı.
Mitch Kupchak (Lakers Genel Menajeri, 1994-günümüz): Kobe, Phil'in geri dönmesini istemekten fazlasını yaptı, sonraki sezon için çok sıkı hazırlandı. Shaq'ı önceki sezon takas etmiştik, ve Kobe'nin sonunda kanatlarını iyice açıp, aklındakileri oyuna dökebileceği ve tarih yazacağı bir sezon için şansı vardı. Maç başına 22 sayıyla oynasa mutlu olabilirdi ama bu onun yeniden doğması için bir fırsattı. Dünyaya ne kadar iyi olduğunu göstermek istiyordu.
Laron Profit (Lakers guardı, 2005-2006; şimdiki Orlando Magic asistan koçu): Phil'in geri döndüğü sezon, Kobe bence kanıtlaması gereken şeyler olduğunu hissediyordu. O yaz Washington'dan takas olduğumda, sabah 7'de tesislerdeydim ve 5'de koşuya başlayan ve 6'da orada olan Kobe hariç kimse yoktu. Kobe yalnızca harika bir hücumcu değildi; o sezon aynı zamanda harika bir savunmacıydı da. Her akşam 40 sayı atıyor ve üstüne Tracy McGrady, Vince Carter, Gilbert Arenas ve Paul Pierce gibi oyuncuları savunuyordu. Bana "Neden ben ve onlar arasında açıkça fark olduğunu göstereceğim, çünkü ben sahanın her iki ucunda da gerekeni yapacağım" derdi.
Rasheed Hazzard (Lakers scout, 2006-2011; şu anda Knicks asistan koçu): Labor Day'in ertesi günü, akşam 11'de bilinmeyen bir numaradan arandım, arayan Kobe'ydi ve saat sabah 5.30'da ona yardımcı olup olamayacağımı soruyordu. Orada olacağımı söyledim ve 5.20 gibi oradaydım, erken olduğunu düşünüyordum ama o çoktan sırılsıklam terlemişti bile. O sene için kendisiyle çalışması adına bir adam kiralamıştı ve ben geldiğimde onunla çoktan farklı şekilde ısınma antrenmanına başlamışlar ve hatta biraz da ağırlık kaldırmışlardı. İşte o zaman bana 5.30 derken aslında 4.45’i kastettiğini anladım. Benimle beraber çalıştıktan sonra da kendi başına koşu antrenmanına başladı. Koşusunu bitirdikten sonra ise yeniden ve bu sefer vücut ağırlığını kullanarak ısınmaya devam etti. Aynı günün akşamı onunla bu sefer UC Irvine’de buluştum ve bu sefer şut çalıştık. Hayatımda böyle çalışan birini görmedim. En iyi olma hırsı kimseyle kıyaslanamazdı.
Ronny Turiaf (Lakers forveti, 2005-2008): O sezon, bir görevi vardı. O her zaman tek başına, spor salonunda ya da antrenman sahasında çalışıyordu. Her zaman oraya ilk gelen olurdu. Ne zaman uyuduğunu merak ediyordunuz. Beni sabah 1 veya 2 gibi bir yere çağırırdı ve saat 5 am’e kadar koşardık. Dünyanın en iyisi olmaya kendini adamıştı.
Kobe Bryant: Söylemesi çılgınca geliyor --en azından çoğu insan çılgınca bulabilir-- ama 81 sayı atmak benim için sürpriz değildi. Umarım insanlar bunu megalomanlık falan olarak sanmaz, ama anlamalısınız ki, o zamanki yaşım (27) ve fiziksel durumuma bakınca, ben şaşırmamıştım. Bütün yaz çalışmanın ve koşmanın, günde binlerce orta mesafe şut atmanın ardından, şaşırtıcı değildi.
BÖLÜM 2: "GERÇEKTEN İHTİYACIMIZ OLDUĞUNDA YAPACAĞIM"
Toronto ile oynadıkları maçtan 1 ay önce Kobe, üç periyodun ardından bütün Dallas takımından daha fazla sayı atmıştı: 62-61 (Lakers 95-61 öndeydi). Kobe, Batı Şampiyonunu ağır bir şekilde yendikleri o gece, yalnızca 33 dakika oynamış ve bütün 4. periyodu bençte geçirmişti. Maçın ardından, eğer sonuna kadar oynasaydı kaç sayı atacağını düşündüğünü sorduğumuzda, omuzlarını silkerek, "Muhtemelen 80. Gerçekten iyi, çok iyi hissediyordum." demişti.
Brian Shaw: Üçüncü periyodun ardından, kenardaki oyuncular ve koçlar sahaya girip hep bir arada çılgınlar gibi ona koştuk. Phil bana gelip, Kobe'ye eğer isterse oyunda kalabileceğini ve 70 sayıyı zorlayabileceğini söylememi istedi. Ben de Kobe'ye gidip "Koç, eğer son çeyreğin ilk dakikalarında oyunda olmak istiyorsan, 70'i bulup çıkacağından emin olmak istedi" dedim. Skorborda baktı ve "Hayır, başka bir zaman yapacağım" dedi. Ona baktım ve biraz sinirlenmiştim. "Ne?! 70 sayıya ulaşma şansın var. Kaç kişi 70 sayı attığını söyleyebilir ki? Çeyreğin başlarında oyunda ol ve 8 sayı daha bul, 70'e ulaş ve sonra da oyundan çık." dedim. Bana şu cevabı verdi: " Bunu gerçekten ihtiyacımız olduğunda yapacağım. Gerçekten bize gerektiği zaman."
Kobe Bryant: Brian delirmişti. "Sen delirdin mi? Bu akşam ne kadar sayı atabileceğinin farkında mısın?" der gibiydi. Ben yalnızca "Bunu gerçekten ihtiyacımız olduğunda yapacağım" dedim. Brian "NE?!" der gibiydi. Bu benim için dilimde yuvarlayarak söyleyebileceğim kadar rahattı çünkü çok sıkı çalışıyordum ve böyle bir maçı bir daha oynayabilirmişim gibi hissediyordum.
Jeanie Buss: Maçın ardından eve dönerken Phil'e çok sinirliydim. "Onu neden oyundan aldın?" dedim. Maçın çoktan bitmiş olduğunu söyledi. "Basketbol böyle bir şey değil" dedi. Ve ben de "Evet, fakat bir rekora imza atabilirdi" dedim. Phil'e çok sinirlenmiş olduğumu hatırlıyorum. Kobe ne istiyorsa onu yapmasına izin vermesini istemiştim. İzlemesi çok zevkliydi.
Phil Jackson (Lakers koçu, 1999-2004, 2005-2011; şimdiki New York Knicks başkanı): Los Angeleslı insanların Kobe'nin böyle bir maç geçirmesini istediklerini biliyordum; hepimiz istiyorduk. Kobe yalnızca bunu yapması anlamlı olduğunda, bir rekabet ortamı olduğunda yapardı, ama 30 sayı öndeyken, bu anlamsızdı.
Mark Cuban (Mavericks'in sahibi, 2000-günümüz): Onu durdurmak adına hiçbir şey yapamadığımız için sinirlendiğimi hatırlıyorum. Adam üç çeyrekte bizim takımdan daha fazla sayı atmıştı. İnanılmazdı.
Laron Profit: Dördüncü çeyrekte Kobe'nin yerine girdim ve aşil tendonumu kopardım. Bence 2013’te de kendi sakatlığında direkt aşilini kopardığını anlamıştı, çünkü bana ne olduğunu görmüştü. İkimiz de sahanın aynı bölgesinde koparmıştık ve tepkilerimiz çok benzerdi.
John Black (Lakers Başkan Yardımcısı, Halkla İlişkiler, 1989-günümüz): Hangimiz eğer dördüncü çeyrekte oynasaydı olabilecekleri bilebilir ki. Kazandığımız için mutluydum, ama Kobe için maçın farkla kazanıldığına ve yakın bitmediğine üzüldüğümü hatırlıyorum. Elgin Baylor'ın kulüp rekoru olan 71 sayısına çok yakındı. 81 hakkında düşünmüyorduk; o zaman bu rekorla ilgili düşünüyorduk.
Josh Rupprecht (Lakers Halkla İlişkiler yöneticisi, 2003-2013; şu anda UCLA’in atletik direktörü ve iletişim sorumlusu): Eğer son çeyrekte oynasaydı, bu maç 81 sayılık bir maç olabilirdi. İnsanlar bu tip maçları kıyas etmeyi sever. "En çok sevdiğin grup hangisi?" muhabbetleri gibi. Ben 62 attığı maçı söylerdim, çünkü bu kimsenin kıymetini bilmediği bir gruba benziyordu.
Jalen Rose (Raptors forveti, 2003-2006; şu anda ESPN yorumcusu): Kobe o dönemde ligi tekeli altına almış durumdaydı. 40'tan fazla sayı bulduğu bir çok maç vardı. 81 attığı maçtan daha iyisi --evet, çünkü biz bir Play-Off takımı değildik, rekabet seviyesi düşük bir takımdık-- (daha sonra) NBA Finalleri'ne giden, Dallas Mavericks gibi bir takıma 3 çeyrekte 62 atmaktı. İşte bunun sebebi, çalışmaktı.
Kobe Bryant: Bütün sezon böyle hissettim. O sezon fiziksel yeteneklerimin, oyunumun mental kısmıyla uyuştuğu, nadir görülecek bir zaman dilimiydi benim için.
Brian Cook (Lakers forveti, 2003-2007): Bu dönem boyunca çok formdaydı. Ne zaman isterse skor bulabilirdi, ve kimsenin onu durduramayacağını biliyordu. Dürüst olmak gerekirse, takımdaki diğer oyuncular yalnızca izliyor ve bir şeyler kapmaya çalışıyorlardı, çünkü gördükleri çok özel şeylerdi.
Bill MacDonald (Fox Sports West/Prime Ticket yayıncısı, 1985-2012; şu anda Lakers TV canlı anlatım spikeri): Ellerinde Kobe ve bir sürü başka adam vardı. Her maç Kobe'nin temelli delirmek zorunda kalacağını biliyorduk. O takımda başka kim şut kullanacaktı ki? Smush Parker? Chris Mihm? O sezon boyu bize normal gelen şeyler inanılmazdı.
MychalThompson (Lakers radyo yorumcusu, 2003-günümüz): O takım, yapabileceği hiçbir şey olmayan bir takımdı ve Kobe her akşam insanların salona gelmeleri için işleri çekici hale getirdi. Eğer ritme girdiğini görürseniz, her şeyin gerçekleşebileceğini biliyordunuz.
Mitch Kupchak: Yeniden yapılanmanın ikinci, ve Phil'in dönüşünün ilk yılıydı, ve biz de hâlâ bir takım olmanın yollarını arıyorduk. Yeni oyunculara alışmaya çalışıyorduk. Açıkça yeniden yapılanıyorduk ve Kobe'nin verebileceği her şeye ihtiyacımız vardı. Her zaman iyi değildi ama genelinde muazzam bir sene geçirdi. Eğlence açısından bakacak olursak, inanılmazdı. O yıl pek görülmedik bir şey izlediğinizi biliyordunuz.
Laron Profit: Phil, Kobe'nin neler yapabileceğini biliyordu fakat aynı zamanda hep takım olmayı vurguluyordu. Bir gün antrenmanda bir video izlediğimizi hatırlıyorum, videodaki maçta Kobe sürüyle şut deniyordu --demek istediğim, çok çok fazla şut-- ve Phil videoyu durdurdu. Şu hikayeyi anlatmaya başladı: Miles Davis ve John Coltrane bir gün stüdyodalarken, Coltrane bir soloya başlar, harika bir solo; bittiğinde Miles şöyle der: "Dostum, bazen bu boku ne zaman yemen gerektiğini bilmelisin." Demek istediği, Kobe'nin bazen pas vermesi gerektiğiydi, ama bunu yapma yöntemi bizi gülmekten öldürmüştü. Hepimiz ne demek istediğini anlıyorduk.
Luke Walton (Lakers forveti, 2003-2012, şimdiki Golden State Warriors asistan koçu): Hepimiz Phil'in ne yapmak istediğini biliyorduk, ama aynı zamanda Kobe dünyanın en iyi oyuncusuydu. Boşluk bulduğu zaman, ki o sezon genelde buluyordu, savunmaların yapabileceği hiçbir şey kalmıyordu. Biz zorlandığımızda maçın sorumluluğunu alıyordu, ama bu asla maçın başındaki plan değildi. Kendiliğinden oluyordu.
Spero Dedes (Lakers radyo canlı anlatım spikeri 2005-2011): Takımla geçirdiğim ilk sezondu. 26 yaşındaydım, işe gireli 2 ay falan olmuştu. Kobe zihin uyuşturucu derecede skor cümbüşlerini gerçekleştiriyordu. Bu yaptıkları normal değildi ve bunları insanlara gerçek kelimeleriyle açıklamak için neredeyse bir cep sözlüğü almayı bile düşündüm. Şirin gözükmeye çalışmıyorum. Neredeyse alıyordum. Gerçekten ne göreceğinizi bilmiyordunuz, ya da nasıl açıklayacağınızı. Benim için farklı bir challenge’dı.
Kobe Bryant: O takımla, o sezon çoğu maçı sırtlamak zorunda kalmıştım, ama hiçbir maça bunu planlayarak başlamıyordum. Sadece gidişata bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Toronto'da olan da basitçe buydu.
BÖLÜM 3: "KAĞIT ÜSTÜNDE, BOK GİBİ BİR MAÇ OLACAKTI"
22 Ocak 2006, NFL'de Konferans Finallerinin olduğu gündü. Seattle Seahawks ve Pittsburgh Seelers, 40. Super Bowl'a yükselmişti. 21-19'luk dereceye sahip Lakers ve 14-26'lık Raptors arasında oynanacak maç, sporseverler için bir alternatif niteliğindeydi -- o takımların taraftarı olan çoğu kişi için bile. Lakers televizyonu spikeri Joel Meyers, radyo anlatımı için Seattle'daydı. Yılların Lakers ve NBA fotoğrafçısı Andrew Bernstein, o gün daha erken saatte Staples Center'da oynanan Clippers-Warriors maçının ardından çocuklarıyla vakit geçirmek için salondan ayrılmıştı. Los Angeles Times NBA yazarı Mark Heisler, Kobe’nin üstün başarısı hakkında yazdığı yazının sonuna gelmiş olmasına rağmen o gün izin günüydü ve normal olarak tatildeydi. Jack Nicholson bile o gün koltuğunda değildi.
John Black: Alelade olması gerektiğini hissettiren, alelade bir pazar günüydü, normal bir maç. Biz bir playoff takımıydık, ama bir yüzük adayı değil; ve Toronto da iyi bir takım değildi, dengimiz değillerdi. Bu maçın ilgi çeken hiçbir tarafı yoktu yani. Yalnızca Ocak sonu, sezonun ölü zamanlarında oynanan herhangi bir maçtı.
Josh Rupprecht: Ocak maçları genelde NBA sezonunun en sıkıcı maçlarıdır. Bir noktada şunu söylediğimi hatırlıyorum: "İnsanların bu maç için para ödediğine inanabiliyor musun?" Maç bittiğindeyse, orada olmadığı halde "Oradaydım" diyen birçok insanın olduğunu biliyorum; çünkü çoğu insan bilet dükkanını arayıp bilet koçanı kalıp kalmadığını sormuştu.
Chuck Swirsky (Raptors radyo/TV spikeri, 1998-2008; şu anda Chicago Bulls radyo spikeri): Staples Center'da çok monoton bir akşamdı. Her Lakers maçı için Staples Center'a gittiğinizde, ünlüleri görürsünüz; ama o gün büyük başlar yoktu. Jack orada değildi. Heather Locklear orada değildi. Yani, kimse yoktu. Sanırım sadece Andy Dick oradaydı.
Andy Dick (aktör-komedyen): (Daha önce hiçbir NBA maçına gitmemiş olan Andy Dick, o gün Bryant'ın tarihi performansını izleyenler arasındaydı. "Basketbol ya da başka bir sporla alakam yok, ama çığlık atıyordum, çünkü herkes çığlık atıyordu." diyor) Bir arkadaşım, Joe Francis tarafından davet edilmiştim ve Kobe'ye 3-4 sıra uzaktaydım. Daha önce hiçbir maça gitmişliğim yoktu. Neredeyse şans eseri oradaydım diyebilirim. Son anda çağrılmıştım, çünkü Joe'nun randevusu iptal edilmişti. Ne olup bittiğini anlamıyordum. Çok teatraldi. Anın büyüsüne yakalanmıştım. Sahada tanıdığım tek kişi Kobe'ydi. Topu fileden teker teker geçiriyordu. Cuk, cuk, cuk. Normalde basketbol ya da herhangi bir spor izlemiyordum, ama o anda deli gibi bağırıyordum, çünkü herkes deli gibi bağırıyordu. Kobe beni bir ara tanıdı sanırım, çünkü deli gibi onun ismini bağırıyorduk. O gece onu en üst seviyeye doğru itiyor gibiydim, ve o günden beri böyle bir şey hissetmedim. Eğer biri beni tekrar davet ederse, kesinlikle yine giderim.
Joe Francis ("Girls Gone Wild" yapımcısı): Andy'yle tesadüfen karşılaşmıştık. Pazar günü, bir Raptors maçıydı. Los Angeles'taki çoğu insan için heyecan verici bir maç değildi, ama havadaki elektriği hissedebiliyordunuz. Hakem birkaç kez beni Kobe'ye el uzatırken görüp, sahaya çok girmemem için uyardı. Maçtan sonra Kobe'ye biletimi imzalattım. Şimdi bir yerlerde duruyor.
Bill MacDonald: Birkaç hafta öncesinden maçı anlatacağımı söylemişlerdi. İlk defa bir Lakers maçı anlatacaktım. O zamanlar zaten maç önü ve öncesi programlarını sunuyordum. Benim için yılların hayaliydi. Bunun elde edeceğim tek şans olduğunu, mümkün olduğunca eğlenmem gerektiğini düşünüyordum. Tanımlanamaz bir Pazar günüydü. Lakers pek iyi değildi, hiçbir şey ifade etmeyen, Raptors'a karşı bir maçtı. Kağıt üstünde, bok gibi bir maç olacaktı. Kombine sahipleri için, biletlerini birilerine ödünç verecekleri ya da satacakları bir maçtı. Joel için Seattle'daki NFC Şampiyonluk maçına gitmenin düşünülecek bir tarafı yoktu. Onun gidişiyle de bu maçı ben sunmuştum ve yayın esnasında ona birkaç kez kibar yolla teşekkürlerimi ilettim.
Joel Meyers (Lakers TV spikeri, 2003-2011): Orada değildim, çünkü her pazar akşamı CBS Radyo adına Bob Trumphy ile NFL maçı anlatmak için sözleşmem vardı ve Şampiyonluk maçına gitmiştik. Oğullarım beni arayıp, neler olup bittiğini düzenli olarak haber veriyordu. Kobe için çok mutluydum, ve şaşırmamıştım. O tüm zamanların en iyilerinden biri.
BÖLÜM 4: “ZONE O KADAR DA İYİ SONUÇ VERMEDİ”
Lakers maça başlarken, yangın yerine dönmüş konferansta yedinci sıradaydı. Back-to-back oynadıkları ve Kobe’nin toplam 88 attığı Sacramento ve Phoenix mağlubiyetlerinden geliyorlardı, ve Doğu’nun dibindeki bir takıma kaybetmeyi göze alamayacak durumdalardı. Bryant’ın kızı Natalia, 19 Ocak’ta, Lakers Sacramento’dayken 3 yaşına basmıştı.
Kobe Bryant: Raptors maçından önceki gün, ailemiz ve arkadaşlarımızla bir araya geldiğimiz bir doğum günü partisi yapmıştık. Yüz boyamalarla ve benzeri şeylerle geçen harika bir gündü. Gece ise doktorum gelmişti ve dizim üzerinde çalışmıştık, çünkü dizim bana çok fazla sorun çıkarıyordu. Yani o gece, dizim üzerinde çalışma yaptım ve pepperonili pizza yanında üzümlü soda siparişi verdim. O gece, o yemeği yedim.
Jalen Rose: Lakers’a karşı oyun planımız, başlangıçta, esasında 2-3 zone ile işe koyulmuştuk. Ön alanda çok fazla güçlü/kuvvetli oyuncuları olmayan bir takımdık. Teknik ekibimiz de Lakers’a karşı en iyi oynama yönteminin onları perimetrede veya üç sayı çizgisinin gerisinde tutmak olduğunu ve bunun çaresinin 2-3 zone olabileceğini düşündü. Zone, o kadar da iyi sonuç vermedi. NBA’de rakibin paslarına baskı yapmazsanız, atılan şutlara el kaldırmazsanız sonunda şu olur: Bir adamı havaya sokarsınız.
Kurt Rambis (Lakers asistan koçu, 94-99, 01-09, 13-14; şimdiki New York Knicks geçici koçu): Zone oynuyorlardı ve Kobe’nin üzerine birden fazla savunmacı veriyorlardı ama bunu onun tüm ritmini bozacak şekilde yapamadılar. Neredeyse maçın tamamında ritmini kaybetmemişti. Maç boyunca onun ritmini bozmadıklarını ve onun da buna karşılık parkenin her köşesinden isabetli şutları gönderdiğini hatırlıyorum. Bana göre, bu onun için bebek oyuncağıydı. Parke üzerinde istediği her şeyi gerçekleştiriyordu.
Kobe Bryant: Başta sadece dizimi deniyordum. Dizim gerçekten çok kasılmıştı. Ben de başlangıçta parmak üzerinde hareket ediyordum. Maçın başında topu baseline’a taşıyıp içine bıraktığım bir pozisyon vardı. O pozisyondan itibaren eğer zorlarsam bizim için harika bir gece olacağını anladım, çünkü zone rotasyonları son derece yavaştı. Benim için iki top sürmeyle potaya gidebiliyorum demek, gerçekten onlara çok fazla zarar verebilirim demekti, çünkü rotasyonları epey yavaştı. Bunlar üzerinde uğraşarak başladım, sonra biraz atağa kalktım, sonra daha da derine indim ve şutlarım akmaya başladı. Ritmimi buldum, dizler gevşemişti ve bir süre sonra boyut atladım.
Brian Shaw: Bizim o takımımız, inişleri çıkışları olan bir takımdı. İlk yarıda oynadığımız oyunla seyircilerin yuhalamalarını hak etmiştik ama bunlar Kobe’ye doldurdu. Durgun başladığımızı ve erkenden geriye düştüğümüzü hatırlıyorum. Mike James onlar adına mükemmel bir maç çıkarıyordu. Üstüste üç üçlük veya benzer bir performans ortaya koydu ve bütün şutlarını sokuyordu. O gece neredeyse 30 attığını (26) düşünüyorum. Bu 30 sayı önde olduğumuz Dallas maçına benzemiyordu. Gerideydik ve yakalayıp öne geçmemiz gerekiyordu.
Kobe Bryant: Takım olarak son derece halsiz gözüküyorduk ama bireysel olarak ben bütün bir gün koşabilirdim. Son derece güçlüydüm. Eğer takım arkadaşlarım bu gece oynamayacaklarsa, ben kendi yöntemlerimle tek başıma bunu halledebilirim gibi hissediyordum, özellikle de karşımda böyle bir savunma rotasyonu varken. Ritmimi çok çabuk yakaladığımda oyunun kontrol edebildiğimi, istediğim zaman sayı ürettiğimi ve istediğim zaman faul çizgisine gidebildiğimi biliyordum. Ve eğer yapmak istediğim şeye iyi konsantre olursam, bunu gerçekleştirebileceğimi fark etmiştim.
Brian Shaw: Zone’a bir kez girdiğinde herkesi beraberinde götürüyordu. Chris Mihm ve Kwame Brown bir şekilde fiziksel uzunlardı ama ofansif anlamda skor opsiyonu değillerdi. Smush Parker bize biraz skor sağlıyordu, ama çok istikrarsızdı. Bizim için skor bulmadaki en büyük sorumluluk yine Kobe’ye kalmıştı.
Kobe Bryant: İkinci çeyreğin ilk 6 dakikasında bench’teydim. O 6 dakikada 14-15 sayı atabilirdim. O oyunumla ilk yarıda kolay bir şekilde 40 sayıya ulaşabilirdim. Bunun yerine kenarda oturmak ve sahada neler olup bittiğini izlemek ve skordan veya taraftar yuhalamalarından dolayı tedirgin olmamak zorunda kaldım.
Devean George (Lakers forveti, 1999-2006): Phil devrede çok sakindi. Genelde öyledir zaten. Düzeltmemiz gereken şeyler hakkında konuştu, ve bir noktada gülerek: “Bu takıma karşı mı 14 sayı geridesiniz? Siz bundan çok daha iyisiniz.” dedi. Phil buydu. Ve Phil söylediği her şeyde sizi etkilerdi.
Devin Green (Lakers guardı, 2005-06): Devre arasında Phil’in yüzümüze bakıp “Bu maçı vermeye mi niyetlisiniz çocuklar? Bu takım bizden iyi değil” dediğini hatırlıyorum. Kobe sandalyesinde oturuyordu ve sessizdi. Hiçbir şey söylemedi.
Kobe Bryant: Söylenen hiçbir şeye dikkatimi vermiyordum. Sadece kendi kafamdaydım ve kendi bölgemdeydim. Kimseyle el çakmıyordum. Kimseyle konuşmuyordum. Sanki farklı bir boyuttaymışım gibi hissediyordum. Diğer her şey önemsizdi. Her şey konu dışıydı. Aslında skor üretmeyi bile düşünmüyordum. Sadece bizi tekrar maçın içine sokmaya çalışıyordum. Üçüncü çeyrekte 18 sayı geriye düşmüştük. Üçüncü çeyreğin sonunda bir top çaldığımı ve saha içinde tutmak için epey uğraştığımı, sonra smacı vurup “Şimdi oyunun içindeyiz ve bu maçı kazanacağız” dediğimi hatırlıyorum. Bu gerçek bir dönüm noktasıydı. İşte bu tarz oyunlar momentumu değiştirirdi -- hustle play'ler. İşte o an bu lanet maçı kazanacağımızı anladım.
BÖLÜM 5: “BU, BENİM YAPMAM GEREKENDİ”
Lakers devrede 63-49 gerideydi ve ev sahibi taraftarlarca yuhalanıyordu. Bryant’ın ilk devrede 26 sayısı vardı. Raptors, Bryant kontrolü ele almadan önce üçüncü çeyrek başında farkı 18’e kadar çıkardı. Kobe, 91-85 önde kapadıkları o çeyrekte 27 sayı attı.
Mike James (Raptors guardı, 2005-06): Üçüncü çeyrekte, Kobe’nin yaklaşık 50 sayısı varken, koç Sam Mitchell’a “onu savunmama izin ver” dediğimi hatırlıyorum. Bana “Onu savunmanı istemiyorum, çünkü faul problemine girmeni istemiyorum” cevabını verdi. O esnada bunu düşünüyor olmamıza inanamıyordum. Parke üzerindeki hiçbir yerden kaçırmıyordu ve ben de onu nasıl durduracağımıza dair strateji üretmeyi denedim. Takımımdaki herkes, maçı izleyen taraftarlar kadar büyülenmiş gözüküyordu.
Jalen Rose: Kobe’yi kimin savunacağına dair tartışmalar vardı. Kadrolarına bir bakın, bu diğer adamlar da kim? Ortada çok fazla konuşulacak bir şey yok. Benim fikrim --ve bunu maç içerisinde de birden fazla söyledim--, "Kobe’ye ikili sıkıştırma getirmeyi düşünmeye ne dersiniz?" idi. Aslına bakarsak, "Üçlü sıkıştırmaya?" Smush Parker’ı, Luke Walton’ı, herhangi birini boş verin, buna ne dersiniz? Bunu anlayamamıştık. Bir kere ısındı mı, işimiz bitmişti.
Chuck Swirsky: Sam Mitchell onun üzerinde herkesi denedi. Mo Peterson tutuyordu, Mike James tutuyordu, Jalen Rose tutuyordu, Jose Calderon tutuyordu. Matt Bonner bile onu tuttu. Bütün tugayı üstüne göndermiştik, o ise hepsinin ırzına geçti. O tek başına bir NBA takımını patakladı. Benim bugüne kadar gördüğüm en iyi bireysel performanstı.
Jalen Rose: Kobe’nin üzerine bir sürü adam yığdık, ama o bunu kendi katliamına dönüştürdü. Bir kez alev aldı mı, tüm zamanların en iyisini durdurmanın bir yolu yoktu.
Jose Calderon (Raptors guardı, 2005-13; şimdiki Knicks guardı): İnsanlar bana hep soruyor; “Bir oyuncunun 81 sayı atması nasıl mümkün olabilir?” Çünkü neredeyse tüm maç boyunca öndeydik. Biz önde olduğumuz sürece o da sayı atmaya devam ediyordu. Evet o bizi öldürüyordu, fakat takımının geri kalanı hiçbir şey yapmıyordu ve biz kazanıyorduk. Böyle devam edebileceğini de düşünmemiştik. Her yerden gönderiyordu. El göstermenizin veya göstermemenizin bir önemi kalmamıştı. Dördüncü çeyrekte skorborda bakıp 79 sayı attığını gördüğümde gözlerime inanamamıştım. Bu skora 12-14 maçta anca ulaşabileceğimi düşünüyordum.
Kobe Bryant: O maçta kullandığım şutlar aynı zamanda her gün antrenmanda attığım şutların aynısıydı. Demek istediğim, günde 1000 tane şut atıyorum, her bir günde. Bu şekilde çalışıyorsam, tabii ki o şutlarda isabet bulacağım. Tabii ki o pull-up’ları sokacağım. Ben onları zaten günde 1000 kez sokuyordum. Bu benim “bu gezegenüstü bir performans” diyebileceğim bir şey değildi, bu benim yapmam gereken şeydi.
Chuck Swirsky: Bazı oyuncularımız ona niye ikili sıkıştırma götürmediğimize dair içten içe sorgulamada bulundular. Niye onu skor üretmeden alıkoyamadığımıza veya pas atmaya zorlamadığımıza dair sorgulamalar; ama tüm bunlar önemsizdi. O bizim üzerimizden buldozer gibi geçmeye karar vermişti.
Mike James: En sinir bozucu şey bizim stratejimizdi. Koçun oyun planı ve stratejisine sadık kalırsınız ve eğer size ikili sıkıştırma getirmeyeceğinizi söylerse, takımı bir araya toplayıp koçun isteği dışında karar alarak “Hey, koçun dediklerini unutun, ikili sıkıştırma getiriyoruz.” diyemezsiniz. Belki de o zaman, daha isyankar olmalıydık ve koçun isteğine karşı çıkıp yumuşak bir zone denemektense her seferinde Kobe’yi tuzağa düşürmeye çalışıp, ona karşı daha fazla fiziksel oynamalıydık. Matt Bonner (Raptors forveti, 2004-06; şimdiki San Antonio Spurs forveti): Esasında tüm maç boyunca öndeydik, bir noktada koçun “Maçı kazandığımız sürece 100 sayı atabilir. Sadece maçı kazanmayı umursuyorum.” dediğini hatırlıyorum. Bu felsefe maçın genelinde iyi gitti ama Kobe saçmalık derecesinde alev alınca ters teperek sonuçlandı.
Brian Shaw: Sam Mitchell’ın yüzüne ve Toronto oyuncularının yüzüne bakıyordum. Kimse belirli bir oyuncunun şovunun yan rolü olmak istemiyordu. Sanki o maçın özet görüntülerine girmemek için oynuyorlar gibiydi.
Mike James: Ben şahsen, tüm takıma karşı deliye dönmüştüm. Herkesin yüzüne bakıyordum ve o gece herkes neredeyse ponpon kıza dönmüştü, ilk beşimizden tüm bench oyuncularımıza herkes. Kobe bizim kazanma arzumuzu çaldı. O gece herkes fan’dı. Herkes Kobe için tezahürat ediyordu. Neredeyse bizim takım da bunu başardığını görmek istiyordu. Bu benim basketbol kariyerimdeki en kötü gecelerden biriydi. Bunun bir parçası olmak kesinlikle berbat.
Darrick Martin (Raptors guardı, 2005-08; şimdiki UCLA radyo araştırmacısı): Kardeşimin seyircilerin arasında olduğunu ve Kobe adına tezahürat yaptığını hatırlıyorum. Ona ölümcül bir bakış atmıştım ve onun bana cevabı “umurumda değil” olmuştu. “Ko-be! Ko-be! Ko-be!” diye bağırıyordu. Maçtan sonra ona bir daha benden maç bileti alamayacağını söyledim ve bana “Umurumda değil, izleyebileceğim en ünlü maçlardan birini izledim” dedi. Annem sessiz olması için onu dürtüyordu.
BÖLÜM 6: “SADECE SALDIRIYORDUM”
Maçın ilerleyen bölümlerinde Bryant, savunmacıları aşırı derecede temas ederek oynarken istediği faulleri alamayınca hakemlere çok sinirlenmişti. Phil Jackson, Bryant’a Phoenix’te oynamayıp dinlenmesi gerektiğini söylemişti ama Kobe bunun yerine, antrenmanda yanına Shaw’ı alıp, temasa karşı oyun üzerinde çalışmalar yaptı.
Brian Shaw: Onu savunuyordum ve topu alıp üzerimden bir post oyunu oynayacaktı. Bana olabildiğince sert bir şekilde onun koluna ve dirseklerine vurmamı ve kolunu çekiştirmemi söyledi. Harekete başlıyordu ve ben de kolunu çekiştiriyordum ve bana “Hayır, olabildiğince sert… Bundan daha sert!” diyordu. Resmen kollarını ve dirseklerini elimden geldiğince sert bir şekilde tokatlıyordum ve o da şut atmaya çalışıyordu ve bunu 20 dakika boyunca sürdürdük. Başta topu kaldırmakta zorluk yaşadı, ama bir noktadan sonra gücünü de kullanarak yaptığım her şeyin üstesinden gelmeyi başarıp sayı üretti. İstikrarlı bir şekilde her şutunu sokuyordu.
Devean George: Şanslı olduğunda veya öfkelendiğinde onu durdurmak imkansızdı. Bundan beslenirdi. Bu gerçekten onu bir üst seviyeye yükseltirdi. Maçın o bölümünde sınır aşılmıştı.
Kobe Bryant: Dördüncü çeyrek başlarken Mo Peterson parmağını gözüme sokmuştu. Faul çalmadılar ve bundan şikayetçi olurken teknik yedim. Hayal kırıklığına uğramıştım. Mo Pete’in beni durdurmak için farklı şeyler yaptığını hissettim. Beni durdurmak için değişik bir yol bulmuştu ve hakemler beni korumadı. Doğru olsun veya olmasın farketmez, o an bunları hissettim. Mo beni durdurmak için yaptığı şeyi yapıyordu, yani adamakıllı savunma yapamadığından, ritmimi bozmak için gözüme elini sokuyordu ve bu da benim daha da sinirlenmeme sebep oldu. O dakikadan sonra gerçekten, ama gerçekten başka bir boyuta geçtim.
Brian Shaw: Jalen Rose’a bakıyordum, Mo Peterson’a ve Kobe’yi savunan diğer oyunculara bakıyordum ve sürekli “Faul! Faul! Onların sürekli bunu yapmalarına izin vermeyin” diye bağırıyordum. Kobe bu sorunu çeşitli yollarla çözmekle meşguldü -- üçlükler, smaçlar, orta mesafe, serbest atışlar, üretebileceği her şekilde sayı üretmekle… Ve bu bütün maç boyunca devam etti.
Kobe Bryant: Lamar Odom, molanın birinde kulağıma eğilip “60’a ulaşamayacaksın” dedi. Sonra bir sonraki molada tekrar yanıma geldi ve bu sefer “70’e ulaşamayacaksın.” dedi. Sonraki molada bana baktı ve “Oh, siktir git ve 80’i geç” dedi. Onu duydum ama çok fazla dikkatimi veremedim. O an sadece kendi baloncuğumun içinde tamamen yaptığım şeye odaklanmıştım. Sadece saldırıyordum.
John Black: İkinci yarıda Josh Rupprecht’e “50’ye ulaşacak” dediğimi hatırlıyorum. Sonra “60 sayıyı geçecek” dediğimi. Birkaç dakika sonra da “Bu orospu çocuğu 70’e ulaşacak. Elgin Baylor’un rekorunu tarihe gömecek.” Olaylar çok çabuk gelişti. Siz hayal bile kuramazken 80’i buldu. 50’den 81’e sıçrayışı göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşmişti. Josh’ın tüm maçı izleyebildiğini sanmıyorum çünkü basın tribününde kafasını hangi rekorların kırıldığını öğrenmeye çalışmaktan kaldıramıyordu.
Josh Rupprecht: Parmağımı Wilt’in ve diğer herkesin bulunduğu rekorlar kitabına koydum ve yukarı doğru kaydırmaya başladım. Elim Wilt’in hemen arkasındaki ikinci sıraya kadar tırmandı.
Chris Bosh (Raptors pivotu/forveti, 2003-10; şimdiki Miami Heat pivotu/forveti): Attığı sayılarak çarparak çoğalıyormuş gibi bir his yaratıyordu. Oturduğum yerde “Sahaya girdim ve geri geldim ve 50’den 60’a yükseldi, neler oluyor?” diye düşünüyordum. İşte aynen böyle hissettiriyordu. Maçı sahiplenip bitirmişti.
Devean George: Oyuncular neler olduğunu anlamıştı. Hepimiz “Orada bir adam her şeyi yaparken gidip tek başıma pas vermeden şut çeken ben olmamalıyım.” diye düşünüyorduk. Kimse seyircilerin tepkisini çekmek istemiyordu. Top her seferinde Kobe’yi buluyordu. Sıcak adama topu ver ve sana daha önce tanık olmadığın bir gösteri sunsun. Herkes neyle karşı karşıya kaldığının farkındaydı.
Kobe Bryant: Maçın son dakikalarında epey bir tuhaf hissettim. Sahadaki herkes size bakıyor. Sanki benden başka kimse şut atmıyordu. Şut atan olursa, yuhalanıyordu. Bu meydana gelirken, orada bir oyuncu olarak duruyor olmanız garipti. Staples Center’dan daha önce böyle bir elektrik aldığımı, onların tarihi bir şey izlediklerini böylesine hissettirdiklerini hatırlamıyorum. Son derece garipti. Sahada bulunan bir oyuncu olarak, o enerjiyi duyup hissederken o an kendinizden ödün verip seyirciye karşılık veremiyorsunuz çünkü ritminizi kaybetmek istemiyorsunuz.
Phil Jackson: Yaptıklarını takip etmiyordum ve asistanım Frank Hamblen’a dönüp “Sanırım onu kenara alsak iyi olacak.” dediğimde bana “Bunu yapabileceğini sanmıyorum, şu an 77 sayıda” dediğini hatırlıyorum. Biz de 80’i bulana kadar bekledik.
BÖLÜM 7: “90 ATMALIYDIM, VEYA DAHA FAZLA”
Raptors forveti Pape Sow’un Joey Graham’e pası 4.2 saniye kala dışarı çıktı ve bu, Kobe’nin alkışlarla kenara gelecek olmasını sağladı. Devin Green, Kobe'nin yerine oyuna girdi. Kobe ikinci yarı 55 sayıya ulaşmıştı, bu, Wilt’in 59’undan sonra bir devrede atılan en yüksek ikinci sayıydı.
Brian Shaw: İnsanlar Devin Green’i hatırlamıyor, ama ne zaman o maçın özet görüntülerine denk gelseler maç sonunda Kobe yerine oyuna giren Devin Green’i görüyorlar. Kobe kenara gelirken Devin ona sarılıyor ve sonra Kobe parmağını havaya kaldırıyor. İşte bu hepimizin o maçtan görmeye alışık olduğumuz kare.
Devin Green: Bu, yıldızların sıralı bir şekilde dizilmesine benzer durumlardan biriydi. Top dışarı çıktı, ben bench’in en sonundaydım, Phil’in kulak tırmalayıcı sesiyle benim adımı bağırdığını duydum, ve böylece kalktım ve bütün salon onu alkışlarken oyuna girdim. O esnada tüm Los Angeles’taki enerjiyi hissedebiliyordum. O köşeye gelirken ona sarıldım. Bu benim ona nihai saygımdı. Eğer 81 sayı atan birinin yerine oyuna giriyorsanız, ona sarılmanız lazım.
Kobe Bryant: Gerçekten, kenara gelene ve attığım sayıyı duyana kadar neler olduğundan haberim yoktu.
Sasha Vujacic (Lakers guardı, 2004-10; şimdiki New York Knicks guardı): Ona hala kızgınım çünkü 84 atması gerekiyordu. Benim son asistimi yedi. Ona bunu defalarca hatırlattım ama her seferinde 81’in kulağa daha hoş geldiğini söyledi.
Lawrence Tanter (Lakers anonsçusu, 1982-günümüz): Kariyerimde ilk defa bir oyuncu kenara gelirken isminin sonuna kaç sayı attığını da ekledim. Normalde sadece bunu maç sonunda söylerdim. Ayrıca yine ilk defa maçın sonlarında anons yaparken kişisel bir yorumda da bulundum, bunu neden söyledim bilmiyorum çünkü daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım ama şunu dedim; “Bayanlar baylar, lütfen bu biletlerinizi bu inanılmaz geceye tanıklık ettiğinizin kanıtı olarak saklayın.” O akşam eve boxscore kağıdının bir kopyasını götürdüm çünkü resmi skor tutucumuz John Radcliffe’in boxscore’la uğraşırken geçirdiği zor zamanları asla unutmayacağım. O boxscore kağıdı kızma birader tahtasına benziyordu ve ben de ona sürekli “John, daha küçük yaz.” diye takılıyordum.
Patrick O’Neal (Fox Sports West spikeri, 2000-günümüz): 81’den sonra onunla ilk röportajı gerçekleştiren bendim, maçın hemen ardından saha içindeydik ve sesimiz bütün salona duyuruluyordu. Bütün taraftarlar da işin içindeydi. Bu benim kariyerimin en önemli anıdır.
Mychal Thompson: 100’ü zorlamayacağını biliyordum ama 90’a ulaşmasını umuyordum. 100 için yeterli zamanı yoktu ama o gece 90’a ulaşabilirdi. İsteseydi yapabilirdi.
Kobe Bryant: 90 atmalıydım, veya daha fazla. 62’den sonra iki serbest atış kaçırdım. Bazı şutlarım bomboştu. O bomboş şutlardan kaçırdıklarım oldu. Daha fazla atabilirdim. Çok fazla basit fırsatı teptim. Bence 100 bile mümkündü. Gerçekten yapardım. Eğer ilk yarıda o 6 dakika kenarda oturmasaydım muhtemelen bunu gerçekleştirirdim.
Bill Macdonald: Taraftarlar Kobe’ye saygılarını göstermek için ayakta alkışlarlarken Stu’nun da (ekürisi, spiker) kulaklığını çıkardığını, kenara koyduğunu, ve ayağa kalkıp Kobe’yi ayakta alkışladığını hatırlıyorum. Daha önce böyle bir şey yapmamıştı.
Stu Lantz (Lakers TV analizcisi, 1987-günümüz): Daha önce herhangi bir oyuncuya böyle bir şey yapmamıştım ve inanın bana tonlarca efsane oyuncunun maçını anlattım. Belli bir süre sonra, asla yeni bir şey görmüyor oluyorsunuz ve bu rutine bağlıyor. Ama “o” rutin değildi. Ayağa kalkmalıydım ve ona desteğimi göstermeliydim. Elimde hatırlanmaya değer çok fazla şey yok. Herhangi bir şeyi nadiren alıp saklamaya değer bulurum ama bana imzalayıp verdiği, son serbest atışlarını atarkenki fotoğrafını hala saklıyorum. Karımsa o maçtan sadece bir anı kaldığı için bana çok kızgın.
Phil Jackson: Bu, tam olarak takımınızın kazanmasını isteyebileceğiniz türden bir galibiyet değil ama takımınız o maçı kazanmak zorundaysa, böyle bir silahınızın olması ve onu kullanabilmeniz mükemmel. Bazı iz bırakan maçlara tanık oldum ama, daha önce böyle bir şey görmemiştim.
Jeanie Buss: Maçtan sonra, Phil sessizdi. Çok özel bir şey izlediğini biliyordu. 81 sayı atmanın neredeyse imkansız olduğunu biliyordu. O gece tarihe tanıklık ettiğini ve bunu kenardan izlemenin onu ne kadar mutlu ettiğini biliyordu. Benim düşünceme göre bu, Kobe ve Phil’in sezonun geri kalanındaki ilişkileri açısından dönüm noktası anlarından biri olabilirdi. Bence ikisi de yeniden güçlerini birleştirmek adına birbirlerini takdir edeceği bir an yakalamışlardı.
BÖLÜM 8: "TEK İSTEDİKLERİ, 81 SAYI HAKKINDA KONUŞMAKTI"
Belki lig rekoru değildi, ama Bryant'ın 81 sayısı kesinlikle spor tarihindeki sayılı başarılardan biri olarak kayıtlara geçiyordu. NBA TV, 2013 yılında, 8. yıldönümünde maçı tekrar yayınladığında Kobe de attığı eşzamanlı tweetlerle sosyal medyadakilere katılıyor ve maçı ilk defa izlediğini söylüyordu: "Bir Salvador Dali tablosuna bakıyormuş gibi hissediyorum. #başyapıt" diye tweet’ledi.
Jim LaBumbard (Raptors Halkla İlişkiler Sorumlusu, 2000-Günümüz): Maçtan sonra soyunma odasına gelen oyuncular ne yapmaları ya da ne söylemeleri gerektiğini bilemiyorlardı. Birçok insanın acilen onlarla röportaj yapmak istediğini hatırlıyorum ama onlar konuşmak istemiyordu. Jalen konuşmak istemiyordu, Sam Mitchell da konuşmak istemiyordu. Ama bu hislerin zamanla değiştiğini düşünüyorum. Raptors, kulüp tarihinde çok fazla kilometre taşı görmüş değildi, başka bir açıdan, bu da oyunun bir parçası olarak, kulüp tarihinde bir kilometre taşıydı.
Matt Bonner: Tarihin bir parçasıydım, belki yanlış tarafında, ama yine de öyleydim. Bence olay bizim savunmada ne yaptığımızdan çok, onun ne yaptığıyla alakalıydı.
Mike James: Bu kadar utanç verici bir şeyin üstesinden gelmek zordu. Bir maçı 50 sayı ile kaybetmeyi, tek bir oyuncudan 80 sayı yemeye tercih ederdiniz. En zor kısmı buydu. Bir takım sizi yenmiyordu; tek bir kişinin performansı sizi mağlup ediyordu. Bu maçın ardından kimle karşılaşsak, tek istedikleri Kobe'nin 81 sayısı hakkında konuşmaktı. Siz o anda o maça odaklanmaya çalışırken, herifin biri gelip "Seksenbir?.. Nasıl onun 81 sayı atmasına izin verirsiniz? Ben olsaydım asla buna izin vermezdim." diyordu. Çok utanç vericiydi. O maçın ardından tek yaptığımız bunlarla uğraşmaktı.
Chris Bosh: Sonraki gün, o dönem Warriors'ta oynayan Baron Davis'le konuştuğumu hatırlıyorum. O gün onların da Staples Center'da erken saatte bir maçları vardı. Ve bana maçtan sonra salondan nasıl ayrılıp yemek yemeye gittiğini, ardından insanların onu olanlardan haberdar edip, "Bunu izliyor musun?" dediklerini anlattı. Bunun üzerine hemen Staples Center''a dönmüş ve maçın kalanını canlı izlemiş.
Devean George: Maçın ardından hepimiz, arkadaşlarımızdan, ailelerimizden arama ve mesajlar alıyorduk. İmzalı ayakkabı, imzalı istatistik kağıdı, akıllarına ne gelirse istiyorlardı. Biz hâlâ daha neye şahit olduğumuzu kavramaya çalışıyorduk. Ona bir çift ayakkabı imzalattım. Şöminemin üstünde duruyorlar.
Kobe Bryant: Hall Of Fame, forma ve ayakkabılarımı rica etmişti, ve yollayacaktım da, çünkü onlara "Hâlâ kariyeri devam etmekte olan bir oyuncunun Hall Of Fame'de eşyalarının bulunacak olması harika" demiştim. Fakat eşim "Hayır, dinle, formayı saklıyoruz. Eğer gerçekten istiyorsan ayakkabıları yollayabilirsin, ama forma hiçbir yere gitmiyor" dedi. Böylece forma çerçevelenip, evimdeki salona asıldı.
John Black: Ayakkabıları Hall Of Fame'e yolladık, ve bir sürü insan maçtan sonra Kobe'nin istatistik kağıtlarını imzalamasını istedi. Şimdi düşünüyorum da, sanırım fileleri kesmeliydik, ve yaptığımızı sanmıyorum. Yapmayı düşünmedik bile.
Josh Rupprecht: Bu konuda John'la şakalaştığımızı hatırlıyorum, ve bunu neden gerçekleştirmediğimizi bilmiyorum ama Harvey Pollack'ın kağıda "100" yazıp Wilt'in eline tutuşturduğu gibi biz de Kobe'ye soyunma odasının önünde böyle bir şey yapsak mı diye şakalaşmıştık. Harika olabilirdi.
Brian Cook: Sanırım herkes istatistik kağıtlarını sakladı. Bende birkaç tane var, ve onları imzalattım.
Matt Bonner: O maçtan hiçbir şey saklamadım. Gözyaşlarımdan hiçbirini saklamadım. Ama bu maçın bendeki yerinin ayrı olmasının sebebi, Kobe'nin maçın tekrarı yayınlandığı sırada attığı tweetlerden birinde beni "Red Mamba" olarak onurlandırmasıydı. Bunun benim kariyerim ve hayatımda ne kadar etki yaratacağının farkında olduğunu sanmıyorum. İnsanların gözü önünde bunu söyledi ve bu da akıllara kazındı. Şimdi Red Mamba yazılı ayakkabılarım var. Şu anda bir bağa sahibiz, ve muhtemelen farkında değil. Bir gün torunlarıma, Kobe Bryant'ın bana bir lakap verdiğini anlatacağım.
Kobe Bryant: Sonradan, kız kardeşimle konuştuğumda, o söylediğinde hatırlamıştım; büyükannemin izlediği ilk NBA maçıydı, ve müteveffa büyükbabamın doğum günündeydi. Maçlara gitmek onu geriyordu, o da pek gitme taraftarı olmuyordu. Onun için maçlara gitmek her zaman zor oluyordu, ama bu kez, Natalia'nın doğum günü partisinin ardından gelmişti. Bilmiyorum, topun çembere her defasında girmesini sağlayan büyükbabam mıydı, ya da neler oluyordu, ama her şekilde çok ilginçti. Sporda bu tip şeyler her zaman olabilecekmiş gibi görünür, siz yalnızca ne zaman gerçekleşeceğini merak etmelisiniz. Basketbol videolarını Amerika'dan İtalya'ya, izlemem için yollayan kişi büyükbabamdı. Ben küçükken maçları benim için kaydedip yollardı. O gün, onun doğum gününde böyle bir şey gerçekleşmesi acayip hoş bir detaydı.
İki yıl sonra aşırı önemli not:
Artık kim, nasıl bilmiyorum ama, bir hayırsever tarafından maçın türkçe (Murathanoğlu-Kural ikilisi) anlatımlı hâli, Youtube'a yüklenmiş, şu tivit sayesinde öğrendik. Buraya eklemeden olmazdı. Bu ilk kısmı, diğerleri zaten oradan görülür.
Bunları hatırlayanınız var mı? Ya da zamanında alıp da hâlâ elinde olan? "Alma" dediğime bakmayın, spor mağazalarında ya da spor reyonlarında beleşe alınabiliyordu sanırım. Adidas giyen takımların oyuncuları/hocaları, sponsoru Adidas olan oyunculardan oluşan bir seri. Şimdi böyle şeyler pek yapmıyorlar sanki.