Gary Payton'ın çene kemiklerinde bi' sıkıntısı olduğunu düşünürdüm hep... Çünkü hem saha içinde hem de saha dışında çenesi hiç durmazdı. Belki de NBA tarihinde konuşmalarıyla insanların beynine bu kadar iyi giren bir oyuncu daha yoktur. Sadece 'Trash talk' yaparak değil aynı zamanda ikna yeteneğiyle de... Bay Payton her zaman, belki de pek de bilinmeyen bu ikna yeteneği sayesinde sayısız oyuncunun akıl hocası olmuştur. Bu oyunculardan biri de Allen Iverson'dır.
Gary Payton ve Allen Iverson bir 'off-season'da birlikte huzurlu vakit geçirmek isterler (Bu ikinin geçirdiği vakit de ne kadar huzurlu olur bilinmez). Allen, Gary'nin tecrübelerinden yararlanmak ister ve ona devamlı can alıcı sorular sorar. Sorulardan biri de şudur:
Allen: Hey Gary, söylesene bedenini nasıl hep zinde tutuyorsun? Sakatlanmadan sağlıklı bir şekilde hep sahadasın. Nasıl başarıyorsun bunu?
Gary: Çok basit... Antrenman yapmayarak
A: Nasıl yani?
G: Benim koçum George Karl, zinde kalmam ve yıpranmama için antrenman yapmamı istemezdi.
A: Vay canına
G: Evet. İşte devamlı zinde kalmamın nedeni bu. Benim gibi olmak istiyorsan antrenman yapmayı kesmelisin.
Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Gary Payton, TV'de Allen Iverson'un meşhur 'Practice' basın konferansını izler. Ve ilk tepkisi, "Hayır bu olamaz... Bunu yapma işte bana Allen!" olur. Payton sırf bu yüzden başına bir iş geleceğinin farkındadır.
O sezon bir SuperSonics-76'ers maçının sonunda Iverson'ın koçu Larry Brown, kaşlarını çatarak Payton'ın yanına gider. Aralarındaki konuşma şöyledir:
Larry: Yaptığın şeyden memnun musun?
Gary: Efendim koç, anlamadım?
L: Bir canavar yarattın... Allen'ın o basın konferansında söylediklerini duymuşsundur. Ben de onun kafasına bunu sokanın sen olduğunu duydum.
G: Hey koç, bunu ben yapmadım. Ben sadece Allen'a benim koçumun bana dediği şeyleri söyledim... Zinde olmak istiyorsan antrenman yapmayı kesmelisin.
Dünkü Altınordu-Mersin maçından. Kırmızı yerleri sabit tutun, onun dışında formalar tersyüz edilmiş gibi. Hani UEFA'nın bu tip çakışmaları oynatmama durumu var ya (bizim şu maç misal, kırmızı şortu giyemedik), onu iyi anlıyorsunuz böyle maçlarda. Kafa karışma ihtimali bayağı fazla.
Aslında böyle maçlardan blog için bir seri çıkabilir.
Gereksiz (!) bir not olarak da, Altınordu'nun deplasman formasını giydiğini, Mersin'in iç saha formasını giydiğini belirteyim.
Biraz zaman geçti, ama olsun. Soldakinde Adidas logosu silinmiş, sağdakinde bir önceki sezonun forması. Sanki maç yayınlayan mahalle cafe/kahvesinin astığı reklam.
Güzel set, ama yine, maalesef "yine", bir fazla var. Brezilya'da falan ne zaman ana iki renkten iki düz, bir de (takımın tarihine göre neyse artık o işte) desenli yapmayı bırakıp, bir düz, bir de diğer rengin hakimiyetinde desenli yapmaya başladılar acep; bizde çok zaman alacak gibi. Beşiktaş yaptı, kalıcı olur inşallah.
Yeşili şurada kendimce övmüştüm, beyaz da şık. Çubuklu, önceki çubuklularına benziyor, tanıdık manzara. Mavi de güzel, fakat, çok benzediği bir forma var:
Sırf ben, son 4-5 yıldır bu şekilde en az 10 tane "çakışma" fark etmişimdir. Bu işin içinde olan adamlar bu kadar mı kötü hafızaya sahip, ya da nedir, bilmiyorum. 2 sene öncesinin forması yalnızca, 2014 Dünya Kupası. Etraftan kimsenin gözüne de mi çarpmıyor mesela.
Bırakın Anadolu takımlarını, memleket takımlarının hiçbirinden beklenmeyecek bir fikir: Konya'nın yeni stadının dış cephe tasarımını, formalarından birine uygulamışlar. Bir de dört tane forma yapmayı kesseler.
Gavurun bunu yapmışlığı var tabii önceden.
Geçenlerde Shaq'ın (nasıl olup da dilimize çevrildiğini merak ettiğim) otobiyografisini okuma imkanım oldu. Zamanında muhterem Atlas bey zaten en mühim yerleri çevirip paylaşmıştı. Ben de haricinde kalan, dikkatimi çekmiş olan yerleri alıntılayayım dedim.
(Söylemeden edemeyeceğim -- muhtemelen daha önce de burada mızmızlandım ama, olsun: Bu dahil [ki son dönemde basketbolla ilgili en çok kitabı da aynı yayınevi çevirdi, NBA'le ilgili olanları en azından] birçok basketbolla alakalı kitabı çeviren kişiler, genelde basketbolla ilgisiz kişiler oluyor. "Point"i "puan" olarak çevirmek başta olmak üzere, birçok temel hata. Hadi çevirmen böyle bıraktı, editör falan? Bir bilene sormak? Yani zaten böyle kitap az çevriliyor diye ben gözardı etmeye çalışıyorum, ama yok yani. Fazla özensiz iş yapılıyor gibi.)
"Dedemin zengin olma hayalleri vardı ve bu yüzden her gün bana ve kuzenim Andre'ye bir dolar verip, bizi Quick Pick piyango bileti almaya yollardı. Ekmek almamız için de bir dolar daha verirdi. Kuzenim ve ben girişimci ruhlara sahiptik. Quick Pick aldıktan sonra, bir dolarlık ekmek yerine daha ucuz olan altmış sentlik ekmekten alır ve kalan kırk sentle de sakız alırdık. Ev halkından biri "Neden bu ekmek bir kere olsun taze olmuyor?" diyene kadar bunu birkaç kez yapmıştık. Yalanımız ortaya çıkınca, çılgın dede pataklama konusunda övgüye değer bir performans sergilemişti." Sayfa 23
"(Philip'in) Bana verdiği ilk kitaplardan biri, Kareem Abdul-Jabbar'ın otobiyografisiydi. Tamamını okudum. Kitabın bir bölümünde, Kareem'in soya fasulyesine yatırdığı tüm parasını nasıl kaybettiğinden bahsediliyordu. Kendi kendime dedim ki, 'Zengin olunca bu benim başıma gelmeyecek.'" Sayfa 24
(...)
Kalabalık coşmuştu. Tribünde oturuyordum ve etrafım çılgına dönen yirmi bin kişi ile sarılıydı. Bu insanlar beni tanıyor, dedim içimden. Çevreme bakındım ve o güne kadar gördüğüm en yaramaz kızları gördüm. Bana el sallıyorlardı. İçlerinden birine, 'Buraya gelirsem, sen ve ben arkadaş olur muyuz?' dedim. Bana göz kırptı, öpücük attı ve 'Kesinlikle' dedi.
İşte bu kadardı. Louisana Devlet Üniversitesi ile anlaşmayı imzaladım." Sayfa 55
"İlk albüm sırasında herkes benimle bir şeyler yapmak istiyordu. Şimdiyse, arayıp iki yüz bin dolar karşılığında yapacaklarını söylüyorlardı.
Diğerleri gibi olmayan sadece iki kişi vardı. Biggie Smalls ve Jay-Z gerçekten kral adamlardı. Benden tek kuruş istemediler. 'Dostum, senin müziğini seviyoruz. Sen gerçek bir rapçisin' demişlerdi." Sayfa 107
Polis Akademisi'nde eğitim aldığı dönemden: "Polisler bana bok gibi davranıp verdikleri emirlerle, kulağıma bağırarak büyük bir zahmete katlanmışlardı. Ben zaten bu şekilde büyümüştüm. Bana göre hava hoştu.
Psikolojik olarak beni mahvedemediklerinde, 'Yere yat ve yirmi şınav çek' diye bağırıyorlardı. İçimden gülüyordum; çünkü 'Eğer babam olsaydı yüz tane çektirirdi' diye düşünüyordum." Sayfa 197
Araka arkaya üç maç kazanıp durumu 3-2 yaptıktan sonra tekrar Dallas'a gidip bu işi bitirmeye çalışacaktık. Pat içeri girdi ve 'Herkes yanına sadece bir takım elbise alsa iyi olur. Bu işi tek maçta bitireceğiz' demişti. Gayet ciddiydi. Çocuklara 'Eğer iki valiz alırsanız, evde kalmanız daha iyi olur. Sizi bu otobüse bindirmem' demişti ve gerçekten de otobüse binerken, yanımıza aldığımız giysileri kontrol etti." Sayfa 238
"Sanırım, Tim Duncan hakkında düşündüklerimi (önceki sayfalarda) net bir şekilde ifade ettim. Gelmiş-geçmiş en iyilerden biri. Spurs, biraz da Timmy'yi korumak için hücumunda değişikliğe gitmişti. Her zaman bir taım oyuncusu olduğu için onu hiçbir zaman yakınırken göremezdiniz. 2010-2011 sezonunun baharında tuvalette Gregg Popovich ile karşılaştığımda ona Timmy'nin nasıl olduğunu sormuştum. Pop da, "Dizinde eklem aralığı daralması var" demişti. Muhtemelen bir-iki yılı kalmıştır." Sayfa 330
Aşağıdaki ise, bu sezonun, yani 16-17 iç saha forması.
Oldukça az fark var. Hatta fotoşop falan, üç çizgiyi omza koyup da görsek, "La aynısı" desen dersin. Sadece 3 sezon sonra bunu yapabilmelerinin sebebi, bu sezon üç çizginin (muhtemelen bir sezonluğuna) omuzdan terk-i diyar eylemesi. Ama bunu da önlemenin yolu yok mu, var; yakayı farklı tip yapardın, olur biter.
Bursa'nın bu sezonki yeşili, reklam falan derken öyle bir hâl almış ki, armayı çıkarıp Werder'e giydirsen, zerre sırıtmaz. Ki zaten 2010'ların başında buna benzer 1-2 iç saha da giydiler hani.
"Taa en başta formalarımıza insancıl mesaj içeren sloganlar koyma fikri aklımıza geldi. Ancak, o ilk dönemde kulübün içinde bulunduğu mali koşullar nedeniyle bu alanı bir miktar reklam geliri elde etmek için kullanmamız gerektiğinden, bu düşünceden hızla vazgeçtik. FC Barcelona, formasını iyi bir gelir kaynağı olarak değerlendirmeyen tek büyük kulüptü. Paraya ihtiyacımız vardı ve o günlerde eğer ticari bir sponsorluk anlaşması yapmadıysak, bunun nedeni, üyelerimiz tarafından çok değer verilen bir geleneği bozmak pahasına da olsa FC Barcelona tarihinde ilk kez formamıza reklam almayışımızdan değil, istediğimiz kadar parayı verecek bir şirket bulamayışımızdandı." Sayfa 66-67
"Bu oyuncuların ortak paydası, mutlak kazanma arzularıydı. Yaradılıştan gelen güçlü güdüleri vardı ve ayrıca hem bireysel, hem de ekip olarak bir yenilmezlik ruhu yaratıyor ve zaferin bizim olacağı inancını veriyorlardı. Ronaldinho'nun bie zaferi getireceğine inanmakta ne kadar haklı olduğumuzu hatırlıyorum. 2003 yılında, Camp Nou'da art arda aldığımız üç yenilgi, yani ezeli rakiplerimiz Real Madrid, Valencia ve Deportivo'ya karşı bozgunlardan sonra, Brezilyalı yıldızın zafere olan inancını yinelemesi, herkesi heyecanlandırmış ve bir coşku seli yaratmıştı. 'Neden bu kadar endişe duyduğunuzu anlamıyorum. Biz çok iyi bir takımız ve sonuçta kazanacağız. Her şey istediğimiz gibi olacak.' Soyunma odasından sahaya çıkan koridorda 'Vamos! Vamos!' diye haykırarak adanmışlığını arkadaşlarına ilan etti. Ve öyle de oldu. Her şey mükemmel gelişti ve sonunda biz kazandık." Sayfa 75-76
(...)
"Frank Rijkaard da 2003'te aynen böyle davranmıştı. Talepkar ancak adil bir teknik adamdı. Slovakya'da SK Matador Puchov takımına karşı oynanan bir UEFA Kupası maçını anımsıyorum. Maçtan hemen önce, sahaya çıkacak takım açıklandıktan sonra, maçta kilit bir rol üstlenmesi beklenen Gerard Lopez, soyunma odasındayken çalan cep telefonuna yanıt vermişti. Bu durum, takım içi kurallara aykırıydı. Sonuç olarak Rijkaard kendisini yedek başlatarak cezalandırdı. Bu cezayı, Gerard'ın o gün Slovakya'ya götürülen kadrodaki tek oyun kurucu orta saha oyuncusu olmasına ve oynatılmamasının takım için ciddi sıkıntılar yaratabileceği gerçeğine karşın vermişti. Maç pek iyi gitmedi ve Barcelona, kendisinden çok zayıf olan rakibiyle berabere kaldı. Rijkaard, takımdaki mevcut disiplini korumanın, maçın sonucundan çok daha önemli olduğu görüşündeydi. 'Gerard bir hata yaptı ve ben de bu hatayı görmezden gelemezdim' dedi. Rövanş karşılaşmasında Gerard'lı Barcelona, maçı 8-0 kazandı." Sayfa 80
"FC Barcelona'nın Geovanni Deiberson ve Fabio Rochemback adlı, pek tanınmayan ve Avrupa futboluna yabancı iki genç Brezilyalı oyuncuyla sözleşme imzaladığı dönemin futbol şube sorumlusu ile yaptığım bir görüşmeyi anımsıyorum. O zamanki şube sorumlusuna bu işi neden yaptığımızı ve niçin o kadar para ödediğimizi (birincisi 18, ikincisi 12 milyon euro) sordum. Şu yanıtı verdi: 'Bana Rochemback'ın Neeskens'e benzediği ve Geovanni'nin yeni Garrincha olduğu söylendi. Bu kadar hata yaptıktan ve bu denli şanssızlık yaşadıktan sonra artık bir şeylerin yolunda gitmesi gerektiğine, bu transferlerin yararlı sonuç vermesinin adil olacağına inandım.' Bir başka deyişle, belli ki ilahi adalet sayesinde kendilerinin daha önceki hatalarının ve şanssızlığının telafi edileceğine kanaat getirmiş ve bu gerekçeyle FC Barcelona'nın iki genç ve görece tanınmamış oyuncu için 30 milyon euro harcamasına karar vermişti." Sayfa 3-4
(...)
"Biraz ileri giderek söyleyebilirim ki, Cesc Fabregas'ın o günlerde FC Barcelona'dan ayrılmasının temel nedeni, kulüpte kimsenin onun gelecekteki kariyeriyle ilgili bir plan yapmamasıydı, oysa Arsenal'in açıkça teklif ettiği şey buydu. FC Barcelona, 2011 yılında Fabregas'ı 40 milyon euro ödeyerek Arsenal FC'den geri aldığı için, bu oldukça özgün bir vakadır. Messi ve Bojan'da daha iyi iş yaptık. Yalnızca sözleşmeye ilişkin konular ve kulüpteki konumlarını değiştirmekle kalmadık, ayrıca teknik adamların değerlendirmesine bırakılan asıl takıma geçiş dışındaki tüm kategorilerde oynayabilmeleri için, oyuncunun yaşı yerine performansını ve potansiyelini baz alan esnek grup uygulamalarıyla kariyer akışlarında değişikliğe gittik." Sayfa 134-135
(...) Riquelme'yi bir süre önce evine bırakan bir kulüp çalışanı, onun Barcelona'ya geldiği ilk günden itibaren, yani bir yıldır yaşamını sürdürdüğü ortamı anlattı: 'Dairesi hemen hemen boştu. Salonda yalnızca, üzerinde kareli örtüsüyle bir masa ve birkaç sandalye gördüm. Bir sürahi de mate vardı, hepsi o kadar. Fotoğraf falan yok, sadece birkaç kişisel eşya.' Bir başka deyişle Riquelme, Barcelona'da tam bir tecrit ortamında, ailesinden uzakta, içe dönük ve çekingen kişiliğiyle, aşılması zor olan sürekli bir moral bozukluğuyla yşaıyordu ve bu durumun Van Gaal'in kendisini karşılama şekliyle artık bir ilgisi yoktu. Kulübe de, kente de uyum sağlayamamıştı ve bu koşullar altında kişinin mutlu olması veya futbolda --aslına bakarsanız, yaşamın hiçbir alanında-- başarı göstermesi olasılığı yoktur.
(...)
Riquelme, 1996'da Boca Juniors'la sözleşme imzaladı. İlk kez o zaman tüm yaşamını geçirdiği mahalleden ayrılarak, oradan 35 kilometre uzaklıkta, stadyum ve antrenman tesislerinin bulunduğu kent merkezine yakın, şık bir semte taşındı. Onu iyi tanıyan ve futbol geçmişinin ayrıntılarını bilenler, kendisinin bu değişikliğe asla uyum sağlayamadığını söylerler. Daha sonra Don Turcuato'da, doğduğu yerden yalnızca birkaç yüz metre uzaklıktaki El Viejo Vivero semtinde çok hoş bir ev yaptırdı. Buenos Aires'e uyum sağlayamadığı için, geldiği yere geri döndü." Sayfa 119-120
"Teşvik ödüllerini doğru belirlemek son derece önemlidir. Futbol gibi bir takım sporu, ekip ödülleri oluşturmayı gerektirir. 2003'te, Arjantinli oyuncu Javier Saviola'nın sözleşmesinde, attığı her gol için 6.000 euro ek prim alacağına ilişkin bir madde vardı. Bu maddeyi gördüğünde Frank Rijkaard'ın ne kadar öfkelendiğini hatırlıyorum: 'Bu bazı şeylerin nedenini açıklıyor!' diye haykırmıştı. Rijkaard, Saviola'nın sahadaki tavrını, teşvikle ilgili o maddeye bağlamıştı. Bir futbolcunun sahadayken kazanacağı paraya değil, galibiyete odaklandığı varsayımıyla, ilk bakışta bu uygulamada bir sorun olmadığı düşünülebilir; ancak Saviola'nın, belki de farkında bile olmadan, pas vermekle şut atmak arasında kararsızlı yaşayabileceğini, yani 6.000 euro gol atma priminden etkilenip etkilenmeyeceğini bilemezsiniz. Gerçek ne olursa olsun, Frank Rijkaard bu durumdan hiç boşlanmamıştı." Sayfa 143
(...)
"Bu durumu, 2006-07 sezonunda uyguladığımız stratejiyi açıklayarak sizin için örnekleyeceğim. Duyumlarımıza göre, büyük kulüpler çok sayıda transfer yapacaklardı ve fiyatların yükselmesi bekleniyordu. Portekiz'e giden Manchester United, o dönemde 30 milyon euroya Porto kulübünden genç Anderson'u ve 20 milyon euroya da Nani'yi renklerine bağlamıştı. Bu gelişmeler nedeniyle, çok hızlı harekete geçmeye ve transferleri ilk bitiren olmaya karar verdik. Kulübün futbol şubesi, istedikleri futbolcuları saptayabilmek için sezon boyunca çalışmalarını sürdürmüştü. Biz de, sezon bitişinin hemen ertesi gününde, kulüp ve oyuncularla görüşmeleri başlatıp, birkaç hafta içinde transfer işlemlerini noktaladık.
Çabuk davranmamız sayesinde 24 milyon euroya Henry, 15 milyona Abidal, 9 milyona Yaya Toure ve 17 milyona da Milito transferleri gerçekleşti. İlerleyen günlerde, rakiplerimiz çok daha yüksek bedeller ödemek zorunda kaldılar. Örneğin Real Madrid, Robben için 36 milyon, Pepe için 30 milyon ve Drenthe için ise 13.5 milyon harcadı. Atletico Madrid, Forlan karşılığında 26 milyon euroyu gözden çıkardı." Sayfa 151
"Bir rakibin fikirleri önemli görünmezse onları hiç dikkate almazdık. Örneğin, o dönemde Real Madrid, sözleşmeli oyuncularının görsel kullanım haklarından doğan kazançlarını kulüple paylaşmalarını gerektiren bir anlaşma maddedi oluşturmuştu. Kendilerine daha yüksek maaş ödemeleri karşılığında, oyuncuların kişisel reklam gelirlerinin yüzde 50'sine, sözleşmeye dayalı olarak kulüp el koyuyordu. İlk bakışta iyi bir fikir olduğu izlenimi veriyordu. Bellibaşlı medya yıldızları, aldıkları ücrete denk ya da onları aşan tutarlarda reklam geliri elde etmeye alışıklardı. Bu nedenle kulübün, söz konusu gelirlerin yarısını almanın iyi bir iş olduğundan kuşkusu yoktu.
Ne var ki, bunun kötü bir fikir olduğu ortaya çıktı ve sürekli bir anlaşmazlık kaynağına dönüştü. Futbolcuların dikkatlerini asıl önemli konulara; antrenman, maç ve galibiyete odaklamaktan uzaklaştırdı. Bir oyuncunun reklam etkinlikleri, antrenman programıyla çakışırsa, antrenörün kararıyla, ikincisi öncelik kazanmalıdır; ancak eğer reklam gelirlerinin yarısını alacak olan kulüple antrenör arasında bir çıkar çatışması oluşursa, bu onun ekip üzerindeki hakimiyetini daha da zorlaştırır. Galacticos dönemindeki eski Real Madrid hocası Mariano Garcia Remon --bence biraz da abartarak-- her şeyin futbolcuların ticari işler ve reklam günlüklerine bağlı oluşu nedeniyle antrenman programı bile planlayamadığını söylüyordu." Sayfa 177
(...)
"Futbolda durum hep böyle değildi. Ben biraz daha ileri gidip diyeceğim ki; Real Madrid, Galacticos zamanında, beklendiği kadar başarılı değildi, çünkü kazanamadılar, yani yeterli sayıda maç ve kupa kazanamadılar. Aslında, ürün yeterince iyi değildi. Bir seferinde, üst düzey bir Real Madrid yöneticisinin, işin püf noktasının kadroda yıldız oyuncular bulundurmak olduğunu söylediğini duymuştum. Sanırım, ambalaj ve ürün birbirine karıştırılıyordu. 2010'da, Jose Mourinho'yla imzaladıkları sözleşme, konuya yaklaşımlarında yeni bir mantık oluştuğunu gösteriyordu: Acilen kupa kazanma ve ezeli rakipleri FC Barcelona'nın şampiyonlu serisine son verme gereği. Manchester United'ın 2003'te hız kestiğini ve kulübün ancak yeniden kazanan bir takım oluşturması sonrasında toparlanmaya başladığını görmek de ilginçtir. Futbolda iyi olan ürün, kazanan bir takımdır." Sayfa 193
Atina'da altına ulaşamamanın neticesinde, Milli Takım'da bazı sıkıntıların olduğu açıktı. Dünya, onları yakalamıştı. Artık Birleşik Devletler, 12 All-Star'ı bir araya getirip, onların zaferi getirmesini bekleyecek konumda görünmüyordu. Ama bu sadece saha içinde hallolacak bir şey değildi; takımın etkisi, hem yurtiçi, hem de yurtdışında azalmış vaziyetteydi.
Amerika takımı, prestij kaybına uğramıştı. Dream Team aurası silinip gitmişti. Milli takım, Atina'da ülkelerini temsil etmek isteyen oyuncular bulmakta zorlanmıştı. Eğer Birleşik Devletler tekrar basketbol dünyasının zirvesini geri almayı umuyorduysa, yapılacak işleri olduğunu biliyorlardı.
Stern: Neredeyse ülkeni temsil etmenin anlamsız hale geldiği bir ortam oluşmuştu, ve milli takımın için oynamanın tekrar havalı bir şey olmasını sağlayacak şeyler yapma kararı almıştık.
Jackson: Yunanistan'ın ardından her şey incelemeye alınmıştı. Her şey değerlendirme altındaydı: oyuncu seçimi, antrenman, ihtiyacımız olan, bizi uluslararası başarı seviyesine ulaştıracak ve bunu sürdürecek oyuncu tipi.
Stern: Jerry’nin (Colangelo), 2004 Atina sonrası nasıl seçildiğini size anlatacağım. Buna NBA’e karşı olan tutum çok kötü olduğunda, bir şeyler yapmalıyız diyerek karar vermiştik.
Granik: Amerika Basketboluyla alakalı insanlara takım oyuncularının komite tarafından seçilmesi yerine, ki 92’den beri bu böyleydi, gerçekten başka birini bulmayı denemeyi ve bu kişinin de koçların kendisinin genel menajerliğini kabul ettiği ve takım üzerinde tartışmasız otorite olan ve en azından oyuncu seçimi konusunda birinci ses olarak kabul görecek bir lider olması gerektiğini önerdik.
Tooley: Bir genel menajer getirmek hakkında konuştuk. Kanada hokey takımının Wayne Gretzky'yi programın başına getirip denetleme yaptırmasını hatırlattım -- buradakinin benzerini.
Stern: Yapının başına getirmek için en uygun kişinin Jerry Colangelo olacağını düşündük.
Tooley: Kimsenin Jerry ile bir sıkıntısı yoktu ve herkes Jerry'nin profesyonellerle ve kolej oyuncularıyla açıkça uyumlu, itibarlı biri olduğunu hissediyordu. Aynı zamanda lise sıralamalarını da dikkate alan bir isimdi.
Stern: Jerry, bütün basketbol çevrelerinde saygı uyandıran biriydi.
Nelson: Jerry ile Phoenix'te 3 yıl boyunca çalışma memnuniyetine eriştim ve size onun spor yöneticileri arasında standardı belirleyen kişi olduğunu söyleyebilirim. İpleri elinden bıraktığı zaman, bence, birçok kişi rahatlayacaktır.
Jackson: Jerry ikonik bir NBA figürü -- çok çok iyi bir lider, çok zeki, yenilikçi ve Amerikan basketbolu hakkında tutkulu biri.
Stern: Onu çağırdım ve "Hey Jerry, harika bir fikrim var. Ne düşünüyorsun?" dedim. Hemen evet diyip demediğini ya da "Sana döneceğim" dediğini hatırlamıyorum, ama eğer bana döneceğini söyleseydi, blöf yaptığını anlardım, çünkü o, bu iş için yaratılmıştı.
Ford: Onu arıyorduk ve dolaylı olarak, bilmese de, o da bir nevi bizi arıyordu.
Colangelo: David kontrolü ele aldı ve beni aradı. "Bak, bütün milli takım programını yeniliyoruz, başına geçmek ister misin?" dedi. Ve benim cevabım şu oldu: "David, bunu yaparım, ama bazı şartlarım var." İlk şartım, özerklikti. Yani koçları seçmek, oyuncuları seçmek, ve şunu söyledi: "Tamam. İkinci şartın nedir?" Ben de şunu dedim: "Bütçe hakkında olumsuz bir şey duymak istemiyorum."
Ford: Mart 2005'te, Jim Tooley ve ben Phoenix'e, Jerry'nin ofisine gittik. Bütün günü onunla geçirdik. Bizim hakkımızda sorular soruyordu. Takımı nasıl bir araya getirdik? Bu ne anlama geliyor, o ne anlama geliyor? Ne doğru gitti, ne yanlış gitti? Nasıl bir tecrübeydi? Yalnızca öğrenmek istiyordu.
Colangelo: Temel olarak, profesyonel sporlardaki deneyimime dayanarak benim için gayet açıktı ki, bir nevi baştan başlamaya, kültürü değiştirmeye ihtiyacımız vardı.
Tooley: Kültürümüz yoktu. 92'den beri yaptığımız, All-Star takımları kurmak ve oyuncularla takımı parlatmaktı. Milli takım programı yoktu, devamlılık yoktu, kültür yoktu. Jerry geldi ve biz bir kültür yarattık.
Ford: Bir buluşma ayarlanmasını istedi: Eski koçlar, oyuncular, herkes. Herkesi bir araya getirmek, takım hakkında konuşmak, insanlardan ne düşündüklerini duymak ve bir şeyler öğrenmek istiyordu. İşte o zaman kiminle anlaştığımızı fark ettim. Jerry büyük düşünüyor, ve büyük davranıyordu; böylece büyük sonuçlar alırdınız.
Colangelo: 1960'tan bu yana çalışmış olimpik koçları bir araya getirmek için Chicago'da bir buluşma ayarladım; sadece iki tanesi gelemedi. Böylece Michael Jordan, Larry Bird ve Jerry West'i de içeren, eski koç ve oyunculardan mürekkep, harika bir grupla eskiyi ve o anı konuştuk.
Tooley: Michael Jordan oradaydı, Dean Smith, John Thompson, Lenny Wilkins, Larry Bird bir oyuncu olarak oradaydı, (Clyde) Drexler, Chris Mullin...
Ford: Jerry West, çok duygusal bir şekilde, milli takımın (kendisi için) öneminden bahsetti. Şöyle dedi: "Evimde, duvarda asılı olan tek forma, ABD forması. Ruslar'a karşı oynamak için sabırsızlanırdım." Kardeşi ordudaydı, ve kendisi de bir olimpik sporcuydu; düşünceleri bunlardı.
Colangelo: Her biriyle olimpik deneyimleri hakkında konuştum, ne gördükleriyle ilgili görüşlerini aldım, ne yapılması gerektiğini dinledim. Koçlar hakkında konuştuk, oyuncular hakkında konuştuk.
Tooley: Neye ihtiyacımız olduğu hakkında konuştuk, nasıl oynamamız gerektiği hakkında, kimlerin koç adayı olduğu hakkında; ve Koç K'nın (Mike Krzyzewski) ismi ortaya çıktı.
Colangelo: Dean Smith'in şunları dediği an sürrealdi: "Bakın, bu işi alıp da hakkını verebilecek saygınlıkta tek bir kolej koçu var, o da Koç K." Ki kendisi, onun en büyük rakibiydi.
Mike Krzyzewski: Dean Smith'i asla düşmanım olarak görmediğimi biliyorsunuz --kariyerimin ilk yıllarında görmüş olabilirim, evet--, ama daha sonraları, Dean Smith, benim için harika bir dost oldu; Michael Jordan, keza öyle. İşin aslı şu ki, herhangi bir sporda herhangi birinin başına gelebilecek en iyi şey bu seviyede bir destek almasıdır. Sana inanmaları ve güvenmeleri… Ne zaman bir kişi sana bu derece güvense, bu, bu harika bir şey.
Stern: Coach K, repütasyon açısından hem uluslararası basketbol birliğinde hem de ABD basketbol topluluğunda eşsizdi. Birçok iyi oyuncunun onun adına oynamak isteyeceğini düşündük.
Krzyzewski: Jerry Colangelo bana sorduğunda ilk olarak eşime danışmam gerektiğini biliyordum, ama bundan daha büyük bir onur olamayacağını da. Bana güvenilmesi, “seninle yan yana çalışıp bunu inşa edeceğiz” denmesi ve hep birlikte bu işin devam edecek olması benim adıma büyük bir tecrübeydi.
Colangelo: Dünya üzerinde olan en iyi uygulamalara baktım, Arjantin ve İspanya gibi. Ulusal takım kadrosu seçme açısından güzel poliçeleri vardı, bizim düştüğümüz ülkenin All-Star kadrosunu oluşturma hatasına düşmemişlerdi.
Tooley: Başlangıçta Jerry, belli isimlere gitmektense, bir oyuncu havuzu belirlememiz gerektiğini söyledi. Değişken olacaktı. Kadroya girecek ya da çıkacak oyuncularımız olacaktı. Bazı oyuncular uygun olmadığı gerekçesiyle ya da sakatlık mazeretiyle çıkabilirdi. Kadronun değişken olmasını istiyorduk.
Tomjanovich: Milli takımda iki ayrı dönemde görev aldıktan sonra, camiadaki bütün arkadaşlarıma bu işin ne kadar zor olacağını söylemek ve öyle herhangi birini takıma alamayacaklarını bilmelerini isterim. Gerçek bir takımınız olmalı.
Jackson: Oyuncu seçimi, bir uluslararası maçta göstermeleri muhtemel olan performansa göre belirlenmişti. Bunu yeterince anlatamayabilirim: pick-n-roll savunması yapabiliyorlar mı, orta mesafe şutları var mı, üçlük sokabiliyorlar mı, pick-n-roll oynayabiliyorlar mı, potayı koruyabiliyorlar mı, hepsine baktık.
Jasikevicius: Bence hangi oyuncuların Avrupa basketboluna ya da uluslararası basketbola uygun olduğunu anladılar, hangi oyuncuların uluslararası basketbolda zorlandığını anladılar. Bence "Hadi 12 All-Star'ı bir araya getirelim" kafasına karşı bir çözüm bulmaya başlamışlardı.
Colangelo: İşin sonraki safhası, her oyuncuyla birebir görüşmek, ne yaptığımı açıklamak, bunu niye yaptığımı anlatmak, onlardan ne istediğim, ve olumlu bir şekilde bu tip, daha sonra olumlu etki yaratacak şeyleri konuşmak oldu. Yaptığımız buydu.
Anthony: Jerry ile olan konuşmamı hatırlıyorum. Wizards'la oynamak için DC'deydik, ve oraya geldi. Hotelde tanıştık; plan ve diğer oyunculardan, herkesi bir araya getirmekten bahsediyorduk; bir nevi, Milli takımla ilgili her şeyi baştan kurmaktan.
Kidd: Bana, benim takımdaki rolümü nasıl gördüğü ve bunun hakkında ne düşündüğüne dair planından bahsetti, ve bence Jerry hakkında söyleyebileceklerim şunlar: Hedefine direkt ateş ediyor, ona güvenebilirsiniz, ve ne diyorsa arkasında duruyor.
Miller: Bence oyuncularla görüşmesi ve onları ikna etmesi, Jerry'nin itibarını arttıracak bir şey: "Bulaştığınız şey bu, ve eğer programın bir parçası olacaksanız, böyle bir şeye dahil olacaksınız." Dümenin başındaki adamla konuşabildiğiniz zaman, sanki bir tutam takımın sahibiymiş gibi hissediyorsunuz.
Tomjanovich: Jerry Colangelo görevi devraldığında sistem değişmişti ve artık daha fazla iletişim vardı. Jerry, yıl içinde bütün oyuncularla görüşüyordu, bir sürü kişiyle ve söz sahibi koçlarla temasta kalıyordu, hepsi iletişim halindeydi, ve böylesi çok daha iyiydi.
Anthony: Bence takımı bir araya getirme şekli ve o süreç; Jerry Colangelo tüm vaktini vererek ve herşeyi bir araya getirerek harika bir iş başardı.
Kidd: Bence Colangelo'ya ve yaptığı işlere baktığınız zaman, o bir rekabetçi ve işe getirdikleri zaman, onun ruhu ortalığı esir almıştı. Kararlı olmak, devamlılık göstermek, Koç K’nın göreve sadece tek seferliğine değil de istikrara dayalı bir şekilde getirildiği bir sisteme sahip olmak, benim düşünceme göre onlar tarafından istenen güvenildiğini ve herkesin anlayacağı bir sisteme sahip olduğunu göstermekti.
Breen: Jerry Colangelo'nun yaptığı, orayı bir güven ortamı haline getirmekti, ve diğer yıldız oyuncularla bağ kurabildiğiniz, Olimpik altın madalyanın Amerikan oyuncular adına olduğu kadar diğer dünya oyuncuları için de ne anlam taşıdığını anlayabildiğiniz bir ortam olmuştu.
Sheridan: Colangelo, biraz küstah bir şekilde gelmişti. "Japonya'ya gideceğiz, Dünya Şampiyonası'nı kazanacağız, Olimpiyatlar'a kalacağız, ve ait olduğumuz yere geri döneceğiz" dedi. Hepimizin bildiği gibi, işler tam olarak öyle yürümüyor.
Anthony: 2006'da, Dünya Şampiyonası'ndan elenmiştik; yani bu, Milli takım oyuncuları için başka bir hançer yarası demek oluyordu.
Tooley: Hayatımdaki en canlı hatıralardan biri, Yunanistan'a yarı finalde kaybettikten sonra, Carmelo Anthoy'nin soyunma odasında söyledikleriydi: "Ouv. Şimdi Venezuela'ya gitmek zorundayız." 2008 Pekin olimpiyatları için elemelerin yapılacağı yerdi Venezuela. O söyledikleri gösteriyordu ki, bu işin içindeki herkes, neyin parçası olduklarını biliyordu.
Sheridan: Jerry için mütevazi bir kayıptı. Koç K için de keza. Olumlu tarafından bakarsak, bundan ders çıkardılar. Bir adım geri attılar, aynada kendilerine baktılar ve şöyle dediler: "Biliyorsun, düşündüğümüzden daha zor olacak. O zaman hadi bundan ders çıkaralım ve bunun üstüne bir şeyler yaratalım."
Tomjanovich: Hemen hemen her zaman tecrübe kazanarak öğrenmek zorundasınızdır, ve onlar da öyle yaptılar. Gerçekten olumlu bir programa dönüştü.
Miller: Altın madalya kazanmamış olsak bile (Dünya Şampiyonası'ndan bahsediyor), bence oyuncular sonraki yıl, yerleşmekte olan kültürün nasıl bir şey olacağını bilerek geleceklerdi.
Stern: Şunu açıklığa kavuşturalım ki, arkanızda bayrak varken oynarsanız, bundan fazlasıyla gurur duyarsınız. Milli takımın durumu bu değildi, ve özellikle Arjantin’e veya Brezilya’ya veya İspanya’ya kıyasla hiç değildi. Onların yaklaşımı bu yöndeydi. Altın madalyayı kazansın veya kazanmasınlar, ülkeleri adına oynadıkları için kendilerini iyi hissettirmenin daha önemli olduğunu düşünüyordum.
Nelson: Uluslararası platformda NBA harici oyuncularla yer almamızla caka sattığımız bir dönem vardı, ve bu pek iyi karşılanmadı. Kendimize fazla güveniyorduk.
Tooley: O zaman dilimi içerisinde takımımıza görgü kurallarını öğretme anlamında iyi bir iş çıkaramadık, nasıl bir elçi olunur, rakiplere nasıl saygı duyulur, uygun şekilde nasıl hazırlanır... İnsanların, ülkemizin bizi desteklemesinden emin olmamız gerekiyordu.
Miller: En sevdiğim nokta, saha içinde ve dışında bir kültür değişimi yaratmaya çalıştık, ve Jerry ile Koç K bunu çok net bir şekilde başardı.
Ford: Koç K bir kültür eksperi. Bir kültür yaratmakta ve insanları ne yaptıklarına inandırma konusunda üstüne yok; ve onları ne yaptıklarının farkında kılıyor. Orduyla buluşma fikrini bulan kişi oydu.
Stern: Koç K ve Jerry, oyuncular ve acemi askerler arasında bir buluşma ayarladı. Ülkeni temsil etmenin nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyorduk. Bu adamlar ülkelerini temsil ediyorlar, savaştalar, siz çocukların ülkenizi iyi bir şekilde temsil etme şansınız var ve bence bu çok verimli olmuştu.
Miller: İnsanlar sürekli "Milli takım formamı çok seviyorum" diyip duruyordu, ama biz Kore'deki askerleri ziyarete gidip, onların ne kadar heyecanlı olduğunu görene dek bunu tam olarak anlayamadılar. Bence bu, oyuncuların ülke ile ordu arasındaki bağı anlamasına yardım etti ve buna biraz sahip çıktılar.
Jackson: Jerry'nin felsefesi, Koç K tarafından, şaşılacak bir kusursuzlukta vücuda getirilmişti. Onu harekete geçiren tutku, Birleşik Devletler'i temsil etmekle birlikte yükselmişti;
Breen: Bence Milli takım bu işi tekrar önemli hale getirerek mühim bir olaya imza attı; tekrar burayı oynanmak istenen bir yere dönüştürdüler ve parçası olunmak istenen bir yapı oluşturdular. Bence yapılan en önemli şey, zihniyeti değiştirerek, ülkeleri için gelip oynamanın ne kadar mühim olduğunu vurgulamaktı.
Tomjanovich: Bence (Koç K ve Colangelo), --ki abarttığımı sanmıyorum-- bence onlar halk kahramanı gibi bir şeyler.
Bölüm Dört: "Kendimizi affettirmiş gibi hissediyorduk"
Colangelo ve Koç K, bir parçası olmanın ayrıcalık haline geldiği bir sistem yarattı ve 2008 Pekin Olimpiyatları'ndaki takım, NBA'in en iyileri tarafından oluşturulmuştu. Dört oyuncu, 2004 ekibinden kalmaydı: Hepsi All-star kalibresinde yetenekler olan, Dwyane Wade, LeBron James, Carmelo Anthony ve Carlos Boozer. Jason Kidd, Atina'yı diz sakatlığı sebebiyle kaçırdıktan sonra, ikinci olimpiyat oyunları için dönüyordu. Chris Paul, Chris Bosh, Dwight Howard, hepsi formlarının zirvesinde şekilde takıma atılıyordu. Ama en büyük ekleme, açık ara, Kobe Bryant'tı. Milli takım, İspanya'yla finali oynamadan önce, grup aşamasını ve sonraki turları, maçları ortalama 30.2 sayı farkla kazanarak geçti.
Sheridan: Telafi gerekiyordu ve onların istediği şey de buydu.
Tooley: Canlı izlediğim en iyi basketbol maçlarından biri, ABD-İspanya finaliydi; inanılmazdı.
Pau Gasol: Çok çekişmeli bir maçtı, birçok kez liderlik el değiştirdi. Yumruklar yiyorduk, ama yere düşmüyorduk. Son dakikalara ve Kobe kontrolü alana kadar, gerçekten oynaması zevkli bir maçtı.
Miller: Bence 2008 takımının bıraktığı mirasta, İspanya ile oynanan o harika finalin --ki muhtemelen gelmiş-geçmiş en iyi final, rekabet açısından-- büyük payı var. Büyük oyuncular tarafından ortaya konan büyük oyun. Hepsi İspanya potasında biten olağanüstü birkaç Kobe ve LeBron, birkaç da D-Wade oyunu hatırlıyorum.
Gasol: 2004'te asıl adamlarını getirdiklerini düşünmüyorum, onlar (ligdeki) en üst düzey oyuncular değillerdi. 2008 ve 2012'de gerçek kadroyu getirdiler. Farkı yaratan buydu.
Tooley: Herkes bunun büyük bir şey olduğunu biliyordu ve bir şekilde "Redeem (Kurtarıcı) Team" olarak etiketlenmiştik. İspanya'yı yenip şampiyon olduğumuzda, ilk kez eğlencenin rahatlamaya üstün geldiğini hissetmiştim.
Miller: Bence (bu lakap) onlar için cuk oturmuştu. "Dream Team"den ne daha az, ne daha çok uygun.
Kidd: "Kurtarıcı Ekip"in bizim için harika bir isim olduğunu düşünmüştüm, çünkü biz dünyaya, takım halinde ve üst seviyede oynayabileciğimizi göstermeyi istemiştik.
Breen: Müthiş bir arkadaşlık vardı ve bence onlar gerçekten ""Biz en iyisi olarak hakiki yerimizi geri almak adına buradayız" düşüncesiyle birbirlerine bağlanmışlardı ve bu bence gerçekten onları bir araya getirdi.
Miller: 2008'de bunu gerçekten hissettim, 2004 enkazının ardından, ortada daha güçlü bağlar vardı, daha güçlü bir oyun ortaya konuyordu, daha bir ciddiyet bulunuyordu -- ve tekrar, 2004'te gayriciddi bir durum olduğunu sanmıyorum, ama bence bu adamlar bu işi bitirmek için biraz daha tahrik edilmişlerdi.
Kidd: Dört sene öncesine kıyasla değişen şeyin oyunu en üst seviyede oynamak olduğunu düşünüyorum. Ama bu sefer doğru şekilde oynamak istedik ve sadece bir kişiye dayalı oynamadığımızı, bir takım olduğumuzu göstermek istedik.
Sheridan: Bu oyuncular için, tam bir rahatlama ve mutluluk hissiydi; ve gurur ve kutlamalarının hakikiliği.
Ford: Bu gerçekten, gerçekten onlar için anlamlıydı.
Anthony: 2008'deki gibi bir takım yarattığınızda, etraftaki herkesten heyecanlanıyorsunuz, çünkü her bir kişi, farklı bir şey ortaya koyuyor ve rakiplerin güçlü ve zayıf yanlarını anlamak için yollar buluyorsunuz.
Kobe Bryant: Bence takım olarak ortaya koyduğumuz anlayış, altın madalyadan çok çok daha önemli ve kayda değer bir şeydi. Ülkeni temsil etmek, ve ülkeni doğru şekilde temsil etmek. Güzel bir deneyimdi, çünkü birçok genç oyuncumuz vardı, bir sürü. Bence Koç K ve Colangelo bu kültürü yaratarak harika bir iş başardılar.
Breen: Bence dünyadaki en iyi oyuncular açısından standardı belirlediler, NBA'deki en iyi oyuncular bu takımdaydı, ve hepsi kendi bireysel oyunlarından fedakarlık ederek, sadece yeteneğiyle karşısındaki oyuncuya üstünlük sağlamak isteyen yıldız değil de hep bir arada bir “takım” olmayı becerdiler.
Kidd: Bence olay Koç K ile başladı. Bence takım olmaya başlayacağımız ilk günden oluşmaya başladı, bütün ihale tek kişinin üstünde olmayacaktı, birbirimizi motive edecek ve eğlenecektik.
Tooley: Takım inanılmazdı --inanılmaz bir takım-- ve harika bir seriye imza attık.
Ford: Bu oyuncular için sihirli bir şeydi, çünkü sahip oldukları her şeyi bu işe adamışlardı.
Anthony: Bir nevi borcumuzu ödedik gibi hissediyorduk. Biliyorsunuz, uluslararası anlamda, takımın dibe vurmasına sebep olmuştuk. Dünyanın geri kalanı bizi yakalayacakmış gibi hissediyordu, biz de gidip 2008'de kazandık; kazandık ve hatamızı telafi ettiğimizi hissediyoruz.
Özhan Canaydın, Lucescu döneminde kulübe başkan olduğu zaman, ligin bitmesine sekiz hafta vardı. Dört hafta kala ise takım liderdi. Şampiyonluğa sadece dört maç vardı. Galatasaray bir kez daha şampiyon olursa, formasına üçüncü yıldızı takacaktı. Başkan Canaydın, forma satışından para kazanmak için erken hazırlık yaptı. Dört hafta kala üç yıldızlı formalar hazırlandı. Yanındki yöneticiler kendisin uyardı. "Sayın başkanım, ya şampiyon olamazsak bu formaları ne yapacağız?" dediler. Ama başkanın formülü hazırdı. Eğer Galatasaray şampiyon olamasaydı, formalar Makedonya'ya gönderilip, buradaki Galatasaraylı taraftarlara dağıtılacaktı. Türkiye'de hiç kimse üç yıldızlı formaları göremeyecekti.
Birincisi, O dönemden hatırladığım (ilaveten biraz eski fotolara bakınıp, akranlarıma da sorduğum), maç sonu giyilen üç yıldızlı "tişört"ler, forma değil. İkinci olarak, rahmetli Canaydın'ın tekstilci olduğunu hesaba katınca da, yukardaki cümlelerde asıl kastedilenin tişört olduğunu anlarız.
Bu sezon Southampton da, yarak varmış gibi şu nevzuhur markalardan biriyle anlaşmış. İç saha tasarımı da, yukarda gördüğünüz gibi. Ama Nike de, elitler değil de, altındaki o geniş havuz için, bu sezon şöyle bir tasarım hazırladı:
Birçok takımda göreceksiniz bu tasarımı. Antalya'da var hatta bizim.
Mesele şu: Son 3-4 yıldır, her sezon başında böyle çakışmalara/paralelliklere rastlıyoruz. Zamanla azalır mı, artar mı, aynı düzeyde mi gider, göreceğiz.