Retro 245


Sada


Uyku sersemi bi' şekilde Boston-Portland maçını izlerken arada Kendall Marshall promosuna denk geldim. Promo'da herifçioğlu Justin Bieber çantasıyla takılıyordu. Şaşkınlığı attıktan sonra ufak bi' araştırma sonucu bunun bir ''çaylak taşşağı'' olduğunu gördüm. Her takımda farklı işliyor bu çaylakla taşşak geçme mevzusu. Kimisinin ayakkabısına diş macunu sıkılıyor, kimisini getir-götür işlerine boğuyorlar. Kendall'ın da ergen kız çantası takması uygun görülmüş abileri tarafından. Cindirella ile Justin Bieber arasında bir tercih hakkı sunulmuş bu mevzuda. O da ''Justin'le ortalığı yakıp, yıkarım'' diyerekten ikinci opsiyona yönelmiş. İdmanlara bunla gelip-gidiyormuş şimdilerde bizim genco.

Jawai


Bu bir tespitten öte, dilek/soru postu. Iverson'ın geldiği sezonki Beşiktaş basketbol formalarıyla, bu sezonki formalar aynı. Bunu sezon başından beri birilerinin fark edip dile getirmiş olduğunu umuyorum. Bilgisi olan? Yani olması gerekir. Ben az önce fark ettim mesela. Geç bile kalmışım.


Yakışmıyor yani. Çok da güzel forma ama böyle...

İnsan


Mesela bak, biri gelip bana "abi Andre Miller şu kariyerinde Playoff 2. turu görmüştür değil mi?" dese, "herhalde ulan" çekerim. Ama öyle değil işte. Tracy McGrady'ninkine benzer şekilde, Miller hiç 2. tur göremedi. Tabii bunda şanssızlık payı da var. Kendisi 10 küsür asist ortalamasıyla ligin asist kralı olurken örneğin, Playoff oynamadı. Ya da Denver Batı finali yaptığında, o Portland'daydı.

"Hiç yapamasa daha mı iyiydi" şeklinde bir karşı soruyu ortaya atarsak da doğru olmaz. Ama böyle bir oyuncunun hep o duvara çarpması talihsizlik. Daha büyük örnekler var mesela. malumunuz, T-Mac işte. Zamanında ligin amına koyan adam, 2. tura hiç yükselemedi. Hatta Yao ile birliktelerken "şampiyonluklar kazanması beklenen adam" olarak bunu yaşadı. Ya da bir dönem için Melo. Aslında hala farklı sayılmaz, çünkü bir Batı finali hariç, o da ilk tur mağduru. Bu sezon bu takımla orayı aşar mı, o da güzel bir soru aslında. Miller için de aynı şey geçerli. Kimilerinin çok şey beklediği (Fritz selam) Denver, nereye kadar gidebilecek?


Retro 244


Dime #4


-Efendim selamlar. Yine planladığım günden üç gün sonra falan yazıyorum postu ve bu sefer tamamen benim tembelliğim. Neyse eveleyip gevelemeden girelim. Sezon başında üç tane ciddili şampiyonluk adayımız vardı: Lakers, Heat, Thunder. Bunları zorlayacak takım sayısı da üçten fazla değildi: Knicks, Spurs, Grizzlies. Sonra araya Clippers karıştı, kolay fikstürün etkisiyle Nets "ben de varım" dedi, Hawks'ı tabii ki sayacak değiliz falan filan. Lakers'ı, Heat'i, Thunder'ı, hatta Spurs'ü bir kenara koyalım. Knicks'in balonu yavaş yavaş patlıyor, hala o seviyelerin takımı değiller ve üstelik daha Amar'e dönmedi. Bunu olumsuz anlamda söyledim, heh heh. Nets henüz bana o güveni vermedi, önce Clippers'ı yendiler, dün de Knicks'i ki buna değineceğiz sonra ama yine de geçelim. Clippers 4 maçtır kaybediyor, geçelim. Grizzlies. Memphis Grizzlies.

-Grizzlies'in önceki senelerde tam anlamıyla şampiyonluk takımı olarak adlandırılmamasının üç sebebi vardı: 1. Sakatlıklar ve Gay'i sisteme monte edememe, 2. Bench, 3. Üçlükler. İki sene önce Gay'in omuz sakatlığıyla kenardan izlediği playofflar'da müthiş bir uyum içerisinde hücum ederek önce son sıradan girip ilk sıradaki Spurs'ü elemişlerdi, sonra da Batı Finali'nde kaybedecek Thunder'ı son maça kadar zorlamışlardı. Geçen sene Gay de dönünce "acaba" dedik ama bu sefer başka sıkıntılar yaşadılar, ilk maça olağanüstü başlayıp 29 sayıdan saha avantajını verince toparlayamadılar ve Clippers'a ilk turda elendiler. Ama bu sene onların senesi olabilir. Bu cümleden sonra bayağı bir şey yazmıştım ama şimdi hepsini sildim çünkü yazdığım her şey şunun üçüncü paragrafı ve şununla aynı. Siz en iyisi okumadıysanız onları okuyun.

-Hemen konudan fazla uzaklaşmadan Randolph ve Perkins kavgasına dair bir iki kelam. Bu adamların ilk vukuatları değil, geçmişleri de var yani. Geçen günlerde de maçın sonlarına doğru serbest atış esnasında birbirlerine dostça olmayan şeyler söylemişler. Randolph, Perk'e "I'll beat your ass" demiş ve olaylar gelişmiş. Şöyle buyrun. Sonrasında Z-Bo böyle dediğini de doğrulamış. Zaten maç ESPN'de yayınlanıyor ve sesi kameralara kadar geliyor mikrofonlardan dolayı. O da bu konu hakkında şikayetçi ve "Man, I know, man. They played it on ESPN 100 times. Like, man stop playing it." diyor. Chris Vernon'a verdiği şöyle bir röportaj var konu hakkında. Bir dahaki Thunder-Grizz maçı 31 Ocak'ta. İple çekiyorum.


-Charlotte Bobcats geçen sene lokavt nedeniyle oynanan 66 maçın sadece 7'sini kazanabilmişti ve bu, lig tarihinin en düşük galibiyet yüzdesiydi. .106 :( Bu sene ise elemanlar 7 galibiyete 12 maçta ulaşmayı başardılar ama 13. maç biraz hazin oldu...

-Bu aralar NBA de iyi OT yaptı. Arada boş geçen thanksgiving day'i saymazsak son 5 gün tam 10 overtime izledik ve bunların 2'si ikinci overtime'a gitti. Bundan önceki en yüksek rakam da 1982'de ve 2005'te olmak üzere 8 overtime imiş. Allah nice overtime'lar görmeyi nasip etsin inşallah. Amin.

-Bu overtime'a giden maçların sonuncusunu dün gece izledik Brooklyn'de. Sezonun şimdiye kadar olan bölümünün en zevkli maçlarından biri, belki de birincisi olabilir. Aslında biliyorsunuz bu maç taaa sezon başı oynanmalıydı ama Sandy kasırgası nedeniyle düne ertelenmişti ve herkes o günden beri iple çekiyordu. Hepimiz beklediğimizin karşılığını aldık. Birinci New York Savaşı'nı evinde komutan Deron Williams, teğmen Lappappa Brook Lopez, yüzbaşı Gerald Wallace ve er Jerry Stackhouse önderliğinde Brooklyn Nets kazandı. Carmelo çok uğraştı, belki biraz fazla zorladı, eski Nets'li Kidd'in yokluğunda Chandler inanılmaz savaştı ama Deron Williams sezonun en yüksek asist rakamına ulaştı, Chandler savunmasına rağmen Lopez 22-11'in yanına 5 de blok ekledi ve Gerald Wallace hem savunmada, hem hücumda haaarika oynadı. Bütün bunların üstüne biri OT'de olmak üzere Stackhouse 4/5 üçlük atınca Knicks ilk raundu kaybetmiş oldu. Barclays Center'da atmosfer de nefisti. Tribünler neredeyse yarı yarıyaydı ve özellikle ilk yarıda resmen karşılıklı tezahüratlar vardı. Sonra sonra Brooklyn taraftarlarının şimdiden klasikleşen "Broooooooooklyyyynnnnn" tezahüratını daha sık duymaya başladık. Kenny Smith ile Charles Barkley'in bu konu hakkında komik bir diyaloğu var;

KS: "That chant is being around for 20 years."
CB: "How do you know that?"
KS: "Because i'm a New Yorker."
CB: "They haven't had a team for 20 years, wow they just walkin' up the street and singin' Broooklyyyn!"
KS: "Exactly!"
CB: "Are you kiddin' me?"

-Yukarıda Randolph ile Perkins'in serbest atış esnası yaşadıkları diyalogdan bahsetmiştik. Serbest atış esnası diyalog yaşayan tek ikili değiller. Brooklyn önceki günlerde Staples Center'ı ziyaret ettiğinde yine maçın sonlarında Kobe ile Gerald Wallace'ın uzun uzun konuşmaları olmuştu. Buna thrash-talk diyorlar ama bence bu thrash-talk değil. Gerald Wallace, Kobe'ye serbest atışları kaçıracağını söylemiş. Oracıkta ayak üstü 5000 dolara iddiaya girmişler ve tabii ki Kobe kazandı. Kazanılan para Kobe'nin hayır kurumuna bağışlanmış. Ha bir de, bu maçta 5000 dolar kaybeden tek Nets'li Wallace değil. NBA'in yeni kurallarına göre flop denilen harekete kalkışmanın cezası da 5000 dolar ve bu sezon bu cezadan ağzı yanan ilk isim Reggie Evans oldu. İzleyelim. Hmm, Şundan beri gördüğüm en kötü flop.


-Kasım'ın 22'sinde thanksgiving sebebiyle NBA'e bir gün ara verildi. Her takımın belli başlı bazı oyuncuları böyle çeşitli yardım kampanyalarına falan katıldılar. Halkla bir araya geldiler. NBA böyle yardım organizasyonlarını seviyor ve bu da güzel bir şey. Neyse ben buraya Westbrook'u koydum çünkü blog olarak, özellikle patronumuzun en sevdiği oyun kurucu. Tüm zamanlardan bahsediyorum.

-Oyun kurucu demişken -bu dime da çok böyle atlamalı gelişti her şey, güzel oldu- Rajon Rondo. 10+ asist serisi 37 maça çıktı. John Stockton'ı geride bıraktı ve önünde tek bir isim kaldı: Magic Johnson. Magic zamanında 46 maç üst üste 10+ asist yaparak bu alanda liderliği elinde bulunduruyor. Tabii ben Magic'in o dönemki maçlarını izlemediğimden bir şey diyemeyeceğim ama Rondo bu işi oluruna bırakmayı tercih etmiyor ve biraz obsesyon haline getirmiş gibi. Ha bu güzel mi, kötü mü yorum sizin. Çoğu zaman potayla arasında sadece hayaletler varken bile arkadan gelen oyuncuya pas atıyor ve bunun gibi şeyler. Tabii istatistiği buraya kadar getirmişken birinci sıraya yükselmek istemesi son derece normal ama geçenlerde değişik bir olay yaşandı. Detroit'ten fark yedikleri maçta son anlarda artık maç bitmişken Doc Rivers Rondo'yu oyuna aldı. Rondo'nun 9 asisti vardı ve maçın bitmesine de saniyeler kalmıştı. Bitime 51 saniye kala Rondo 10. asistini yaparak serisini sürdürmüş oldu ama maçtan sonra basının Doc'a soracağı sorular epey birikti haliyle. Daha önce Rondo'nun oynamayacağı bir maçtan "hücum setlerimizin %80'inde başrol oynayan adamdan yoksun çıkacağımız maç" olarak bahseden koçun, bitmiş bir maçta Rondo'yu oyuna sürerek neden böyle bir risk aldığını, Rondo'nun bu asist serisinin onun sakatlanıp Celtics'e zarar vermesinden daha mı değerli olduğunu soran gazetecilere karşı Doc'un cevabı; "I don’t even know what it is, I swear to gosh, I have no idea what he’s chasing. I just hear that he’s got a streak going. Who is he chasing? I don’t even know that." oldu. Kesinlikle haklı.

-Tabii mesela Rondo bu seriyi kırar, Celtics'in tüm zamanların asistle alakalı ne kadar rekoru falan varsa hepsini parçalar vs. vs. ileride hiç alakasız biri gelir ve bir maçta 30 asist birden yapıp Rondo'nun o alandaki rekorunu tarihe gömebilir. Indiana Pacers'ta Reggie Miller diye bir oyuncu vardı, biraz iyi üçlük atardı. Bugün Pacers'ın bir maçta en çok üçlük atan oyuncusu (21'inde içeride Hornets'i uzatmada 115-107 yendikleri maçta) 9 üçlükle Paul George. Mesela.

-Haftanın demeciyle kapıyoruz efendim, iyi akşamlar.

"By far." Harrison Barnes. Timberwolves maçı sonrası Pekovic'in üzerinden şu smacı vuran Barnes'a "Best dunk is your life?" diye soruluyor ve cevap haliyle bu. Grantland'de Robert Mays bu smaç hakkında altı maddeden bahsetmiş, çünkü "five is not enough" diyor. Serhat Akın da "Onlar beş istedi, altı oldu. On istediler, zaman yetmedi" demiş :(

Abdi İpekçi Notları - 5

Merhabalar. Araştırmacı blogculuğu şiar edinmiş bir yapı olarak, çalışmalarımız devam ediyor.
Blog bünyesinde iki adet "İstanbul'da ikamet eden Beşiktaşlı" olmasına rağmen, bir Beşiktaş basketbol maçından bahis açmak bana düştü. Aldığınız maaş haram, yazıklar olsun.



- Dışardaki pilavcı abi'nin malı harika. Annemin yaptığına yakın valla. Müthiş.

- Çok az adam vardı ya. Gerçi buna yine geleceğiz, dur.

- 2. çeyreğin başı gibi girdik. Hacettepe öndeydi.

- Siz siz olun, eğer yorgunsanız, tramvaydan inip salona kadar yürümeyin. "O kadar" yakın değilmiş. Minibüsler falan geçiyor sanırım ordan, atlayın ona.

- Dışarda Kartal Yuvası tırı vardı, (tam olarak tırın üstünde bu ismi görmedim ama öyle olması gerekiyor sonuçta) orada işte Beşiktaş'ın arka arkaya kazandığı 4 kupanın da bulunduğu bir tişört gördüm. Feda tişörtünün 10'da biri kadar satmamıştır ama olsun, gayet güzeldi. Hatta onu görünce "vay amına koyim, bunlar dörtledi di mi" çektim kendi kendime. Büyük iş abi.

-  Bizim Tivitır tayfasından bazı adamları da orada görmeyi bekledim ama yoklardı. Bayağı da baktım sağa-sola, hatta sonra telefondan Tivitır'a da baktım, yok. Eğer biri ya da birkaçı orada olsa ve göremeyip dönsem çok bomba olurdu ama.

- Hep öyle mi oluyor bilmiyorum ama, neredeyse taraftara eşit sayıda polis vardı. Canlarına minnet, ne olacak.

- Biraz da maçtan bahsedelim değil mi?
Girdiğimiz andan itibaren, 4. çeyreğin ortalarına doğru Hacettepe öndeydi hep. Sonra işte 17-3'lük bir seri geldi Beşiktaş'tan ve aldılar. 69-63'tü herhalde skor. Kusura bakmayın valla, bunları maçtan 20 küsür saate yakın zaman geçmişken yazıyorum ve hiçbir yere de bakmadım. Bizde yalan yok. Akılda ne kaldıysa o bak.

- Tutku'yu izleyebilsem iyi olacaktı. Neyse, başka vakit inşallah.

- Fotoda gördüğünüz şut girdi. Zaten Markota bayağı soktu ya. Bakayım kaçmış... 17 sayı. 2-3 tane üçlük var.



- Maçta çok sayıda Nigga kardeşim vardı. Bahsettiğim nokta, tavır ve karakter. Yani esasen, bazen yanlış kullanım oluyor, o açıdan vurguladım. Her siyah arkadaş "nigga" olamaz. Mesela beyaz olsa da nigga olabilir. Hepsine buradan selamlar. Maçtayken de böyle sesleneyim falan dedim de, sonra linci var, dayağı var.

- Hüseyin Beşok'a çok küfrettiler. Daha doğrusu tezahürat eden, yukarıda konuşlanmış ufak bir grup vardı, onlar etti.

- Fakat buna rağmen, molalarda falan hoparlörden verilen tezahüratlara herkes eşlik ediyordu neredeyse. Bu güzeldi bak.

- Ama yine de, mesela Avrupa maçlarında ortalık yıkılıyorken, buna bir avuç adamın gelmesi hoş değil. Haftaiçi bahanesi de bir yere kadar diyorum.

- O tırda basketbol formaları satıyor muydu ya, ben göremedim ama olsa da görüp alsak hoş olurdu. Kero selam.

- Basın tribününe (?) dikkatli bakışlar fırlatmama rağmen pek "tanıdık" kimse göremedim. Keşke göreydim. Ümit Avcı falan vardı işte. Maçı anlatanlar da Osman Sakallı ile sanırım İsmet Badem'di.

- Bir ara şöyle bir skor vardı maçta...



- Sağ çaprazımızda bir abi vardı. Haklı-haksız, lehte-aleyhte her şeye itiraz etti. Ve de hep ayaktaydı. Aha da foto.


Maçı beraber izlediğimiz arkadaşımın söylediğine göre -ben farketmedim o ara- şu yanındaki görevli ona hep "neden öyle olduğunu" anlatıp durmuş, her kararda. Ona rağmen hem de, düşünün. 

- Şu Lig Tv'nin basketbol yayınlarında son dönemde görülen bir abla var. Röportajlarda falan. Onu da görmüş olduk. Maşallah.

- Bir ara önümüzdeki bir eleman, bir pozisyonda ıslık çalan arka çaprazdaki elemanlara atarlandı. Arkadaşımla beraber "AHA MEVZU" diye heveslendik ama, cevapsız kaldı o atar. Tribün kavgası göremeden geldik ya, sikeyim.

- Televizyondan maç izlemekle, çıplak gözle izlemek arasındaki fark hakkında başlı başına 10 madde yazabilirim sanırım. Ulan. Çok klişe belki ama, ben bu konuda belli sayıya ulaşana kadar şaşırmaya ve yadırgamaya devam edeceğim, izninizle.

- Önder Külçebaş maçta şundan denedi. Ciddiyim. Geldiği açı falan birebir, izleyenler hatırlar zaten. Eğer yapsaydı, bu efsanevi harekete canlı şahit olan bir avuç insana dahil ol-



-  Hacettepe'de tepedeki saçları (aha istem dışı kelime oyunu) dökmüş, Adıgüzel soyadına sahip bir abi vardı. Dalga geçmek amaçlı değil, ama bu verileri üstüste koyunca ortaya bir basketbolcu imajı çıkmıyor. Yine de ufaktan "fiziken çaktırmasa da oyuna hakim olan dayı" etkisi yaratıyordu. Gerçekten öyle mi bilmiyorum tabii.

- Aha işte bu kadar adam vardı:



- Tezahürat yapanlar da, şu sol köşedeki 214'ün oradakilerdi.

- Kale ark... Pota arkalarının da fotoları var ama Beşiktaş camiasını rencide etmemek için koymuyorum. Gün gelir şantaj için kullanırız.


Eirdal


Benzerlik forum yazarlarının gözünden kaçmamış. Birebir anasını satayım.

Taksi


Geçen günkü Bilica ile alakalı postun üzerine Niksar'dan Rafet bey şu fotoyu yolladı. Başlı başına bir Nerden Nereye postu aslında. Pehey. Niksar'a selamlarımızı gönderiyoruz bu arada.

Retro 243


Pancu


Ben aslında dime yazmayı planlıyordum bugün. Hatta dün için planlıyordum ama fırsat olmadı, bugüne erteledim. Bugün de biraz hastalık vardı bünyede, uzun zaman sonra bütün gün evde oturup televizyonun yayınladığı üç premier lig maçını da izleyince daha önce bu blogda giriştiğim şu işe benzer bir şey yazayım yine dedim. Aslında bunu seriye de çevirebilirdik ama hem artık geçti, belki önümüzdeki sene, hem de ben daha bu blogda ikinci serimi açacak seviyeye geldiğimi düşünmüyorum. Bunları neden size anlatıyorum, çünkü ben o an kafamdan ne geçiyorsa bunu yazıya aktaran gerizekalı biriyim. Bak yine Melo'nun kurtardığı penaltı geldi aklıma, hay amk ya.

"Simon [Mignolet] has been fantastic for us. He is entitled to something like that [error] now and again. It's absolutely and utterly out of character. It just slipped out. He has been terrific for us."

Martin O'Neill 1-0 gerideyken %100 hatalı, hatta komik bir gol yiyen kalecisi Mignolet'nin arkasında duruyor. Aynı zamanda 2-1 gerideyken de %100 hatalı bir kararla aleyhlerine penaltı çalan hakem Mike Dean hakkında da tek kelime etmiyor. Klas. Geçen sene devre arasında Steve Bruce'ün yerine Sunderland'e geldiğinde takım ilk 14 maçta sadece 2 galibiyet alabilmiş ve bu maçların yarısı kaybedilmişti. Çıktığı ilk maçında Blackburn'ü geriye düşmelerine rağmen son dakika golüyle 2-1 yenmişler, takip eden 9 maçta da 6 galibiyet almışlardı. Ligi 5 beraberlik ve 3 galibiyetle kapasalar da bu çok konuşulmamış, çünkü son haftalara düşme potasından uzak, orta sıra takımı olarak girdikleri için biraz salmışlardı. Çok konuşulansa, Manchester City'i yenen 5 takımdan biri olmaları, üstelik Etihad'da da City'i elinden kaçırmalarıydı. Son 5 dakikaya 3-1 önde girip beraberlikle ayrılmışlardı. Ki o bir puan geçen sene Manchester City'nin kendi sahasında rakiplerine verdiği tek puandı. Ayrıca bugün hala Manchester City evinde yenilmiş değil.

İşte o Martin O'Neill'in Sunderland'i bu sene hiç de geçen seneki gibi olumlu bir tablo çizmiyor. Aslında lige hiç fena başlamadılar, Arsenal deplasmanında berabere kaldılar ve ilk beş maçlarında da kaybetmediler. Ancak ortaya konan oyun hiç de iç açıcı değildi ve takımın skor yükünü sadece bir, (sayıyla 1) oyuncu çekiyordu: Steven Fletcher. Takım ilk 6 maçta sadece 5 gol atarken bu 5 golün tamamı Fletcher'dan geldi. Tyne-Wear derbisinde erken gol yediler, rakip erken 10 kişi kaldı ama istedikleri oyunu sahaya maç boyu yansıtamadılar. Top hızlı bir şekilde üçüncü bölgeye taşınamıyor, rakibin eksikliğinden faydalanılamıyordu. Gol bir şekilde duran toptan geldi son dakikalarda ama bir puanı bile hak etmemişlerdi bana kalırsa. Sonra içeride Aston Villa mağlubiyeti geldi. Dışarıda Everton'a kaybettiler. Yavaş yavaş hak ettikleri sonuçları almaya başladılar. Böyle diyorum çünkü Adam Johnson-Seb Larsson-Sessegnon ve Fletcher'dan oluşan hücum hattının bu kadar yavan ve monoton oynaması kabul edilemez. Fulham deplasmanında da ben onlar adına çizik atmıştım ama bu sene sıkça gördüğümüz çift dalmalara pozisyon faul olmasa bile kırmızı gösterme modasının son kurbanı Hangeland olunca Sunderland yine rakibinin erken 10 kişi kalmasından sonra oyunu domine edemese de bu sefer bir şekilde 3 gol bulup kazanmayı başardı. Bu arada ligin topla oynama oranı en düşük yüzdeli takımlarından birisi, belki de ilkidir tam bilemiyorum, Sunderland.

Steve Clarke'ın WBA'sından hiç bahsetmedik, aslında çok bahsetmemiz gerekiyor. Aslında neden Sunderland'den girdim bilmiyorum. Takır takır top oynuyorlar, maşallah diyelim. 26 puanla ligin 3. sırasındalar ve Sunderland galibiyetiyle serileri 4 maça çıktı. Bu onlar adına en üst kademede bir ilk. Üstelik Lukaku kenardan geliyor. Mesela Lukaku bugün kenardan gelip ne yaptı? Bir gol attı, bir topu direkten döndü, bir de asist yaptı. Bunların hepsini 10 dakika içinde yaptı. Maşallah diyelim. Maşallah.


"I would tell the fans: 'Don't lose faith.'"

19.11.2011, Queens Park Rangers'ın son deplasman galibiyeti. Wolverhampton karşısında. Ben Mark Hughes olsam ada saatiyle 16.10 gibi intihar etmiştim. Düşünün, takım sizin yönetiminiz altında ligdeki hiçbir deplasman maçını kazanamamış. Bu sene ilk 12 maçta bırakın kazanmayı, neredeyse öne bile (sadece 58 dakika önde kalmışlar şimdiye kadar, 27 dakika Tottenham deplasmanında, 31 dakika içeride Everton karşısında) geçememiş ve Manchester United deplasmanında koca ilk 45 dakikayı taş gibi oynayıp ikinci yarı başında da golü bulmuş (bugün takımın başında sahaya çıkan Mark Bowen taraftarlara inançlarını kaybetmemelerini söylerken haklı) ve maçı kazanma noktasına getirmiş. İç açıcı bir durum değil Hughes adına. Fakat suçlu Hughes mü ya da bugünkü oyunun sebebi, 3-1 kaybedilse bile, Hughes'ün ayrılması mı işte o konuda biraz şüphelerim var. Alex'ten sonra Fenerbahçe'nin iyi oynayıp kazanması gibi biraz yanıltıcı olabilir. Her ne kadar yerine gelen adam Harry Redknapp olsa da.

Alt kümeden üst kümeye yeni çıkan takımı baştan aşağı yenilemek genelde Bülent Uygun'un kafasındaki plan olarak bilinir. Üstelik QPR hali hazırda üst kümedeyken sahipler böyle bir yeniliğe gitmek istedi. Amaç elbette takımın bir önceki sezondan daha iyi yerlere gelmesi ama bu oralarda da bu şekilde olmuyor. Olmayınca da ceza hocaya kesiliyor. Takımın sezon boyunca çıktığı ideal 11 (öyle bir 11 yok gerçi ama) %65-70 oranında yeni transferleri barındırıyordu. Böyle olunca ayaklarınız ne kadar kaliteli olsa da uyum asla yakalanmıyor ve kazanamadıkça o güveni de kaybediyorsunuz. O güven kaybedildikçe de üst üste puan kayıpları geliyor ve ligin dibine demir atıyorsunuz. Geçen sene de teknik direktör değiştirip takımın başına Hughes'ü getirmişler ve son anda kümede kalmayı başarmışlardı. Bu sene de Harry Redknapp'ın gelmesiyle bunu kovalayacaklar. Redknapp'ın elinde sihirli değnek yok. Elbette artık bundan daha kötü olamazlar ama ben kümede kalmalarını hala çok zor ihtimal olarak görüyorum. Belki yine son hafta... Şimdi baktım, bu sefer de Anfield'a gidiyorlarmış.

Öte yandan United bildiğimiz United. Kötü oynadıkları maçta 8 dakikada atılan 3 golle kazanmayı bildiler. Evans'ın kafasını bu sene ilk defa görmüyoruz. Fletcher en son 1-6'nın 1'inde skor tabelasında yer almıştı. Bir de tabii bezelye. Sir'ün takımı bu sene 13 maçın 6'sını geriden gelip kazandı. Şampiyonlar Ligi'ni de işin içine katarsak 18 maçın 9'u. Engin Kehale "bu sezon United'a karşı boş kale görsen dışarı vuracaksın yine de ilk golü atmayacaksın" diyor ama Everton, Tottenham ve Norwich City gibi kayda değer istisnalarımız da yok değil. Tabii bir de Galatasaray. AMK.


Stilian Petrov evinde izlediği maçlarda, Villa Park'ta olanlarında, 19. dakikada bütün seyircilerin kendisi için ayağa kalkıp ona destek amaçlı alkışladıklarını görünce ağlıyor mudur? O anı düşününce benim tüylerim diken diken oluyor. Aston Villa seyircisi biraz fazla duygusal, ya da romantik bir seyirci. İstisnasız her futbolcularını çok severler, bazılarına tam anlamıyla taparlar. Oyuncu kulüpten herhangi bir büyük takıma, ama ihanet ederek, ama para kazandırarak, ne şekilde giderse gitsin onu da ilk maçında, hatta daha sonraki bütün maçlarında yuhalarlar. Ama Stan'e yaptıklarıyla inanılmaz bir saygıyı hak ediyorlar. Aston Villa-Arsenal hakkında söyleyeceklerim bu kadar. İlk yarıyı izlerken uyuyakaldım, ikinci yarı linke geçtim, o da takılıyordu falan. Zaten Szcesny'nin kayarak ceza sahası dışına kadar çıktığı pozisyon dışında da kayda değer (ikinci kez kullanıyorum, çok sık kullanmam) bir şey olmadı sanırım. Ya da olduysa oldu artık ne yapalım olmuşla ölmüşe çare yok. Öfff neler diyorum.

Günün izlemediğim maçlarına bakınca Wigan-Reading göze çarpıyor hemen. Wigan'ın 1-0'dan 2-1'e çevirmesi, son dakikalarda yiyip maç biterken atarak kazanması ve tabii ki Jordi Gomez'in hat-trick'i. Roberto Martinez ligin bu dönemlerinde de kazanabiliyormuş. İzlemedim ama Norwich'in Everton'a EVERTON'DA çelme takabileceğini hissediyordum. İnanılmaz formdalar. Ligin başında QPR'dan bile bet gözüken savunmalarını toparlamayı başardılar ve Bassong'un son dakika golüyle Goodison Park'tan da bir puanı kopardılar. Stoke da Fulham'ı 1-0 yenmiş. Sadece Crouch'ın indirip Adam'ın attığı golü değil ben bütün 90 dakikayı kafamda hayal edebiliyorum.

Edit: Al-Habsi şöyle bir gol yemiş. Yazdığım her karakter boşuna :(((

Yarın daha seksi maçlar var;

15.30 Swansea-Liverpool
17.00 Southampton-Newcastle
18.00 Tottenham-West Ham United
18.00 Chelsea-Manchester City

Newcastle ve Tottenham için kötü gidişe dur demek için fırsat haftası. Galler'deki maç da epey ilgi çekici Rodgers'ın Liberty'e dönüşüyle ama tabii Benitez'in City'e karşı neler yapabileceği, Benitez olmasa bile haftanın maçı Stamford Bridge'de. Toparlayamadım sonunu idare edin.

Interlagos


Elazığ hatırası.

Kurbağa



2009-2010: Kazım, Fenerbahçe tarafından devre arasında Toulouse'a kiralandı.

2010-2011: Kazım, yine devre arasında Fenerbahçe'den Galatasaray'a transfer oldu.

2011-2012: Kazım, bir kez daha "devre arasında" kiralandı, bu kez Olympiakos'a.

Eğer bu lanet zenci, bu sezon da devre arası transfer döneminde bir yer değişikliği yapmazsa, oyuna olan inancımı kaybederim. Futbolumuzda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey istikrar. Birilerinin bunu yapması lazım. Lütfen.

Sefir



Pau Gasol'ün Lakers'a geldiğinde yaşadığı imaj değişimini birçoğunuz hatırlar. Bir daha asla saçını ve sakalını Memphis'te olduğu kadar uzatmadı. Sonuçta "büyük pazar"a geliyorsunuz. Hep göz önünde olacaksınız artık. Özensiz görünme hakkınız yok. Başka örnekleri de vardır elbet, bu saatte aklıma gelmedi. Normali buyken, Dwight Howard ters yöne giderek ŞAH iken ŞAHBAZ oldu ve headband kullanmaya başlayarak -Begüm selam- iyice ŞEBEĞE döndü.

Bir de böyle alakasız kombinasyonlar falan. Mor formayla sarı headband, ya da tam tersi, arada şu muhabbet vardı zaten. Bütün bunlar kollardaki o daimi gümüş şeritlerle birleşince falan iyice...


Nerden Nereye 100






Tüyap Notları - 3


Hem bir kitapçoksever, hem de senede (en az) 2 kez falan İstanbul'a gelen biri olarak, neden şimdiye kadar hiç Kitap Fuarı'na gidemedim, anlamak ve açıklamak zor. Ama nihayet başarabildim. Tabii "başarabildim"i birkaç farklı anlamda kullanıyorum. Malum... Gitmişken dedim notlar halinde bahsedeyim bari. Bir daha gider miyim o da şüpheli zaten.

- "İstanbul Dünyanın en güzel şehri" ile "İstanbul'da yaşanmaz abi"yi nasıl birbirine bağlamak gerek bilmiyorum. İstisnalar hariç yukarıdaki ikili herkes için geçerli.

- Evden çıktıktan 2 saat sonra fuar alanına vardık. Efendi gibi ulaşabilmek için biraz farklı yöntemlere başvurduk. O yüzden normali 1.5 saat filan olurdu belki. Bu konuda acayip bir örnek var, diğer maddelerden birinde bahsedeceğim ondan. Metrobüs'ün oraya kadar gitmesi güzel de, Metrobüs'ün kendisinde sorun var. İstanbullu biliyor ne demek istediğimi zaten.

- Giriş öğrenciye beleşmiş. Sanırım hep öyle. O güzelmiş bak.

- Kitap Fuarı'na girişi nedense başka bir fuarın içinden geçirip vermişler. Şu fuar. Mecburen öyle yapmış olabilirler tabii, ama biz tespit yapma hevesiyle "herifler 'vatandaş şuradan geçsin de 2 sanat görsün' demiş olabilirler yea" çektik.

- Girerken zaten "ulan kaç salon var, nasıl gezeceğiz, ne yapacağız" derken, girdikten sonra bu soruyu bir kenara bırakıp gelişine giriştik.

- İlk defa böyle bir tecrübe yaşadığımdan, benim için öncelik, ortamı görmekti. İşin alım kısmı sonra geliyordu. "Duruma göre" bakacaktım.

- Eğer tek başıma olsam, her yeri karış karış gezerdim belki, ama 3 kişi olduğumuzdan biraz daha süreyi ekonomik kullanmam gerekiyordu. Öyle yaptık sayılır zaten. İçerde 1.5-2 saat arası vakit geçirdik. Hemen hemen her yerden de 1 defa geçtik -sanki.

-Yanlış görmediysem, kodaman yayınevleri her salonda birer stand açmış. Yanılıyor da olabilirim, çünkü çok gir-çık yapınca bildiğin başım döndü. Belki hepsi aynı yerlerindeydi de, ben öyle anladım.

- Can Yayınları böyle şekilli bi' şeyler yapmıştı. Ama o şekillerin yanında naylon ambalaja sarılı kitaplar... Şunu bir terketseler amına koyim ya.

- Bazıları şekilli standı falan geçip, KAT ÇIKMIŞ. Artık "Fuar'da teras keyfi :))" diye tivit mi atıyorlardır bilmem.

-  Kitap alınan standlarda muhabbetler falan geçti tabii. İş Bankası Yayınları'nda kasada duran hanfendi, gayet tatlı bir biçimde, aldığım kitapların birinden "ay ben de ne zamandır alıcam onu, baskısı bitecek diye korkuyorum"şeklinde bahsetti mesela. Kendisine buradan selam ediyorum. Tıvaytır adresim sağ tarafta bulunuyor.

- Yine aynı standdaki 2 eleman, Attila İlhan'ın şu kitabını alacakken "abi Fena Halde Leman var mı orda... Yokmuş. Bak onu kesin oku. Baskısı kalmamış ama bulursun..." çektiler. Sağolsunlar tabii de, ben o arada onlara "hacım ben o kitaba başladım ama nedensiz yere yarıda bırakmıştım" diyemedim.

- Fuar'da neredeyse 5 yıldır görüşmediğim bir arkadaşa rastladım. Harika oldu. Adam taa Kayışdağı'ndan gelmiş kız arkadaşıyla falan. "Sabah geldik abi, o zamandan beri burdayız" dedi. Yine sabaha anca dönerler herhalde. Kız arkadaşı da "7 tane kitap çaldık" şeklinde bir cümle sarfetti. Becerebilsem ben d-

- Fuar alanında şu meşhur "kitapçıda bir kızla tanışmak/aşık olmak" geyiğine uygun bazı arkadaşlar vardı haliyle. Ama ortam çok kalabalık. Yoksa...

-Etrafta koşturan bir sürü velet vardı. Yani şu soru bankası/öss/kpss vs. bölümünü kastetmiyorum. Oraya girmedik bile zaten. İnşallah ortamdan biraz olsun feyz alırlar.

- Okumuşsunuzdur sağda-solda elbette, yüzde 20-25 civarı hep indirimler. Fakat... Kabalcı for president ya. Mekanlarında kendi kitaplarına hep yaptıkları gibi, burada da yüzde 50 indirim vardı. Allahım inanılmaz. Çok geniş bir ürün yelpazesi yok belki, ama hani o konularla ilgilenen adamlar için büyük sevap.

- Mustafa Armağan'ın imza günü vardı. Böyle kuyruk falan.

- Ya bütün türbanlı kızlar Esra Elönü'ne benziyor sanki. Yetkili arkadaşlar bu konuda yorum yaparsa sevinirim.

- Katılımcılar arasında bazı sahaflar da vardı. Sahaf Festivali'ni kaçıranlar için fırsat. Tabii hepsi yok ama, büyük başların çoğu oradaydı.

- Penguen standında Hayvan'ın duble ciltleri 4 liraydı. Sonuncusunu ben aldım hohoh.

- Bir daha bu fuara gelir miyim, gelirsem ne zaman gelirim bilmem. Yani ben Avcılar'dan öteye gitmemiştim mesela, şu "abi Kitap Fuarı'na gitmek için pasaport-vize işlemlerini başlattım" tarzı geyikler azmış bile. Hak verdim. Az daha ilerlesek zaten Akçay'a varırdık. Ulan Egemen nerdesin a.k.

- Bazı kitabevlerinin de standı vardı ve onlardan biri, bizim Altınoluk'da da şubesi bulunan Ezgi Kitabevi. Standda Altınoluk şubesine bakan abilerden biri vardı, herifi gördüm ama yanına gidemedim, kaynadı o arada. Ayıp mı ettik ki. Neyse, yazın gidince anlarız.


Fiance


Şu son dönemdeki hallerine hiç uymuyor ama olsun, bu muhabbet hiç bitmez malum. The Wash'tan bir sahne. Nigga muhabbetlerini ya da Rap'i seven arkadaşlara tavsiye edilir ayrıca.

Taarruz

Geçen 442'ların birinde Bilica röportajı vardı, görmüşsünüzdür. Orada röportajı yapan kişi (muhtemelen Hilal Gülyurt'tu çoğunda olduğu gibi) "Brescia'da Guardiola ile birlike oynadın" falan diyince, o yavşak da "evet çok güzeldi" gibi bir şeyler zırvalıyordu -dergi yanımda olmadığından tam metin yazamıyorum da bu tip şeyler işte.

Ben de sonrasında ufak bir gıgıl aramasıyla "bu gavat daha başka kimlerle oynamış, ne yapmış, kimlerle karşı karşıya gelmiş" dedim, ve sonuçlar:





Edit: Burak'tan katkı geldi. Büyük katkı hem de, buyrun.

Retro 242


Hafız


Abi şu armanın etrafına bir şerit çek ya. Sarı olur, beyaz olur. Nerede başlayıp, nerede bittiği belli olsun anasını satayım. Gerçi daha iç saha forması belli olmayan takıma bunu söylesen ne yazar. Amcan yönetici olsa, gidip söylesen, "oğlum dur şu elimizden alınan şampiyonluğu versinler, sonra hallederiz" der amına koyim.