Çevir-2: 2002 Batı Finali'nin Sözlü Tarihi - "All the Kings' Men" 2/3

Efsanevi 2002 Batı Finali'nin tarihine serinin ikinci maçından devam. Hedef, Çevir'in bu ayağını iki haftada bitirip diğer daha hafif yazılara geçmekti. Dünya Kupası'ydı, beşinci şampiyonluktu derken takvim biraz kaydı. Ama birkaç gün rötar olmuş olsa da planlarımıza yetişeceğiz gibi. Meraklısı, yazının orijinaline buradan, ikinci bölümden yakalayanlar öncesine buradan ulaşabilir. Keyifli okumalar.

III. Kobe'nin Etine Dikkat

İkinci ve Üçüncü Maç, 20 ve 24 Mayıs 2002

Gary Vitti (kondisyoner, Lakers): Kobe'nin gece birden beri midesi bulanıyormuş ama beni ancak saat üçte aradı. O saate kadar karnındaki kramplar, kusma ve ishali kontrolden çıkmıştı. O kadar kötü bir kramptı ki karides gibi bükülüyordu. Bana daha önce ulaşsa bu kadar kötü olmayabilirdi ama başa çıkabileceğini düşünmüş.

Phil Jackson: Grip olduğunu düşünmedik. Yemekle alakalı bir sorundur diyorduk. Çok da kafaya takmadık. O günden sonra otellerdeki oda servislerine asla güvenmedi.

Adande: Lakers taraftarı kasıtlı yapıldığına emindi. İnsanlar bunun tesadüfi bir şey olduğuna inanmayı reddediyordu. Maksatlı bir şey olmak zorundaydı. Kim bilir?

Howard Cooper: Sacramento için bu "aya gittik mi, gitmedik mi" tartışması gibi bir şeydi. Zamanında durmadan tartışıldı ve yıllar boyunca da sürdü. Hala hakkında şakalar yapılır.

Kobe Bryant (guard, Lakers): Çok da iyi bir burger değildi, sadece yarısını yedim. Komplo teorilerine gelince, bilmiyorum ama öyle olduğunu sanmıyorum.

Vitti: Birinin böyle bir şey yapacağına inanmak benim için zor. Hemşehrilerime bu konuda hala inanıyorum ama Kobe'nin kasıtlı yapıldığını düşündüğüne eminim.

Jerry Westenhaver (genel yönetici, Hyatt Regency Sacramento): Kings'le Lakers arasında rekabete dayalı bir ilişki var ve bu ilişki otelde değil basketbol sahasında yaşanmalı.

George: Üzgün ve kızgındım. Aynı zamanda korkuyordum da. Bu insanlar bu işi birinin yemeğini zehirleyecek kadar ciddiye mi alıyor diye düşünmüştüm. Nasıl göründüğünü, yediği iğneleri, kusmasını hatırlıyorum. Çok çirkindi. Yüzü durmadan terliyordu, çok kötüydü.

Brown: Bence insanlar bunu yapmış olabilir. Deplasmandayken nerede yiyip içtiğinize dikkat etmelisiniz. Ben genelde kaldığım yerlerden uzaklardaki mekanlarda yemek yerim. Çünkü kim olduğumu anlayamazlar.

Madsen: O hadise yüzünden otelimizi değiştirdik. Ve bunu kötü niyetli bir olay olduğunu düşündüğümden söylemiyorum ama şüpheci olmaya da hakkımız vardı.

Marv Albert (maç sunucusu, NBC): Her zaman Hyatt'ta kalırdık ve o olaydan sonra cheeseburger'de bir sorun çıktığını hatırlamıyorum. Yöneticinin ne kadar üzgün olduğu hala aklımda. Daha sonra o yemeğin menünün en sevilenlerinden olduğunu duydum.

Pollard: Hepimiz bunun bir tiyatro olduğunu düşünüyorduk. Kobe'yi maça çıkarken görünce yine manşete çıkmak için uğraşıyormuş demiştik.

Vitti: Herhangi bir oyuncunun bu şartlar altında maça çıkması şaşırtıcı bir şey ama Kobe herhangi bir oyuncu değildi tabii. Şöyle düşünün: Harp meydanında olsanız, hasta oldunuz diye savaş durmaz. O, meseleyi aynen böyle görüyordu. Oyun onun için durmayacaktı, savaş alanında olmak zorundaydı.

Christie: Her zamanki oyununu oynadı. O dalavereye asla kanmadım. Gerçekten, gerçekten hastaysanız parkeye çıkmazsınız. Durum öyle değilse bunu bir bahane olarak kullanamazsınız. En çok saygı duyduğum oyunculardan biriydi.  Ne yaparsanız yapın harika şut atardı. Oyunun iki tarafını da oynar, orta mesafeyi, her işi becerirdi. Herkes "aaa Kobe hasta" falan diyordu. Ben de "pardon, duyamadım" demiştim.

Horry: Endişeli değildik. Shaq sakatlansa gerçekten sıkıntı olurdu. Hepimiz Kobe oynamazsa (Kobe'ye laf sokmak için söylemiyorum) Brian Shaw, Rick ve diğerleriyle yerini doldururuz diyorduk. Shaq gibi bir uzunu çıkarırdığınızda kalan boşluğu doldurmak zor. Kobe'nin Jordan'ı ne kadar sevdiğini biliyorduk. Jordan böyle bir hastalığın üstesinden gelir, oynardı. Onun da bunu yapabileceğini düşündük, endişelenmedik.

Bryant: Katlanmak zorunda kaldığım en zor şeylerden biriydi.

Fox: Ben normalden daha iyi oynayacağını düşündüm. İnanılmaz bir konsantrasyonla yıllarca unutulmayacak bir maç çıkarır diyordum. Öyle olmadı. Shaq da erken faul problemine girdi. Zehirlenmeyle faul problemi üst üste geldi. Bizi bir seride yenebilecek kadar iyi olduklarını düşünmüyorduk. Bunu ilk maçta da göstermiştik. Onlara ilk maçı kaybettiren rehavet, bize de ikinci maça maloldu.

Cleamons: O zamanlar Shaq'la eşleşmekte zorlanıyorduk. Tam o sırada Divac hakemlere kendini acındırmaya başladı. Biraz temas alınca kendini bırakmaya, hücum faul çaldırmak için zorlamaya başladı. Shaq alçak postada canına okuyordu o da dedi ki "Böyle kocaman bir herifi nasıl savunacağım ki? Ya üstümden geçecek ya da üstümden geçecek." İşte bu yüzden hakemlere oynamaya başladı.



Phil Jackson: Shaq'ın L.A.'de oynadığı maçlarla Sacramento'da çıkan faul kararlarındaki tutarsızlık gayet ilginçti. İstatistiklere bakın. Divac Sacramento'da faulleri alıyordu, Staples'da o fauller blok oluyordu. Hakemler ev sahibi seyircinin yarattığı enerjiye dayanamıyordu. Objektif olmayı deniyor, olmaya çalışıyorlardı ama bu tip şeyler de oyunun bir parçası.

Lakers ikinci maçtaki serbest atış adaletsizliğine ve Divac'ın flop'larına takmıştı. Phil Jackson açık konuşuyordu: "Bir oyuncumuz 50 sayılık performansa doğru gidiyordu. Faul çaldırmayı bilen bir rakip onu oyundan attı. Vlade doğru zamanda doğru durumu yaratıp eski numaralarını yapmayı biliyor." Kings ise O'neal'ın hile açıklamalarını umursamadı. Adelman rahattı: "Bence, gerçek bir dünya şampiyonunun böyle şeyler söylemeye ihtiyacı yoktur." Bu sırada, Kobe'nin hastalığı üçüncü maç öncesi antrenmana çıkmasına engel oldu ve Sacramento da yarı final serisinde Dallas'a karşı ayağını burkan Stojakovic'ten mahrumdu. Ama Kings 103-90'lık etkileyici bir galibiyetle Lakers'ı şaşırttı. Maçta fark bir ara 27 sayıya çıkmış, eski şampiyon saha içi isabette %36'da kalmıştı. Webber ve Bibby toplam 50 sayı atmıştı. Christie 17 sayı, 12 ribaund, 6 asist, 3 top çalmayla her işe koşmuştu. Peja'nın yerinde de başka bir Avrupalı vardı: Hidayet Türkoğlu 14 sayıyla onu aratmadı.

Phil Jackson: Üçüncü maçta hava atışıyla beraber direksiyona geçtiler. Müthiş bir özgüvenle oynadılar. Hidayet önemli bir güçtü. Stojakovic'e alışkındık ama onu o kadar tanımıyorduk. Harika bir enerji ve çok canlı bacaklarla oynuyordu. Kings o zaman rahatlıkla ve çok iyi şut atan bir takımdı. Rick Adelman bunu yaptırmayı seviyor ve bu işte gerçekten harika.



Hidayet: Daha iki yıldır ligde olmama rağmen, takımdakiler o zaman yaptıklarımı çok beğeniyordu ve ne olursa olsun bana destek oldular. Yani tek yapmam gereken sahaya çıkmak ve elimden geleni yapmaktı. İşler bu şekilde kolaylaşıyordu. Ben de sadece bunu yaptım.

Christie: Savunmama çok güvenip hücumda gerektiği kadar agresif olamamıştım. O maç bunu düzelttim. Bunu düzelttiğimde böyle rakamları kolaylıkla yapıyordum. 20 sayı, sekiz ribaund, altı-yedi asist... Takımdakilerin söylediklerine katılıyorum, bütün seri böyle maçlar çıkarmam gerekirdi.

Shaquille O'neal (pivot, Lakers): Chris Webber 4 numaralarımızla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu.



Samaki Walker (forvet, Lakers): Webber jump shot'ını geliştirmişti, artık daha da ölümcül bir oyuncuydu. Harika bir pasördü ve sadece bu da değil, inanılmaz bir hücum oyunu vardı. Onu savunmanın çok zor olduğu yerlerde topla buluşturmayı biliyorlardı.

Turner: Webber koç için bir mucizeydi ve antrenör ekibine, taraftarlara oyun stilini yansıtan harika anlar yaşatmıştı. Pas yeteneği sayesinde herkes onunla oynamak isterdi. Pas atabiliyorsanız herkes sizle oynamak ister.

Phil Jackson: Maçın içinde kalmak bile çok zordu. Soyunma odasına geldiğimizde herkesin yüzünde "Vay be. Halletmemiz gereken işler" var diyen bir ifade vardı.

George: Önde olduklarında çok sert bir takımdılar. Ama maç yakın geçiyorsa ya da biraz geridelerse daha farklı bir oyun oynuyorlardı. Skorda kalamadığınızda yakalaması çok zor bir rakipti.

Bryant: Artık sıkılmıyoruz.

Madsen: Bazı anlarda kendi kendime Oğlum bu adamlar harbi iyi oynuyor. Bunları nasıl yenicez? dediğim anlar vardı.

IV. Big Shot Rob Günü Kurtarıyor

DÖRDÜNCÜ MAÇ, 26 MAYIS 2002

Dördüncü maçta Sacramento 24 sayı öndeyken Staples sessizliğe gömülmüştü. Samaki Walker'ın üçüncü çeyrek sonunda çaresizlikten gönderdiği üçlük farkı 14'e indirdi. Hakemler Sacramento'nun itirazlarına rağmen basketi saydı. O zaman kullanılmayan tekrar inceleme orada olsa şutun süre bittikten sonra atıldığı anlaşılacaktı.



Voisin: Kings'in seride kontrolü ele geçirip finallere gitmesine "şu kadar" kalmıştı.  NBA Finali ufukta gözüküyordu.

Christie: İlk yarı bittiğinde 20 sayı öndeydik.

Napear: Radyoda maçı anlatıyordum. Aynen şöyle dedim: "Burası Los Angeles Halk Kütüphanesi gibi." Çıt çıkmıyordu.

Albert: Samaki Walker'ın şutunun geç çıktığını söylemiştim. Basketi neden saydılar bilmiyorum.

Walker: O şutu sokacağımı düşünmemiştim. Sanırım hayatım boyu iki 3 sayılık şut attım, ikisi de girdi. Şanslı bir şuttu.

Phil Jackson: Soyunma odasına giderken bir şeye, bir kıvılcıma ihtiyacımız vardı.

Walker: Teknik olarak top hala elimde olabilirdi. Ancak üç yıl sonra pozisyonu inceledim. Neden bu kadar 
tantana çıktı hiç bilmiyordum. Tekrar izleyip ne olduğunu görünce durumu anladım.

Christie: Sayılmamalıydı. Momentumun değiştiği andı. Soyunma odasına giderken tutunacakları olumlu bir şeyleri olmuştu. Çünkü onları gerçekten öldürüyorduk.

Walker: Bence kesinlikle haklı. Böyle bir maçta, gerideyken ve kötü oynarken boynunuzdaki ilmeği gevşetecek o olumlu anı bekliyorsunuz.

Adande: O şut girmese, Robert Horry'nin şutunun hiçbir önemi olmayacaktı.

Lakers ikinci yarıda farkı kapatmayı sürdürürken Sacramento sonunda yavaşladı. İkinci yarıda sadece 34 sayı buldular. Kobe ve Shaq toplam 52 sayı atmıştı ama Lakers'ın en komple oyuncusu 18 sayı, 14 ribaund, beş asistle Robert Horry'ydi. Kariyerinin o döneminde kimse ona Big Shot Rob demiyordu. Büyük değişim son topta, Lakers iki sayı gerideyken yaşanacaktı.

Heisler: Oyuna dönmeyi başardılar. Geliyorlardı, geliyorlardı ve geliyorlardı.

Mitch Richmond (guard, Lakers): Phil'den çok şey öğrendim. Dört saniye süremiz kalmışken  "Tanrım, ne kadar çok süremiz var" dediğini hatırlıyorum. 13 yıldır oynuyordum, hiç dört saniye çok bir zamanmış gibi gelmemişti. O takım için dört, beş, altı saniye kaldığında çok sakin olurdu. Bizim için sonsuzluk kadar uzun gelirdi. Her şey yavaşlardı. Kendimize gerçekten güvenirdik ve o güveni aşılayan da Phil'di.




Horry: Kazanmak için üçlük atmayı hep tercih ederim. Her zaman bu tip bir adam olmuşumdur. Aslında set Kobe'nin Christie'ye karşı potayı zorlaması için çizilmişti.

Christie: Lakers'la oynadığımızda takımdakilere çoğunlukla "O bende" derdim. Kobe'yi tamamen durduracağımı falan hiçbir zaman düşünmedim ama ikili sıkıştırma istemezdim. Shaq pota altında kusursuzdu. Kobe dışarıda %50'ydi ve bunu kaldırabilirdik. Genellikle ona yapışıp şutu kaçırmasını sağlamaya uğraşırdım. Şanslıydık. Ben bunu yaparken, Vlade Portland karşısındaki Magic Johnson'a dönüştü. Topu sahanın karşısına atmaya çalıştı.



Divac: Lakers maçı, Batı Konferası finali, 1991. İkinci yılımdaydım. Bir sayı öndeydik, Terry Porter şutu gönderdi, Magic ribaundu aldığı gibi topu ters tarafa fırlatıp süreyi eritti.

O'neal: Aslında durumu eşitlemek için bir fırsatım vardı. Hemen zıplayıp Vlade'nin faul yapmasını engellemeye çalıştım ama yetişti ve faul atışını kaçırdım.

Divac: Shaq arkamdaydı ve Kobe turnikeye gidiyordu, şutu blokladım ve top boşta kaldı, ribaunda yetişemedim. Topu yere fırlatıp süreyi eritmeye çalıştım.

Bobby Jackson (guard, Sacramento Kings): Al şu kodumun ribaundunu. Bunu düşünüyordum. Panik yapma. Ribaundu al. İşte o da orada. Faulü al. Bizi yenmek için üçlük atmaları gerek. Shaq atarsa berabere olur.

Pollard: Son saniyelerde atılacak bir şut potadan uzaklaştırılmalı. Tipi onlara kaptırma. Vlade orada havadayken Shaq'la karşı karşıyaydı. Ya ondan topu uzaklaştırırsın ya da smaç yiyip faul atmasını izlersin.

O'neal: Sonra topu uzaklaştırmaya çalıştı ve tam olarak Robert'a uzaklaştırdı.

Divac: Resmen, Horry'ye harika bir pas atmış oldum.

Reynolds: Hala Horry'nin o pozisyonu çok kötü oynadığını düşünüyorum. İki sayı geridesiniz, 4 numaranız üçlük çizgisinin orada geziniyor. Kıçı panyaya vuruyor olmalıydı. Ne yapıyordu orada? Yarı sahaya mı kolluyordu?

Horry: Orada olmayı düşündüm. Çünkü maçı kazandıracak üçlüğü atmak istiyordum. Berabere bitti ve uzatmaya gidiyoruz mevzularını sevmem.

Phil Jackson: Böyle durumlarda onu bir güç üçlük çizgisinin gerisine çekiyordu sanki. Bunun olmasını istiyorduk da. Köşelerde, tepede bekliyordu. İşte oradaydı. Seriyi kurtaran şuttu. Bu enerji patlamasına ihtiyacımız vardı.

Turner: Robert Horry'nin elinde bir mıknatıs var gibiydi. Top direkt ona gitti. Biraz yana düşse bizden biri topu alabilirdi.

Horry: Top mükemmel biçimde elime geliverdi.

George: Mükemmel bir bounce pastan daha iyiydi. Daha iyi bir göğüs pas atmaya çalışsa bu kadar iyisini atamazdı.

Heisler: Dokuz kişi potanın altında ve Rob Tanrı topu ona fırlatacakmış gibi yayın orada bekliyor.

Christie: Vlade 100 kere denese böyle iyi bir pas atmayı beceremezdi.

Reynolds: Webber'ın hakkını yemeyeyim, top ortaya düşünce iyi reaksiyon verdi. Gerçekten o şutu zorlaştırdı.

Christie: Şut bozmak için birine koştuğumda rakibi gerçekten korkutamayacaksanız elinizi kaldırmanın iyi bir şey olmayabileceğini fark etmiştim. Bazen sadece eğilmeli ve yanından geçip gitmelisiniz. Bu kafalarını daha çok karıştırıyor. Eliniz havada olunca onlara bir ölçme noktası veriyorsunuz.

Richmond: Topun elinden çıktığı anı görebiliyorduk. Bu... Bu muhteşem bir şeydi be!



Gerald Wallace (forvet, Kings): Topun potaya gitmesi asırlar sürecekmiş gibi geldi.

Fox: Girdi ve o an... O an boğuluyormuş gibi hissettik, havaya fırladık.

Reynolds: İlk çocuğumu hurdaya dönmüş bir arabanın içinde görmüş gibi hissettim.

Richmond: Sanırım Horry'ye en hızlı koşan ben oldum. Kenardan uçuşa geçip ona kocaman sarıldım.

George: Bize maçı elleriyle verdiler. Tersi olsa iş bitmiş olacaktı. O şut olmasa yedinci maç falan olmazdı.

Divac: Onu ve Lakers'ı baskı altına almak için bir şaka yaptım ve şanslı bir şuttu dedim. Ama Robert'ın harika bir şutör olduğu ortada.

Steve "Snapper" Jones (yorumcu, NBC): Kings yapması gereken her şeyi yaptı. Ortayı doldurdular, top havadaydı, dışarı sektirdiler. Kings, Lakers'ı yenecekti, turu da geçecekti ama top Horry'ye gitti. Eli çok sıcaktı ve şutu soktu. Big Shot Bob lakabını almasına sebep olan pozisyonlardan biri de buydu.




Christie: Oğlum büyük bir Kobe hayranı. Yani evim Kobe ve Lakers'la alakalı şeylerle dolu. Ona Horry'nin Chris üzerinden attığı şutun posterini de aldım, imzalattım, duvarında duruyor. O fotoğrafa her gün bakıyorum, Webb gerçekten uzuyor. Parmakları uzuyor, oraya ulaşmaya çalışıyor... Ama Vlade resmen mükemmel bir 
pas atmış.

Cleamons: Kazanmak için hem iyi hem şanslı olmalısınız. Kazanmamak için de biraz şanssızlık, talihsizlik gerekli. NBA Finali'ne  bu kadar yaklaşmışken Batı Konferansı'nda ikinci olmakla şampiyon takım olmak arasındaki fark bu kadar küçüktü.

Jones: Sporda herkesin görmezden geldiği unsur şans. Şampiyon olmak için biraz olsun şanslı olmalısınız. Kings her şeyi doğru yapmışken, doğru sonucu  alamadı. Bu, şans.

Bibby: Top girdi işte ve kalbim kırıldı. En azından eve dönüyoruz diye düşündüm. Ligin bu döneminde oynayabileceğiniz daha iyi bir yer olamaz.

Divac: Bu bir play-off serisi, önünüze bakmalısınız. O maçta olmuş bitmiş bir şeyi değiştiremezsiniz.

Reynolds: Bir keresinde Horry'ye "O şut bana yeni bir çatıya ve başka pek çok şeye maloldu" dedim. "Umurumda değil" dedi. Buna saygı duyuyorum.

Slimani


— Yok be hacı, altımızdaki minibüse aldanma. Biz de asgari ücrete çalışan adamlarız sonuçta...

Nerden Nereye 149





Tam


O kadar "feat", her yerden çıkması yetmedi, şimdi de bunlar. Allah var, Cnn Törk ilk birkaç günden sonra bunun olduğu jenerikleri vermedi hiç. Oradan yırttık biraz. Ama o ilk görüşte akıldan geçenler bile yani...


Pele

Selamın aleyküm. Blog ahalisi ve diğer bazı "sürpriz isimlerin" Dünya Kupası tahminleri.

Anıl

Begüm

Can Mutlu

Cihat Akbel

Alican

Evrim

Göktuğ

Lap

Yaşar

Yücel

Vak

The White Howard


Step


Aslında daha farklı pozlar verebilirlermiş. Mesela şu hareketi herkes yapabilirdi. Ya da bunu daha değişik şekillerde sergileyebilirlerdi...

Buhar


Vallahi beraber yaşlandık be. Fotoğrafı büyütüp büyütmemek sizin elinizde.

Çoluk



Yaka güzel, ilk arma kullanılmış, 4 sezonda 3. kez kırmızı ağırlıklı bir tasarım, yine omuzlarda beyaz, "tatlandırıcı" olarak konmuş, şorttaki diğer renk pek görülmedik şekilde kırmızı (son hatırladığım taa 2002'den), ama... Büyük takımlar için böyle denemelere gidilmesin abi. Aha Nike da Barcelona üzerinde yaptı işte 2 sene. Olmuyor, oturmuyor, yakışmıyor. Geçen sezonki çubukluyla arada bağ olması da hoş ama kurtarmıyor.



Nerden Nereye 148



Hikayeyi hepiniz biliyorsunuz. Her iki açıdan çok acayip.



Çevir-2: 2002 Batı Finali'nin Sözlü Tarihi - "All the Kings' Men" 1/3

 

 Hack-a-Shaq, tutarsız hakemler, zehirli oda servisleri ve son three-peat'e giden yol: Los Angeles Lakers-Sacramento Kings arasındaki 2002 Batı Finallerinin sözlü tarihi, NBA'in yakın tarihinin en büyük rekabetlerinden birinin son bölümü.

"Maçlar arasındaki günlerde çok uyumadım. Kilo verdim. Stres seviyesi yüksekti. Oyundan zevk almıyorduk."

Rick Fox'ın Sacramento Kings'e karşı oynadığı 2002 Batı Finali'yle ilgili anıları böyle. Seri, Fox'un takımı Lakers'ın yedinci maçın uzatmasında deplasmanda, ligin en gürültücü seyircisi karşısında aldığı galibiyetle sonuçlandı. Gardı düşen Kings, NBA şampiyonluğuna bir daha asla bu kadar yaklaşamadı. Oyuncular dağıldıktan sonra organizasyon lige dalga malzemesi oldu. Bu sırada, Lakers finalde New Jersey'i kolayca alt ediyordu. Şampiyonluk kupasını kaldırırken Kobe'yle Shaq'ın beraber kazandığı son yüzüğün bu olabileceği ve ikilinin krize giren ilişkisi yüzünden O'neal'ın öbür sezon sonunda Heat'in yolunu tutacağı kimsenin aklından geçmiyordu. O epik 2002 serisinde Kings'le Lakers'ı ayıran neydi peki? Mucizevi bir şut, kaçan serbest atışlar ile iki boş şut ve birkaç kolay düdük. Hepsi bu kadar.

Bu seride her şey vardı: ligin "asilzade" franchise'larından biriyle hızlı paslar ve bol bol katla göze hoş gelen basketbol oynayan Kings arasında yeşermekteki rekabet; aşık atışmasını hatırlatan, sözlü bir çekişme; yemek zehirleme suçlamaları ve hakem komploları; Robert Horry'nin clutch kelimesini tekeline alması ve hatta, sürpriz bir başkan adayının işlere karışması. Oyunun en iyi iki takımı karşı karşıyaydı, dolayısıyla serinin son dört maçının kaderinin son dakikalara kalması kimseyi şaşırtmadı. Kimileri miras bıraktı, kimileri miras kaybetti. 2014'te Miami ilk three-peat hedefine gözünü dikmişken bazen üç kere üst üste şampiyon olmanın ne kadar zor olduğunu unutuyoruz. Bunu son başaran takım 2002 Lakers'dı ve kimse onlarla Kings kadar uğraşmaya cesaret edememişti.

Kings 1951'den bu yana şampiyon olamamıştı. O zamanlar Rochester'daydılar adları da Royals'dı. Sonrasında evlerinden Cincinnati'ye, oradan Kansas City'ye ve Sacramento'ya taşındılar. Geçen yıl az daha Seattle'a gidiyorlardı. Bütün bu durakların tek bir noktası vardı: geçen 63 yılda, hiçbiri Kings'i NBA finalinde görememişti. 1960'larda Oscar Robertson liderliğindeki Royals, Russell'ın Celtics'ine ve Wilt'in Sixers'ına takıldı. 1981'de underdog Kings'in üstünden Moses Malone geçti. 2000'den 2002'ye kadar da geleneği sürdürüp kısa çöpü çektiler: Zirve yaptıkları yıllarda Shaq ve Kobe, Starsky ve Hutch rolünde NBA'i kaşını kaldıranı enseledikleri bir dedektiflik filmine çevirmişti. Lakers için oynuyor olmaları işin daha da kötü tarafıydı.

Sacramento Bee gazetesi için seriyi takip eden Scott Howard-Cooper rekabeti şöyle tanımlıyor: "California'nın büyük şehri, California'nın uyuşuk ve küçük şehrine karşıydı. Kuzey, Güney'e karşıydı. Tecrübeli, özentiye karşıydı. Onları birbirine çeken öyle çok şey vardı ki."

Sonunda birbirlerini en iyi olmaya ittiler. İki takım da bir daha öyle olamayacak. Birazdan okuyacaklarınız rekabetin parçası ve şahidi olanlardan serinin sözlü tarihidir. 2002 yazındaki sözleri alıntılanan herkes seri zamanındaki iş tanımlarıyla birlikte belirtilmiştir.


I. Savaşa Giden Yollar

1996 Draftı öncesinde, Lakers taraftarın sevgilisi Vlade Divac'ı 13'ncü sıradan bir draft hakkı için Charlotte'a gönderdi. O draft hakkıyla Kobe Bryant adlı bir liseliyi seçtiler. Takasla oluşan finansal esneklik sayesinde free-agent süperstar Shaquille O'neal'ı 121 milyon dolarlık bir kontratla takıma kattılar. Dört yıl içinde Kobe ve Shaq ilk final yürüyüşlerini yaparken, yolda (free agent) Divac ve Sacramento'da olgunlaşan sorunlu forvet Chris Webber'in liderlik ettiği Kings’le çekişecekti. 2000 Lakers takımı ilk turu 3-2'yle geçti ve sonunda Indiana'yı finalde mağlup etti. Sonraki sezon Kings, Webber 27.1 sayı, 11.1 ribaund, 4.2 asist ortalamalarıyla kariyer yılını geçirirken 55 maç kazanacak ama ikinci turda sonradan tarihe adını kazıyan Lakers'a süpürülecekti. 2001 Lakers, o play-off sezonunu 15-1'le bitirdi (hâlâ bir rekor), Shaq ve Kobe o 16 maçta toplam ortalama 59.9 sayı üreterek inanılmazı başardı.

Three-peat hayalleri ise O'neal'ın sezona formsuz başlaması ve Bryant'ın perde arkasında koçu Phil Jackson ve takım arkadaşlarıyla didişmesi yüzünden pek gerçekçi gözükmüyordu. Sacramento'nun 61 maç kazanıp ev sahibi avantajını garantilemesi de pek hoş olmadı. Kings'de Mike Bibby ve Peja Stojakovic adlı iki yükselen yıldız vardı ve içerideki iki yetenekli pasörleri Divac ve Webber sayesinde topu çok iyi dolaştırıyorlardı. Anlaşılmaz, yetenek fakiri ve fazla bire bire dayalı basketbolun kirlettiği bir sezonda, özveriyle oynayan Kings ligin en eğlenceli takımıydı. Lakers'ın şalteri attığında nasıl oynadığını herkes biliyordu. Peki, şalterleri bu kez de atacak mıydı?

Rick Fox (forvet, Lakers): Üst üste iki kez şampiyon olmuşsanız, özgüveniniz yükseliyor, kendinizi bireysel anlamda çok iyi hissediyorsunuz. Takım olarak da uzun zamandır pohpohlanmış oluyorsunuz. O yanıltıcı havaya inanmaya başlıyorsunuz.

Mark Heisler (NBA yazarı, Los Angeles Times): Shaquille ilk şampiyonluktan oldukça kilolu dönmüştü. İkinciyi kazandıktan sonra 130 kilo döneceğini söylüyordu. Döndüğünde neredeyse 180 kiloydu. 160-170 kilo arasında olduğu kesindi. Bütün yıl form tutmak için oynadı.

Phil Jackson (koç, Lakers): Shaq'ın ayak parmağında bir sorun vardı, zaten sonraki yaz ya da kış oradan ameliyat oldu.

Jim Gray(kenar muhabiri, NBC): Kobe'yle Shaq -hemfikir olmayı bırakın- bambaşka düşünce yapılarına sahiptiler.

Jim Celamons (yardımcı koç, Lakers): Yeterli oyunculara ve tecrübeli liderliğe sahiptik. Kobe'ye mahkûm değildik. Kobe topun peşinde koşup kontrolden çıkmaya başladığında tecrübeli oyuncularımız onu zapt etmek için öne çıkıyor "Hey, burada bir takım gibi oynamaya çalışıyoruz. Senin de sıran gelecek" diyebiliyordu.

Phil Jackson: Kadromuzda birkaç eksik vardı. Biraz para harcamamız gerekiyordu, ligin yeni oyuncu anlaşmasına da uymak zorundaydık. Robert Horry kilosuna rağmen uzun forvet pozisyonunun yükünü çekiyordu ve iyi bir yedeğimiz de yoktu. Shaq için de iyi bir yedeğimiz yoktu.

Cleamons: Horry 4 numarada bizim için bir silah haline geldi. O günlerin "strech forvetiydi." Uzunlar onu savunmak için dışarı çıkmaz, bu sayede Rob potayı rahatça görebilir ve topu Shaq'a indirmemiz için bize sahayı açardı.

Kurt Rambis (yardımcı koç, Lakers): Her normal sezon maçını önemliymiş gibi oynamak, sezonu bitirecek enerjiyi toplamak, iyi bir play-off sırası almak ve sonrası için fiziksel olarak hazır olmak... Potansiyel rehavet düşünüldüğünde bunlar çok zor işler.

Phil Jackson: Sacramento, Pasifik'i kazandı. Onları play-off'ta iki kere yendiğimizden rehavet içindeydik.

J.A. Adande (köşe yazarı, Los Angeles Times): Kings daha iyi bir sezon geçirmişti. Ev sahibi avantajı, daha çok yetenek ve tehdit onlardaydı. Bütün kadroları, baştan aşağı daha iyiydi. Lakers'da Kobe ve Shaq kendini şutunu yaratabilecek kimse yoktu.

Chucky Brown (forvet, Kings): Kobe'den korkmuyorduk. Doug [Christie] onu kimsenin zorlamadığı kadar zorluyordu. Üstüne iki kişi yollamayacaktık. Vlade'nin Shaq'la eşleşebileceğini düşünüyorduk. Shaq daha güçlü ve iri olsa da Vlade de tilki gibiydi.

Scot Pollard (pivot, Kings): Motorcu çetesi gibi takılan oyuncularımız vardı. Avrupalılar vardı. İngilizce konuşamayanlar, konuşmak istemeyenler vardı. Benim gibi bilmemne gezegeninden gelmiş olanlar vardı.

Scott Howard-Cooper (NBA yazarı, Sacramento Bee): Rick Adelman'ın fazla sıkıcı ve resmi bir adam olduğunu söyleyen tüm yorumlara rağmen koç olarak en büyük yeteneği takımlarının farklı bir kişiliğe bürünmesine izin vermesi ve onları rahat bırakması olmuştur.

Doug Christie (guard, Kings): Takımda 1'den 5'e kadar herkes topu sürebiliyor, pas ve şut atabiliyor, ikili oyun ve perdeden anlıyor, kat yapmasını biliyordu. Böyle beş adam parkedeyse neredeyse All-Star takımı gibi oynuyordunuz.

Pete Carill (Princeton hücumunun ustası ve Kings'te yardımcı koç): Lig çevrelerinde Webber'in Sacramento'ya gelmek istemediği konuşulmuştu, doğru olmadığı ortaya çıktı. 1999 yılında ilk kez genel menajer Geoff Petrie'nin harcayabileceği bir miktar para vardı. Rick'e geldi ve dedi ki: "Elimizdeki bütün parayı vermeye razıysan Vlade Divac'ı buraya getirebilirim."

Rick Adelman (koç, Kings): Her zaman yüksek post'ta pas yapan bir takım olmak istedik. Elinizde Chris ve Vlade gibi iki pasör varken, böyle bir plan izlemek çok mantıklı.

Carill: Perdenin arkasından geçebilir ya da kullanmayıp alçak post'taki adamınızla 2'ye 2 oynayabilirsiniz. Pası atmazsa geriye çekilir, şutu gönderir. Ters tarafa dönebilir, seti baştan oynar, bu kez ters taraftan çabuk bir perde alabilirsiniz: gayet etkili. Ve Webber menzilindeyse bol bol şut sokabilir. Pasörlüğünün yanında şutları da güçlü yanlarındandı.

Peja Stojakovic (forvet, Kings): Sahada direkt Chris ve Vlade'ye giderdik. Onlar resmen bizim oyun kurucularımızdı.

Vlade Divac (pivot, Kings): Chris oynama şansını bulduğum en iyi oyunculardandı. Akıllı ve özveriliydi, etrafındakilerin oyununu yükseltirdi. Takımın gerçek lideri oydu.


Pollard: Herkes Divac'ı örnek alıyordu. Herkes onu seviyordu ve parkede sezgileri çok iyiydi. Herkesi nasıl savunacağını, ritimlerini nasıl bozacağını iyi bilirdi.

Mike Bibby (guard, Kings): O takım oynadığım açık ara en iyisiydi. Gerçekten eğlenceliydi. Bana basketbolu sevmeyi ve oynarken eğlenmeyi öğrettiler.

Christie: Antrenmanlarda sürekli olarak pas, kat yapma ve şut çalışırdık. Sahaya çıktığımızda zaten hazır olurduk. Oyunumuz akıcı ve istikrarlıydı. Makine gibi işlerdi.

Hidayet Türkoğlu (forvet, Kings): Ligdeki ikinci yılımdı ve bu takımın parçası olduğum için çok mutluydum. Avrupa'dan gelip uyum sağlamaya çalışmaktan memnundum. Kimyamız inanılmazdı, bütün takım ve antrenörlerin bağları kuvvetliydi. Bu sayede başarılı olabildik.

Adelman: Geoff Petrie'nin yıllar içerisinde kurduğu kadroyla buralara geldik. Bir gecede işleri değiştiremezsiniz. Bunu yıllar içinde başardık.

Pollard: Başka bir koçla bu kadar başarılı olamazdık. Zaman zaman odaklanamadığımız ya da işleri çok ciddiye aldığımız oluyordu. Adelman’ın dengesi takımın yükseliş ve düşüşlerinde hepimize yardımcı oldu. Kendine özgü bir adamdı, bazen bir maçı kaybederdik ve moralimiz çok bozuk olurdu. Bunu o da anlar, hayal kırıklığımızı görürdü. Bizi kendimize getirmek deli gibi antrenman yaptırmazdı.

Christie: Takımda olup biteni anlama konusunda çok iyi sezgileri vardı. İki gün üst üste maç yaptıysak asla sonraki gün antrenman olmazdı.

Divac: Saha içi ve dışındaki kimyamız olağanüstüydü. Başarımızın püf noktası buydu. Parkede çok iyi bir takımdık ama dışarıda da çok eğlenirdik. O takımın parçası olmak müthiş bir mutluluktu. Restoranlara, kulüplere gider, aile partileri düzenlerdik. Gerçek bir takım gibi hareket ederdik.

Christie: Sahada çok eğlenirdik ama saha dışında daha da fazla eğlenirdik. Sanırım bizi özel yapan bu oldu. Bazen altı ya da 10 sayı geride olurduk. Önemli değildi. Her zaman geri dönebileceğimizi düşünürdük. Herkes "Kings ev sahibi avantajını aldı" deyip duruyordu. Bizim için bunun bir önemi yoktu. Çünkü her takımı, her zaman, her yerde yenebileceğimizi biliyorduk.

Divac: Genelde ev sahibi avantajını almak için en iyi oyununuzu oynarsınız. Bizimse umurumuzda değildi. Herkesi yenebileceğimizi biliyorduk.

Gray: NBA'deki izlemesi en eğlenceli takım onlardı. Rakipleri yoktu.

Divac: ABD dışından bir sürü hayranımız vardı. Tokyo'da Minnesota'yla oynadığımızda o kadar çok Sacramento destekçisi vardı ki inanamamıştık.

Steve Cohn (belediye meclisi üyesi, Sacramento): Şehirde basketbol hakkında fikri olmayan insanlar sporu tam anlamıyla kucakladılar.

Adande: Doğu Konferansı o yıl tam anlamıyla bir hiçti. Dallas ve Sacramento iyi basketbol oynuyordu. Lakers eğlenceli ya da heyecan verici bir takım sayılmazdı. En iyi takım onlardı ama böyle olmak için topu Shaq'a indirmelerinden başka bir şey gerekmiyordu.

Geoff Petrie (genel menajer, Sacramento): Sacramento özveri ve dayanışmaya dayanan oyunuyla sadece Amerikan basketbol severlerin değil tüm dünyadaki izleyicilerin sevgisini kazanmış bir takımdı. O dönemin dünya çapında en çok sevilen takımlarındandı.

Ailene Voisin (spor muhabiri, Sacramento Bee): Uluslararasıydılar. Tatile gittiğim yerlerde dünyanın her tarafından birçok insanın ilk 5'i sayabildiğini hatırlıyorum.

Jerry Reynolds (yönetici, Kings): Deplasmana gittiğimizde, Jordan'lı Bulls nasıl karşılanıyorsa öyle bir hava olurdu. Bir rock grubu gibiydik. Gecenin ikisinde Chicago indiğimizde, yemek yediğimiz restoranın kapısında onlarca insan imza için beklerdi. Kings tarihinde daha önce böyle bir şey yoktu. O tarihten bu yana da olmadı.

II. Üçleme Şekilleniyor 

BİRİNCİ MAÇ, 18 MAYIS 2002

Kings-Lakers'ın play-off üçlemesinin üçüncü bölümü git gide daha da olası gözükmeye başladıkça, basketbol severler üçüncü perdenin "Thrilla in Manila'yı" andırmasını umuyordu. Acımasız bir savaşın temelleri atılıyordu. Lakers 2000 Play-off'unda ilk turda 2-0 öne geçince Sacramento'ya varmadan seriyi bitirdiklerini düşündü. Deplasmana geldiklerinde, Sacramentolular maç öncesi etkinliklerinde Lakers formaları yaktı, üçüncü ve dördüncü maçı kazanıp beşincide seriyi kaybettiler. Kings hissedarı Joe Maloof, medyaya "kendini beğenmiş" Phil Jackson'ın Sacramento maçları kazanırken "köşesinde sinip kaldığını" söylüyordu. Böylece ilk taş atılmış oldu. Jackson maç videolarını filmlere benzetmeyi pek seviyordu ve dediğine göre bir keresinde o zaman Kings'in oyun kurucusu olan Jason Williams'ı American History X'de Edward Norton'ın oynadığı karaktere benzetmişti ve başka bir sefer de Rick Adelman'ı Adolf Hitler'le karıştırmıştı. Bu sözler Kings'i deli etti ve Adelman'a  "Jackson sanırım biraz çizgiyi aşıyor" dedirtti. Jackson'ın işi daha bitmemişti, Sacramento için söylediği "ücra bir kasaba gibi" sözleriyle tüm şehri karşısına aldı. Hepsi bu da değildi: "Ben Puerto Riko'da da koçluk yaptım, deplasmanda kazanırsanız taraftarlar araba tekerlerinizi yarar, sizi taşla şehirden kovalarken arabanızın camlarını kırardı. Burası belki tamamen farklı bir çevre belki ama... Sonuçta tam olarak medenileşmemiş Sacramentolulardan söz ediyoruz. Oradaki insanlar bir çeşit redneck falan olabilir. " Lakers, 2001 play-off'unda Kings'in ilk turu geçmeyi kutlamasıyla dalga geçti, Shaq Divac'ın savunma yöntemleriyle kafa buldu ve Lakers rakibini rahatça süpürdü. Potansiyel bir rakip olarak Kings'in üstünü çizdikleri düşünülüyordu ama daha hikâye yeni başlıyordu. 2002 yılında, Fox'un şimdi itiraf ettiği gibi "gerçek bir rekabet ortamı vardı."

Howard Beck (Lakers muhabiri, Los Angeles Daily News): İşin o kısmı müthiş bir şovdu. Shaq'ın ya da Phil Jackson'ın her gün Kings'le, taraftarıyla ya da şehirle uğraşabileceğini biliyorduk. Sadece onlar da değil, Rick Fox'ın da Kings'in korkaklığı hakkında konuştuğunu hatırlıyorum.

Christie: Bence 2000'de ilk kez karşılarına çıktığımızda, tehlikeyi sezdiler. Onları zorlayacağımızı hissettiler ve o dönem onlarla yarışabilen kimse yoktu, Spurs bile onlarla bizim gibi çekişemedi.



Adande: Phil'in medyaya söyledikleri, parkedeki oyun kadar eğlenceliydi.

Mark Madsen (forvet, Lakers): Kendi kendime "Vay be, Phil şaibeli laflar etmekten hiç çekinmiyor" dediğimi hatırlıyorum.

Beck: Phil'in hakaret etmediği çok az NBA şehri vardı. Orlando'ya plastik dedi. San Antonio'daki River Walk'la dalga geçti. Spurs'ün lokavt sezonunda kazandığı şampiyonluğa asteriks koyulmasını önerdi. Bu tür işler Phil'in doğasında vardı. Bunları yapmayı seviyordu.

Phil Jackson: Sacramento'da bizim bench'e yakın oturan birkaç adam vardı, aramızda komik bir ilişki oluşmuştu. İnek çanı getirirlerdi. Amfiye bağlanmış elektrikli bir çan getirip gürültü çıkarırlardı. Molalarda bile salon çok gürültülü olurdu. Takımı bench'den uzaklaştırıp konuşmak zorunda kalırdım. Dikkatleri Shaq'tan çekmenin, oyuncuları rahatsız edilmekten korumanın bir yolunu bulmaya çalışırdım. Ama gayet eğlenceli bir ortamdı. Sacramentolular da eğleniyordu.

Gary Gerould (radyo spikeri, Kings): Bence "kibir" onları tanımlamak için en doğru kelime ve geçmişte yaptıklarıyla da bunu kanıtlıyorlar. Bunda da kızılacak bir şey yok.  Siz "Onlar daha güçlü" diyorsunuz. Onlar hep buradaydılar. Her şeyi yaptılar. Şampiyonluklar kazandılar. Yüzükler aldılar. Caka sattılar. Yetenek onlardaydı. İyi olan onlardı. Bunu zaten biliyorlar.

Christie: Bunu kafaya taktığımızı söyleyemem. Birbirimize sahada karşı karşıyayken bu adamlarla mücadele eder ve onları büyük olasılıkla yeneriz diyorduk. Şimdi dönüp baktığımda, diyorum ki keşke bunu kafaya taksaydık. Zeki oyuncularımız vardı, kendi oyunumuzu oynayıp yine işimizi yapar ve bu sırada kendimize fazladan bir avantaj sağlayabilirdik. Ama tabii Zen Master'ı karşımıza almış olurduk.

Devean George (forvet, Lakers): Zayıf taraflarımızı saklayıp rakibin eksikliklerini ortaya sermekteki başarısı Phil'i usta bir koç yapıyor. Medyayı nasıl kontrol edeceğini ve dikkatleri nasıl dağıtacağını çok iyi biliyor. Gerçekten istediği şeyleri saklamakta çok başarılı biri.

Grant Napear (maç anonsçusu, Kings): Olan bitenin oyuncuları rahatsız ettiğine eminim. Kings oyuncularının rahatsız olduğunu net biçimde hatırlıyorum. Bütün şehir kesinlikle çıldırmış durumdaydı.

Howard-Cooper: Açıklamalar onları açıklanamaz bir biçimde delirtti. Phil ne yaptığını çok iyi biliyordu. Sacramento'nun basketbol konusunda Lakers'a karşı büyük bir aşağılık kompleksi vardı, şehirler düşünüldüğünde de San Francisco ile Los Angeles arasında az da olsa böyle bir durum söz konusuydu. İki büyük şehir… Phil bunu kolaylıkla anladı ve amacı bunu kaşımaktı. Sacramento'nun insanlarına karşı olumsuz bir fikri olduğunu sanmıyorum ama bence suyu bulandırmayı, insanlara bulaşmayı seviyordu.

Elston Turner (yardımcı koç, Kings): Bizim için öç alma vakti gelmişti.

Robert Horry (forvet, Lakers): Sahip olduklarımıza göz dikmişlerdi. Aramızda en çok havaya giren Rick oldu. Meseleyi gerçekten kişisel almıştı. İşin komik tarafı buydu. Çoğumuz için ise sadece özel bir şeyler yapmaya çalışmak önemliydi.

Gerould: Rekabet, Kuzey California'daki Kings taraftarlarını iyice gaza getirmişti. Lakers'ı yenmek, ister hazırlık kampında ister başka zaman, Sacramento'ya göre her zaman iyi bir şeydi.

Howard-Cooper: Malooflar'ın alakalı olduğu herhangi bir şey duygusal olmak zorundadır. Takım sahipleri amigo gibiydi.  Bazen kenarda oturmaya dayanamadıklarından potanın orada ayakta dururlardı. Kaybettiklerinde çok üzülürlerdi. Lakers'ın sahibi Jerry Buss, Staples'da sahadan metrelerce uzakta, görülemeyeceği bir yerde olurdu. Aradaki zıtlığın göstergelerinden biri buydu.

Pollard: Gerçek rekabetler birbirleriyle çok oynayan takımlar arasında oluşur. Bittiğindeyse dönüp bakıyorsun ve kendine şöyle diyorsun: Bu adamdan nefret etmiştim. Çünkü takım arkadaşım olsa harika olurdu. Shaq'a karşı oynamak istemiyordum. Shaq'la beraber oynamak istiyordum ama o zamanki görevim onu olabildiğince yavaşlatmak, hırpalamaktı. Elimden geleni yaptım.

Fox: Üçüncü yıla kadar pek dikkatimizi çektiklerini söyleyemem. Onlara gerçek bir saygı duyuyorduk ama göstermiyorduk. Duygu ve yetenek bağlamında en büyük düşmanımız onlardı.


Kings, bütün sezon kazanmak için uğraştığı ev sahibi avantajını 2002 Batı finalinin ilk maçında üç saat içinde kaybetti. Lakers ilk çeyreğini 36-22 önde bitirdiği maçın sonunda 106-99'la üst üste 12'nci deplasman galibiyetini aldı. Kobe ve Shaq 56 sayıyla Webber'ın sağlam performansını bertaraf etti.



Mike Breen (maç spikeri, NBC): Vaay. Lakers'ı hafife almışız dedirten bir maçtı. Herkes Bu Sacramento'nun yılı coşkusundan bir anda çıktı. Öyle kolay olmayacaktı.

Horry: İlk maçı kazanırsanız rakibinizin aklına acaba yapabilecek miyiz diyen o şüpheyi sokarsınız.  İlk maçta çıkıp darbeyi vurmak her zaman iyidir.

Brown: İlk maç fiziksel sertliği açısından şaşırtıcıydı. Lakers bizi gerçekten zorlamıştı. Atmosferin böyle olacağını anlayamamıştık galiba.

Pollard: Hep birlikte kötü olduğumuz günlerden biriydi ve şöyle düşünüyorduk Beyler, uyanın. Ligde en iyi galibiyet yüzdesini aldık diye bize şampiyonluğu hediye edecek değiller.

Napear:  Ben işin burada bittiğini düşünmüştüm. Sadece Batı'da değil, ligde de bir numara olmak için çok fazla çalışmıştık ve ilk maçta can düşmanımıza kaybediyorduk. Bir şeyler ters gidiyordu.

Orj: grantland.com

Hayır


Çok şey yazıldı bügüne kadar, çok şey söylendi. Geneli de boş lakırdılardı, ticari kaygısı olan şeyler veya birer pr yöntemiydiler. Tüm bunlardan bağımsız her şeyden -belki- alakasız bir yazı yazmak istedim gezi hakkında. Yıldönümünde. Her şeyin başladığı ve her şeyin bir anlamda değiştiği günde. 31 Mayıs'ta.

Gezi Parkı'na hayatımda ilk defa 1 Haziran günü polisi geri çekilmeye zorladığımız gün girmiştim, açıkçası yanından çoğu kez geçtiğim bu yeşil yer(?) hakkında ''ulan bir girsem mi içeri'' diye düşündüğüm hiç olmamıştı bir doğma büyüme -her ne kadar orjini doğu olsa da- istanbullu olarak. Durum böyle olunca ve çevreye/doğaya karşı duyarlılığım ''kardeşim apartmanın önüne çöp atmayın'' seviyesinde olunca açıkçası umursamamıştım Gezi Parkı'nın yıkılmasını. Taksim'e her gidişimizde metrodan çıkışımızda bana verilmeye çalışılan bildirilerden hiçbirini açıp okuma zahmetine bile girişmemiştim. Umrumda değildi Gezi Parkı ya da doğa, her neyse işte. Hem nasıl umrumda olsundu ki? Doğduğu günden beri doğayla mücadele eden; yazdan, kıştan; güneşten, yağmurdan, kardan; ağaçtan, ormandan nefret eden ya da nefret edilmeye zorlanan biriydim. Hala da öyle duyarlı bir insan sayılmam bu tip konulara karşı. O gün bize bildiri vermeye çalışan Taksim Dayanışmasındaki insanları bugün görsem öperim, sayarım. Bir yerde çay ısmarlama girişiminde bile bulunurum. Çünkü onlar sayesinde insan olduğumuzu hatırladık. Çünkü onlar sayesinde ''dirildik''.

Olayların tarihçesi, kronolojik sıralaması veyahut kimin nerede ne yaptığını yazıp; çadır yakan zabıtaları, biber gazı sıkan insan konsantrelerinin marifetlerinden bahsetmek herkesin yaptığı/yapmaya çalıştığı bir şeydi gezi sonrasında. Ben de yapardım da, inanın aklımda değil önce çadırı kimin yaktığı, polisi kitap okuyarak kimin tahrik ettiği veya polise karanfil atarak kimin saldırdığı. 31 Mayıs günü meşhur kırmızılı kadın(replikası hala kitaplığımda yer alır) mevzusu ve çadır yakma olaylarını izleyince kanım donmuştu, sinirlenmiştim. Sinirlenmemin sebebi hem bunları yapan insan müsvetteleriydi hem de çaresizliğimdi. ''Ne yapabilirim ki'' diye düşünmekten kafayı sıyırıp ertesi gün Taksim'e gitmeyi kararı almam 5 saniye falan sürdü ama dünya'nın en uzun 5 saniyesi. İnsan sinirli olunca zaman geçmiyor.


Pasif direnişten aktif direnişe geçiş dönemim civardaki en büyük süpermarkete gidip çantamı sirke, limon ve suyla doldurmaktı. Arkadaşlar da sağ olsun yardımcı oldular ve yola koyulduk. Metrobüsle gidiyorduk Gezi'ye. Taksim'e. Devlet'e karşı devlet'le işbirliği yapmış gibi olmak bu olsa gerekti. Genelde futbol mücadelelerinden önce kullandığımız kalıp şimdi bizim için direniş sloganıydı. ''METROBÜSLE GELİYORUZ''. Tabii direkt metrobüsle gitmek imkansızdı. Okmeydanı'ndan itibaren her yer polis doluydu. Biz de mecburen Kabataş'tan Tophane'ye geçip oradan Taksim'e varmayı hedefledik. Bu sırada alanda bulunan arkadaşlarım ''şuraya gelme, burada bizi sıkıştırdılar'' gibisinden mesajlar atıyorlardı. Tophane'den yukarıya çıkmak bizim için korkutucuydu. Kaç senelik Tophane, biri bi' şey anlasa zaten siki tutmuştuk. Allah'tan kimse bir şey anlamadan Galata'nın arka sokaklarına varabilmiştik dolambaç çizerekten. Derken elemanın teki bizi durdu. Hafif bir tırsmamızın ardından bize nereye gittiğimizi sordu. Anlattık derdimizi direnişe gidiyoruz dedik. ''Tünel'e gidin orası biraz daha rahat, lise'nin ordan vuruyorlar'' önerisini dinledikten sonra eyvallah çekip yolumuza devam ettik. Gerisi bolca gözyaşılı, dumanlı, sirkeli ve talcidliydi.

İnsan biber gazını ilk yediğinde enteresan bir halet-i ruhiyeye bürünüyor. O an burnunu kırıp gözlerini yerinden çıkarasın geliyor sonradan alışsan da ilk yiyiş ayrı bir enteresan. Sevgili'ye ilk öpücük, ilk seks gibi. Hep o randımanı arıyosun. Talcid'le tanışmamız ise daha enteresandı. Bir ''arkadaşlar yavaş yavaş. koşmayın, sakin oluuun'' anında oldu. İyi de oldu, resmen hızır gibi yetişti yardımımıza biber gazını yedikten hemen sonra, sığındığımız bir butikin içinde. TOMA geri çekilince butik sahibine teşekkür edip çıktık. Sonrasında bir kördüğüm halinde polisle olan savaş devam etti. Bir ileri, bir geri. 3-4 saat rahat süren bu hengamenin ardından mola verdiğimizde, alanda rastlaştığımız tanıdıklarla ''abi biber gazı atmıyorlar. bu başka bişiy, portakal gazı'' muhabbetini çeviriyoduk ki... Derken geri çekilmek zorunda kaldılar ve park halkın oldu. Gezi düşmüştü, Gezi artık halkındı, Gezi bizimdi.


Parkta çok tanıdık vardı. Eski sevgililer, gelecekteki sevgililer, okuldan arkadaşlar, mahalleden arkadaşlar. Eee herkes buradaymış modunun ardından çimenlere yığılış... Yorgunduk ama mücadele altta hala devam ediyordu. Dolmabahçe'ye inerken gördük onu da, polis oradan da defedelince koskocaman bir ÇARŞI pankartı açıldığında yorgunlukla karışık bir rahatlık sardı. Fenerlisi ile Galatasaraylısı ile SİYAH-BEYAZ EN BÜYÜK BEŞİKTAŞ diye bağırdık. Enteresan bir deneyimdi, üzerinde Fener forması olan adamın en büyük Beşiktaş demesi ileride her ne kadar sinir bozucu bir hale gelse de o an için müthişti, benim açımdan daha ötesi gurur okşayıcıydı.

Gezi'ye ertesi günkü ziyaretimiz biraz beni şaşırtmıştı orada gördüklerimden dolayı. Resmen okuduğumuz o sikik ütopyaların içindeydik. İstediğini gidip alıyor, istediğini gidip okuyor kısacası her istediğini yapıyordu oradaki güruh. Allahım devrim yoksa devrim böyle bir şey miydi? Tadı şu an hala damağımızda olan şey belki devrimdi evet ama böyle gitmeyeceğini biliyor gibiydik. Sustuk, konuşmadık. Çimlere uzanıp kitap okumaya devam ettik. Sonuçta barikatlar sağlamdı ya da biz öyle düşündük. En azından beynimizdeki barikatlar artık daha sağlamdı.Karpuzcu tezgahtaki son karpuzu kesiyordu.

Tüm bunlar yaşanırken maymunlar cehennemi'nde muz satılıyordu anti gezi çevresinde. Satıcı belliydi başbakan. Kapış kapış gidiyordu söylemleri. Camii'ye ayakkabıyla mı girilmedi, Camii'de bira mı içilmedi, Kabataş'ta türbanlı bacısı mı dövülmedi... Dedi de dedi, ee alıcı da istekli olunca satışlar patladı gitti. Ateist olduk, faiz lobisi olduk, dış güçlerin uşağı olduk. Ulan biriniz de çıkıp dediniz mi sen niye faiz lobisinin uşağı oldun? Belki gelir sen de bize katılırdın. O muzlardan daha sonra çıkacak böceklerin seni yiyip bitirmeyeceği ne malum? Bunlar işin bonusu, çok gülen çok ağlar misali. Ağlattık, kanattık, korkuttuk. Bunları yaparken biz de ağladık, kanadık ama korkmadık. Siner gibi olduk ''yok abi bunu da yapamazlar'' dediğimiz her şeyi yaptılar ama geri adım atmadık. Mahalle raconunu sindirmiş son kuşaklardan biri olarak ''R yapmadık''.


Derken o son günler. Gitar çalan arkadaşımızın etrafında oturup onun söylediği sikik, rezil şarkılara eşlik ediyorduk. Cırtlak sesli solcu hatun 20 gündür havuzun oradaki sahne minvalindeki tümsekte son kez ''her yer taksim, her yer direniş'' diye bağırıyordu. LGBT ise ''ibneyiz ama dönmeyiz'' tezahüratını yüzüncü kez tekrarlıyordu. Seyyar satıcılar ellerinde kalan son ürünleri satmanın derdindeydi. Kürtler dışarıda halay çekiyorlardı, kendi bayraklarının önünde. Kendilerinden rahatsız olanlara inat kimseye rahatsızlık vermeden. Birçok kişi ise içkinin, ortamın, yanındaki kadının keyfini çıkarıyordu. Demokrasi insanın kendi sırtına çıkacak kişiyi belirlemesidir diyordu birisi, sırt mı başka bir şey mi kestiremiyordum artık. 19 yaşında her sistemin defosunu bulmaktan her şeyi eleştirmekten yorgun düşmüş birisine ''aga kal bu gece de burada'' diyordu arkadaşlarım. Ben ise kalktım ''yarına final var'' dedim. Kaçtım oradan, huzursuzdum. Slogan atan hatunun bile sesi kısılmıştı. İnsanlar yavaş yavaş gezi'yi de tüketmişti. Çıktım parktan ilerledim metroya doğru, akm'ye son kez baktım. Daha dün gibi çarşı'nın gelişi, meşalelerin yakılışı insanların coşkusu. Herkesin Beşiktaş diye bağırışı. Sabah ise coşku yoktu. Bir tiyatro oyunu, başrolde devlet. Sahne sadece iskeleti bırakılan akm'nin önü. Park düşmemişti ama 2-3 gün sonra Gezi Parkı, insanların gezmesinin yasaklandığı bir yerdi. Devlet, iktidar gibi kavramlar hepten uçmuştu kafamdan. Platon görse beni mezar taşına ''sikeyim böyle ülkeyi'' yazdırırdı.


Gezi'den arda kalanlara baktığımda ilk gördüğüm Ali İsmail, Berkin, Ethem ve diğerleri. Devlet kanlı yüzünü yıllarca doğu'da sergilerken biz batı'da olanlar dönüp bakmaya tenezzül etmiyorduk. Şimdi o devlet namluyu bize doğrultmuştu. Anladık, empati kurduk, hak verdik. Verdiğimiz kayıplar 1977'de 1 Mayıs'ı kutlarken katledilenlerden 26, 1991'de Mardin'deki Newroz'u kutlamak isteyip katledilen insnaların sayısından ise 23 eksikti ama yine de ciğerimizi yakmaya yetti hepsi. Bazı şeyleri elde edebilmek için fedakarlık yapmak gerekiyordu. Biliyorduk ama görmemiştik. Tanışıklığımız acı oldu. Ha unutmadan diğer bazı şeyleri elde edebilmek içinse babanızın başbakan olması yetiyor. Besin zincirinin en dibinde yer almak zorluyor her ne kadar ateş düştüğü yeri yaksa da dumanı bizi de boğuyor ama dağılacak o duman elbet. Ezilenlerin umudu iktidarı devirecek ve talih ilk kez bize de gülecek.

The Book of Basketball #5


Başlamadan: 

~

Isiah’la o gün konuştuğumda, o Pistons takımlarına düşkünlüğü neredeyse sekiz adım önümdeki apaçık ve hayat dolu meme uçları kadar fark ediliyordu. Bu beni şaşırtmadı. ‘88 Finalleri’nin 6. maçını ESPN’den Dan Patrick’le beraber izlediği zaman ben de bunun onun NBA’in Greatest Games serisine(18) ilk çıktığı zaman olduğunu hatırladım. ’88 Lakers’ı şutlarını dripling üzerinden bulan oyun kurucularla baş edemiyordu, ki ilk turda Sleepy Floyd’un 33 sayılık efsanevi tek çeyreklik oyununa(19) tanık oluşumuz bunu onaylıyordu. Eğer Sleepy gibi biri bile onlara bu denli zorluk çıkardıysa, ilk şampiyonluğuna bir maç uzaklıktaki Isiah Lord Thomas III’e karşı ne duruma düşeceklerini sadece hayal edebilirdiniz. The Forum’da üçüncü çeyrekte kan kokusu almaya başladığında saçmasapan bir dizi şut sıralayarak üst üste 14 sayı gönderdi, One on One’ın son sahnesindeki en iyi Robby Benson taklidini yapıyordu.* Hemen sonra Michael Cooper’ın ayağına bastı ve bir yığın şeklinde yere devrildi. Zavallı Isiah kalkmayı deniyordu fakat bacağı onu desteklemiyordu, zeminde kalmaya devam ediyordu. O an, bir at yarışında atın sakatlanması ve sakatlık sonrası hareketini kesmeden, ama bacağından da destek alamadan acı çekerek koşmaya devam etmesini izlemek kadar rahatsız ediciydi. Hayatında bir kez bile basketbol oynamış herkes bilek sakatlığının o ilk anki acısını bilir: Leatherface’in zincirli testeresini iki bacak aranıza doğru savurması gibi bir şeydir. Fena halde burkulmuş bir bilekle oyuna dönemezdiniz. Isiah parke dışına çıkacak kadar bile yürüyemiyordu. Bench yardıma gelmeden önce yaklaşık doksan saniye boyunca ayağa kalkamadı. Pratikte Detroit’in şampiyonluk umutlarının gözden kaybolduğunu görebiliyordunuz.

Ama Isiah sakatlığının onu raydan çıkarmasına izin vermedi. Alt dudağını sanki bir tomar tütünmüşçesine çiğneyerek acısını bastırdı. Lakers farkı kendi lehine sekize çıkardığında Isiah topallayarak oyuna geri döndü. Adrenalinle doluydu ve bileği şişmeden Detroit’in şampiyonluğunu kurtarmayı deniyordu çaresizce. Tek ayak üzerinde bir basket gönderdi. Cooper’ın üzerinden dengesiz bir panyalı basket buldu, faulü de aldı ve neredeyse ilk sıradaki taraftarların önüne doğru serildi. Uzun bir üçlük yolladı. Kulvar koşarak turnikeyle hızlı hücum bitirdi. Çeyreğin son saniyeleri geçilirken ona Finaller’in bir çeyrekte bir oyuncunun attığı en fazla skoru olan 25. sayısını verecek ve Detroit’in yeniden öne geçmesini sağlayacak, köşeden 22-footer’lık dönerek attığı şutta -kesinlikle rezil bir şut- isabet buldu. Bu artık tanrılar seviyesinde bir işti, kazan ya da kaybet. CBS reklama gitmeye hazırlanırken yukarıda yazdığım turnikenin tekrarını slow-motion halinde gösterdi: Isiah o harap olmuş bileğiyle momentumunu durduramayacak durumdaydı, potanın altındaki fotoğrafçılara çarpıyordu, ve takım arkadaşları bench’te bağırışırken bir cesaretle hızla sekip ayağa kalkıyor ve oyuna dönüyordu. Goosebump ölçeğinde bu yaklaşık 9.8 puan ederdi. Biz her zaman Willis Reed’in Lakers’a karşı yedinci maçtaki cameo’sunu** ve ’88 World Series’te Gibson’ın Eckersley’nin topunu tribüne yollayarak homerun yapmasını*** duyuyoruz. Pistons o maçı (ve o seriyi) kaybettiği için bir şekilde Isiah’ın 25 sayılık çeyreği bu karışıklıkta kayboluyor.(20) Kulağa biraz haksızca geliyor. Kimse Isiah Thomas’tan daha kahraman değildi. Geçmişe bakarsak, belki de onun en büyük sorunu buydu: belki o biraz fazla umursuyordu. Eğer bu mümkünse tabii. Aslında, bu kesinlikle mümkün. Çünkü ESPN üçüncü çeyreğin yeniden yayınını bitirdiğinde stüdyoya döndü ve Isiah Thomas ağlıyordu. Daha önce bunu hiç izlememişti. Kaldıramadı.

Takip eden süreç nefes kesici. Şunu bilin ki ben bütün programları izledim. Bütün Sports Century, bütün Beyond the Glory, bütün HBO belgeselleri, her şeyi, hepsini silip süpürdüm. Ve Cooz’un (Bob Cousy) Bill Russell’ın Sports Century belgeselini izlerken yıkılması istisnası dışında hiçbir sahne Patrick’in 6. maç hakkında sorduğu şu basit soru anı ve sonrasına yaklaşamaz: “Neden seni bu kadar çok rahatsız ediyor?”

Kelimeler havada asılı kaldı. Isiah konuşamadı. Gözlerini ovuşturdu, sonunda istemsizce bir gülücük çıktı. Anılar üst üste geliyordu, bazısı iyi, bazısı kötü. Bunaldı. Sonunda şampiyonluk kalibresinde bir takımla oynamanın nasıl hissettirdiğini tanımladı.

“Ben sadece… Ben… Ben bunu hiç izlememiştim,” Isiah geveledi, gözlerini mendille sildi. “Siz… Sizler bunu anlayamazsınız.” Patrick hiçbir şey söylemedi. Akıllıca.

Isiah kendini toplamak için bir saniye kadar bekledi, sonra devam etti: “Bu tarz bir duygusal yoğunluk, bu tarz bir his, bu şekilde oynarken, ve biliyorsunuz ki siz gerçekten bunun için oradasınız… bunun için oradasınız. Kalbinizi koyuyorsunuz, ruhunuzu koyuyorsunuz, her şeyinizi koyuyorsunuz ve…”

Yeniden tıkandı. Toparlanmak için biraz daha bekledi.

“Bu sanki, geriye dönüp bakmak, takım olarak neler atlattığımızı bilmek, insanları, arkadaşlığı ve her şeyi… sadece anlayamazsınız.”

Yeniden gülümsedi. Tuhaf bir andı. Başka bir ifadeyle, bizi küçümsüyordu. Fakat haklıydı: Patrick gibi biri, veya ben, veya sen… hiçbirimizin bunu anlama ihtimali yoktu. Tam olarak, hayır.

Isiah devam ediyordu. Şimdi Patrick’in anlamasını istiyordu.

“Bilirsin, dediğin gibi, Dennis’i görmek, Dennis’in hali, Vinnie’yi görmek, Joe’yu, Bill’i, Chuck’u ve hepsiyle neler atlattığımızı ve ne için savaştığımızı bilmek… Demek istediğim, biz Lakers değildik, biz Celtics de değildik, biz sadece, biz hiç kimseydik. Biz lig içinde yolumuzu bulmaya çalışan, saygınlık kazanmak için savaşan, ve insanların bizim iyi bir takım olduğumuzu fark etmelerini sağlamak isteyen Detroit Pistons’tık. Biz sadece, onların bizim üzerimize yapıştırdığı şey değildik."

Patrick lafa karıştı: “Show Time değildiniz, Celts değildiniz, kimsenin hakkını vermediği bir takımdınız.”

“Evet,” dedi Isiah, başıyla onayladı. Şimdi biliyordu. Nasıl ifade edeceğini biliyordu. “Ve bunu görmek, bunu hissetmek, bu duygusal yoğunluktan geçmek, yani oyuncu olarak, işte bunun için oynuyorsunuz. Sizin hissetmek istediğiniz şey tam da bu. 12 adam bu şekilde bir araya geldiği zaman bu… bu…”

Doğru kelimeleri bulmakta zorlandı. Bulamadı. Sonrasında:

“Anlayamazsınız.”

Haklıydı. Anlayamazdık. Aslında tersyüz edersek, Isiah da tam olarak anlamamıştı. 2003’te Knicks’i devraldı, o Pistons takımlarından çıkaracağı dersleri önemsemekte başarısız oldu ve beş sene sonrasında görevinden alıkonuldu.(21) “Thomas Error” dönemindeki bütün bu anlaşılamaz şeylere baktığımızda sıfır playoff galibiyeti, cinsel taciz olayı, iki kayıp lotarya pick’i, dört yıl boyunca salary’de $90 milyon üstü ödeme, taraftarların MSG’nin içinde ve dışında sürekli protestosu açıklanamayan şey Thomas’ın Detroit takımlarında işleyen şeyleri tam olarak gözden kaçırmaya olan yatkınlığıydı. Nasıl olur da bu kadar anlayışlı bir oyuncu böylesine boş bir yöneticiye dönüşür? Nasıl olur da kimya ve özveri sayesinde iki kez kazanan bir insan, Knicks’i yeniden inşa ederken bu özelliklerini ihmal eder? Bir zamanlar Detroit, Thomas’a hücumda yardım edecek prototip bir pota altı uzunu bulamıyordu. GM Jack McCloskey, Thomas’ın etrafını akıllı bir hamleyle alışılmadık alçak post tehditi olan, efektif rol oyuncuları ve hızlı şutörlerle doldurdu. McCloskey hala Celtics’e veya Lakers’a karşı üstün olamadığını fark ettiği an, yönünü değiştirdi ve kurabileceği en sağlam, en atletik ve en esnek kadroyu kurdu. ’87 Playofflar’ı boyunca Detroit dokuz kez dibe düştü ama hepsinde de herkese cevap vermeyi başardı. Kağıt üstünde, 1983-93 dönemi arasındaki süper takımların en zayıfıydı. Fakat işte basketbolun olayı da bu: maçları kağıt üzerinde oynamıyorsunuz. Detroit iki şampiyonluğa el koydu, ikisini almaya da bir şekilde çok yaklaştı.

Yine, Isiah oradaydı. McCloskey’nin o unique takımı inşa etmesini izledi. İstatistik ve paradan çok basketbol olması gerektiğini, kazanmak ve kazanmaya devam etmek için oyuncularının rakamlardan feragat edip takımın iyiliği için mücadele etmesi gerektiğin biliyordu. Öyleyse neden franchise’ının kaderini Stephon Marbury’nin, ligdeki en bencil yıldızlardan birinin eline bıraktı? Niçin iki potansiyel lotarya pick’inden Curry (ribaunt ve blok kategorilerinde sıkıntılı ve ham bir oyuncu) için vazgeçti ve hatta ona değerinden fazla ödeyerek hatasını arttırdı? Neden sanki yüksek değerli bir fantasy takımı sahibiymişçesine kadroya sürekli yüksek kontratlı oyuncular ekledi? Onu Randolph ile Curry’nin yan yana oynayabileceğine inandıran şey neydi, veya Steve Francis ve Marbury’nin, veya hatta Marbury ve Jamal Crawford’un? Niye her hamlesinde salary cap’in dallanıp budaklanmasını görmezden geldi? Hiçbir anlamı yok. Adeta McCloskey’nin tersine dönüşmüştü. Ne zaman Isiah’ı Knicks’teki son sezonunda bench’te asık suratıyla, yüzünde çelik gibi “Bu işi asla bırakmayacağım, bu paradan asla vazgeçmeyeceğim, beni kovmaları gerekiyor.” maskesiyle otururken izlesem onu Curry-Randolph tandeminin işe yarayacağına tamamen ikna olmuş bir vaziyette Wynn’in havuz başında otururken hatırlıyorum. Nasıl olur da Sır’ı öğrenmiş bir insan yine de sıçıp batırabilir?

O zamandan bu yana o soruya takığım. Yıldan yıla, NBA karar merciilerinin yüzde doksanı Sır'ı reddetti veya birbirleriyle bunun pek de kayda değer bir şey olmadığı hakkında konuştular. Taraftarlar Sır'ı her seferinde göz ardı ettiler, ki belirgin bir gerçeğe dayandırırsak bu normal, biliyorsunuz ki bu bir sır. (Bu yüzden her on basketbol hayranının dokuzunun muhtemelen Shaquille O'Neal'ın Tim Duncan'dan daha iyi bir kariyere sahip olduğunu düşündüğü bir dünyada yaşıyoruz.) Basketbol hakkında genel bir entellektüellik eksiği olduğundan dolayı kimse Sır hakkında yazı yazmadı; şu son basketbol istatistiki merkezleri "devrimi" bile daha çok oyuncuları birbirleriyle takıma yaptıkları etki üzerinden değerlendirdiler. Şubat 2009'da Michael Lewis, New York Times'a Shane Battier'nin inkar edilemez değeri hakkında Moneyball benzeri bir yazı yazdı. Bir demet farklı anekdot ve ince dökümleri sıraladı, bir takım istatistiki veriler Battier'in savunmadaki efektifliğini hatta bir bütün olarak Rockets'a katkısını açıklıyordu, fakat tam anlamıyla elle tutulur değildi. (Buna karşın Lewis istemeden de olsa Sır'ın iki doğal sonucunu ortaya çıkarmıştı: bir, takım arkadaşlarınız kesinlikle otomatik olarak güvenmeniz gereken kişiler değildir çünkü her bir oyuncunun takım arkadaşının şutunda veya ribaundunda bencilce gözü vardır; ve iki, basketbol tüm sporlar arasında bunun çokça gerçekleştiği yegane spordur.) Galibiyetler, rakibin saha içi isabet yüzdeleri, artı/eksi değerleri, henüz üretilmemiş istatistikler(22) ve resmi olmayan Herkesin Takımında Görmek İsteyeceği Rol Oyuncuları listesindeki yüksek sıralaması hariç Battier'nin etkisini ölçemezdiniz. Ve işte bu benim basketbol söz konusu olduğunda en sevdiğim şey. Beyzbol hakkında bilgi sahibi olmanız için tek bir beyzbol maçı izlemenize bile gerek yok; Chuck Noland(23) gibi bir adada sıkışıp kalmışsınızdır, sahilde rastgele 2010 Baseball Prospectus kitabına denk gelirsiniz, bütün sayfaları yalayıp yutarsınız ve sonunda hangi oyuncuların önemli olduğunun farkına varırsınız. Basketbolda? Rakamlar yardım eder, fakat sadece belli bir derecede. Yine de maçları izlemeniz gerekmektedir. Mesela Amar'e Stoudemire'a bakalım, gecede Phoenix adına 22-25 sayı atan bir oyuncu, çeyrek başına iki ribaunt çekiyor, savunmada her defasında sıçıyor, her defansif switch'te beceriksiz kalıyor, kimseyi olduğundan iyi yapmıyor, kimse için şut yaratmıyor ve Phoenix ona franchise player muamelesi gösterip o ölçüde para ödese de takımını taşımak adına bir franchise player'ın alacağı sorumlulukları almıyor. Peki Suns'ın, Spencer ile Heidi'nin fake düğün resimlerini pazarlamasından daha istekli bir şekilde onu pazarlamasıyla Amar'e, Nash ile birlikte 2009 All-Star maçında Batı ilk beşine girebilmek adına taraftarlardan oy aldı mı? Tabii ki aldı.

Taraftarlar anlamıyor. Aslında bundan daha derin bir yere gidiyor konu — kim anlayabilir emin değilim. Oyuncuları rakamlarla değerlendiriyoruz, sadece playoff gelip çattığında takımlar beraber oynuyor, savunmada kendilerini parçalıyorlar, kişisel başarıdan fedakarlık edip her seferinde şampiyon olmak için istatistikleri ellerinin tersiyle itiyorlar. 2008 Lakers'ı 1'e 3 favori olmasına karşın Boston'a kaybetti; o gün Lakers taraftarları yenilgiye aberasyon**** muamelesi yapmış, sanki asla düzeltilemeyecek bir leke olarak görmüşlerdi. "Takım çalışması yetenekten önce gelir" olayını idrak etmeye çalışırken sıkıntı yaşıyoruz. San Antonio, Jordan döneminden sonraki en başarılı takım ve kimse neden olduğunu anlamıyor. Duncan, Jordan döneminden sonraki en iyi süper yıldız ve kimse neden olduğunu anlamıyor. Fakat olay şu: Cevaplar bizde! Neden olduğunu biliyoruz! McCloskey'nin o Pistons takımlarını nasıl inşa ettiğine bakın. Gregg Popovich ve R.C. Buford'un Duncan dönemini nasıl yönlendirdiğine bakın. Red Auerbach'in Russell dönemini nasıl idare ettiğine bakın. Niçin bu kadar çok taraftarın (kendim dahil) hala '70 Knicks'ini(25) ve '77 Blazers'ını unutmadığına bakın. Ne bildiğimize dair kesin cümleler burada:

1. Potansiyel şampiyonluk takımlarını bir mükemmel oyuncu çevresinde inşa edersiniz. Onun süper-über bir yıldız olmasına ve skor üretmede ultra yetenekli olmasına gerek yok, sadece örneğin, her yeni gün kendini öldüresiye oynasın, takım arkadaşlarının rekabetçi yapılarını ortaya çıkarsın, ve onları daha iyi birer seviyeye yükseltsin yeter. Bird ve Magic lige katıldıklarından bu yana NBA şampiyonu olan en iyi oyuncular listesi şöyle gözüküyor: Kareem (genç hali), Bird, Moses, Magic, Isiah, Jordan, Hakeem, Duncan, Shaq (genç hali), Billups, Wade, Garnett. Billups istisnası(26) dışında tamamen sizin de düşündüğünüz gibi bir liste.

2. O süper yıldızınızı takım hiyerarşisinde yerini bilen, istatistikler üzerine takıntılı olmayan ve doldurabildiği kadar her türlü boşluğu doldurabilen bir veya iki elit yardımcı oyuncuyla çevrelersiniz. 1980'den bu yana en iyi şampiyonluk yardımcı oyuncularının listesi: Magic, Parish/McHale, Kareem (yaşlı hali), Worthy, Doc/Toney, DJ, Dumars, Pippen/Grant, Drexler, Pippen/Rodman, Robinson, Kobe (genç hali), Parker/Ginobili, Shaq (yaşlı hali), Pierce/Allen. Bu listedeki oyuncuların hepsiyle oynamak isterdiniz... genç Kobe'yle bile. Çoğu zaman.

3. Bu iskelette çekirdeğinizi, yerini bilen, hata yapmayan, özverili kültüre tehdit oluşturmayacak dişli rol oyuncuları/veya karakterli adamlarla (sayacak çok fazla var, Robert Horry/Derek Fisher tarzını düşünün yeter) ve takım-bireyden-önce-gelir felsefesine kendini adamış koç kadrosuyla tamamlarsınız.

4. Playofflar'da sağlıklı kalmalı ve belki bir ya da iki fırsat ele geçirmeli veya seri yakalamalısınız.(27)

İşte NBA'de böyle şampiyonluk kazanabilirsiniz. Duncan'ın Spurs'ü bu formülü bir adım öteye taşıdı ve rol oyuncuları olarak sadece yüksek karakterli kişilerin peşinden koştular ve sadece bir kez aksayan tekerlekle şampiyon oldular. (2003'te Stephen Jackson. Ki zaten o yaz baştan savuldu.) Popovich 2009'da Sports Illustrated'e felsefelerini şöyle açıklıyor: "Biz sadece işlerini yapan, sonrasında evine giden ve bu döngüden etkilenmeyen oyuncuları getiriyoruz. Anahtarlardan biri kendini beğenmeyen ve kısıtlı olmayan adamları getirmek. Onlar ya ligde oynayarak kendilerini kanıtlamak istiyorlar — ya da kanıtlayacak bir şeyleri kalmamış oyuncular oluyor. Rollerini biliyorlar ve kendi aralarında bir rütbe sistemleri var. En iyi üç oyuncumuz var ve onların etrafındaki diğer herkes bu durumdan memnun." Bu duruma bağlı olarak, Duncan'ın takımları kariyeri boyunca oynadığı maçların yüzde 70'ini kazandı. Bu kazara veya şans eseri olamaz. Peki "en iyi kimya" ya da "en özverili takım" hatta "takım arkadaşları üzerinde en somut ve istikrarlı etki yaratan grup" için süreleri nasıl ayarlarsınız? İşte bu yüzden profesyonel basketbolu kavramakta zorluk çekiyoruz. Aynı zaman içerisinde sadece beş oyuncuyla oynayabilirsiniz. Bu oyuncular sadece toplam 240 dakika oynayabilir. Nasıl hepsi bir arada, birbirlerini daha iyi göstermelerini sağlayarak ve 240 dakikalık pastadan kendilerine ayrılan dilimleri kabul ederek, birbirlerine inanarak ve güvenerek, birbirleri için şutlar yaratarak, yetenek/maaş/alpha-dog hiyerarşisini bozmadan oynayabiliyorlar... işte bu basketbol. Tıpkı aşık olmak gibi. İşe yaradığı zaman, anlarsınız. İşe yaramadığı zaman, anlarsınız. Bill Russell (ikinci baharında) ve Bill Bradley çok ünlü ve yüce takımlarda oynadılar ve bu ruhsal görevlerini herkesten daha iyi tanımlıyorlar:

Russell: "Tasarıyla ve yetenekle Celtics, uzmanlardan kurulu bir takımdı ve bu uzmanlar her alanda uzmandı. Performansımız bireysel mükemmelliğe ve hep bir arada bunu nasıl işlediğimize bağlıydı. Hiçbirimiz birbirimizin uzmanlıklarını tamamlayıcı olduğumuz gerçeğini, ki net bir gerçek, kabullenmemekte diretmedik ve hepimiz takım olarak nasıl daha efektif oluruzun çabasını anlamaya çalıştık... Celtics beraber oynayan bir takımdı çünkü hepimiz bunun başarıya giden en iyi yol olduğunu biliyorduk."

Bradley: "Bir takımın şampiyon olması sorumsuzluğun, bencilliğin ve kendine itimatın limitlerini ortaya çıkarır. Yalnız bir adam bunu başaramaz; hatta gerçek şu ki, bunun tersi doğru olabilir: yalnız bir adam bunun gerçekleşmesini önler. Kişisel başarıyı sağlayan şey grup başarısıdır, diğer türlüsü değil. Yine de bu takım, insanların bile fedakarlıkla yeteneğin birbirine karışmış haline hayret ettiği, nasıl başarıya ulaştıklarına ve kimin başı çektiğine akıl sır erdiremediği anlamsız bir model. İnsanoğluna bir bütün olarak bu kadar benzeyen bir basketbol takımı daha geniş bir skalada yeniden kurulamaz."(28)*****

Russell: "Yıldız oyuncuların istatistiklerin ötesinde taşıdığı büyük bir sorumluluk vardır — takımlarını alma ve taşıma sorumluluğu. Şampiyonluklar kazanmak için bunu yapmak zorundasınız — ve o esnada bin tane farklı yerde olmayı tercih etseniz bile bunu yapmaya hazır olmanız gerekir. Rakiplerinizin daha kötü oynamasını, takım arkadaşlarınızın ise daha iyi olmasını sağlayan şeyler söylemeli ve yapmalısınız. Ben her zaman kendimin iyi bir maç çıkardığını takım arkadaşlarımı ne kadar yükseğe taşıdığımla ölçtüğümü düşündüm."

Bradley: "Ben her zaman basketbolu, belli bir seviyede bencil olmayan takım oyunu oynandığında, nihai bir dayanışma ile metaforlaştırdım. Bu, başarının şampiyonluklarla sembolize olduğu, topluluğun galip gelmesinin kişisel dürtülerin üzerinde olması gerektiğinin adeta dikte edildiği bir spor. Fevkalade bir oyuncu bile beş yıldızlık değerlendirmede bir yıldızdır. Maç başına sayı, asist, ribaunt gibi istatistikler asla başarılı bir profesyonel takımın kayda değer etkileşimini açıklamaya yetmez."******

(18) Bu program 90'ların ortasında ESPN 2'de yayımlandı: Patrick klasik maçları o maçın kahramanlarından biriyle izliyordu. Programın en büyük sorunu yalnızca 30 dakika olmasıydı. Inside the Actors Studio'nun on dakikalık versiyonu gibi hissettiriyordu.
(19) Bir diğer zayıf noktaları: Kareem '84 sezonunun bir bölümünde ribaunt almayı bıraktı. Artı, o gözlükleri, tıraşlı kafası ve çetemsi suratıyla iyi niyetli bir uzaylıyı andırmaya başlamıştı. Bütün '88 ve '89 sezonu Lakers maçları Kareem'in bir UFO'dan parkeye tırmanmasıyla başlamalıydı. Tabii konumazla bir alakası yok.
(20) O altıncı maç yenilgisi tüm zamanlar sıralamasında en brütal olanıdır. Isiah maçın sonunda zarzor yürüyor olsa da Detroit 60 saniye kala üç sayıyla öndeydi. Mola sonrası L.A.'den Byron Scott trafikte basketi çıkardı (102-101, 52 saniye kaldı). Isiah şut süresini sonuna kadar kullandı ve tek ayak üzerinden şutunu kaçırdı (27 saniye kaldı, mola L.A.). Kareem'i şüpheli bir düdük kurtardı (Sky Hook'ta Laimbeer ile toslaştılar), ve sonra iki adet clutch serbest atış gönderdi. Moladan dönüştü Dumars kötü bir şekilde son hücumu harcadı ve maç bitti. Eğer sağlıklı olsaydı Isiah o son dakikayı domine ederdi. Buna inanıyorum. Fakat bu basketbol — iyi ve sağlıklı olmalısınız.
(21) '85 Playofflar'ında Boston tarafından mumyalandıktan sonra McCloskey sadece üç korucuya (Isiah, Vinnie, Laimbeer) sahip olduğunu farketti. Diğer hiçkimse Boston'la uğraşmak için yeterli atletiklik ve sağlamlık karışımını içermiyordu. 17. sıradan Dumars'ı seçti, Dantley için Kelly Tripucka ve Kent Benson'ı takasladı ve Dan Rountfield'i Mahorn'a (Laimbeer'i koruyabilecek fiziksel bir forvet) dönüştürdü. '86 Draft'ında 11. sıradan Salley'i, 32. sıradan Rodman'ı seçti ve Detroit'in bench'ten gelen oyuncularla Bird'ü yıpratmasını umdu. Aynı yaz, Phoenix'ten yedek pivot James Edwards'ı çaldı. Bu bir GM'nin sunduğu en yaratıcı 12 aylık süreçti. McCloskey, Isiah'ın etrafına geleceğin şampiyon takımını üstelik herhangi top-10 draft seçimi olmadan ve gerçekten önemli bir takas gerçekleştirmeden kurmayı başardı.
(22) Bu istatistiği sadece onun için üretiyoruz: esas durumlar. Sadece Battier gibi biri istatistikleri aşabilir. Hep şunun büyüleyici olduğunu düşündüm; Lewis o iltifat yazısını yayımladığı gün (a) John Hollinger'ın "PER" istatistikleri ESPN.com'da yayınlandı ve Battier en iyi 52. kısa forvet, 322 oyuncu arasında da 272. sıradaydı, ve (b) Houston, Battier'i elden çıkarmaya çalışıyordu.
(23) Cast Away 2000'li yılların yeniden izlenebilir kablo filmleri içerisinde Anchorman, Almost Famous ve The Departed'la birlikte benim Mount Rushmore'umda yer alır. Aslında bir gerilim filmi olarak Cast Away 2'yi de çekmeleri gerekiyordu. Chuck Noland aklını kaybediyor ve plajda voleybol oynayan fahişelerle seks yaptıktan sonra aniden onları öldürmeye başlıyor, sonra polisten kaçıp sokakta yaşıyor ve kurtulmak için ilk filmdeki yeteneklerini kullanıyor. First Blood ile Silence of the Lambs kombinasyonu gibi bir şey oldu. Bunu sinemalarda izlemek için para verirdiniz, yalan söylemeyin.
(24) 2025'ten sonra herkese: Spencer ve Heidi bu kitap yayınlandıktan kısa bir süre sonra ortadan kaybolan bir reality show'du. Şeytan "ben bile size katlanamıyorum" dedi ve onları cehennemin bağırsaklarına sürükledi.
(25) Editörüm (şimdiden sonra Huysuz Yaşlı Editör olarak bilinecek) ekliyor, "Clyde ile birlikte MSG spesiyalini izliyordum ve bana '70 Finallerinin MVP ödülünü Willis'in kazanmasına ne kadar sinirlendiğinden bahsetti. Çünkü Clyde Frazier ödülü kendisinin hak ettiğini düşünüyordu, ki eğer rakamlara bakacak olursanız bu kesinlikle doğruydu. Fakat sonra durdu ve eğer Willis onu yüreklendirmeseydi 7. maçta yaptıklarını asla yapamayacağını farkettiğini düşündüğünü söyledi. Sır, yine."
(26) Billups, kuralların üçlük isabeti yüksek ve limitli sayıda pozisyonla hücum eden elit savunma takımlarının lehine doğru değiştiği o inişli çıkışlı 2004 sezonunun Pistons takımının başını çekiyordu. Artı, Shaq/Kobe dönemi artık tamamen içe doğru patlamıştı, ki takımın yarısı "Ben artık o orospu çocuğuyla konuşmuyorum" kavgalarına bulaşmıştı... ve yine de Karl Malone irili ufaklı sakatlıkları ve acıları yaşamasaydı şampiyonluğa ulaşabilirlerdi.
(27) 2004 ve 2007 arası boyunca Suns'ı tutan bütün taraftarlar şu an bu kitabı başlarına vurdular. 
(28) Herhangi bir askeri birlik veya üniversite ilk senesinde yurtta yaşayan öğrenciler için aynı cümle geliyor: İnsanoğluna bir bütün olarak bu kadar benzeyen bir şey daha geniş bir skalada yeniden kurulamaz.


~


**Cameo dedim çünkü şöyle bir şey var. Cameo dediğimiz de yönetmenin kendi filminde anlık görünmesi denebilir. Yani Reed'in yedinci maçtaki anlık görünmesi yetiyor diyebiliriz.

***O tarihi anı izleyelim: Tık.

****Burada da aberasyon diye bıraktım çeviriyi. Sapınç da diyebiliriz. Detay için tık.

*****Cümle biraz saçma oldu. İngilizcesi şuydu: "The human closeness of a basketball team cannot be restructed on a larger scale." Daha iyi çevirebilen varsa yoruma bıraksın benim içime sinmedi çünkü eheh.

******Bir hafta içinde bu kısmın ikinci part'ı da gelecek ve sonrasında diğer arkadaşlarımız yeni bölümleri çevirecek. Lappappa'yı takipte kalın :(

Çevir-1: Allen Iverson Kolluğunun Tarihi

Selamın aleyküm ağalar. Birkaç ay oldu, belki hatırlarsınız Bill Simmons'ın dopingle alakalı bir yazısını çevirip buradan yayınlamıştık. Teğmen Bey'le düşündük ve dedik ki neden bu işi seriye bağlamıyoruz? Radarı Bill Simmons'tan daha geniş tutmaya karar verdik ve beğendiğimiz İngilizce spor (kültürü) yazılarını yavaş yavaş bloga kazandırmaya, halkla buluşturmaya karar verdik (vay vay vay).  Demem o ki, okumak istiyorum ama dili beni kasabilir ya da ben okudum, keşke herkes okuyabilse dediğiniz ilginç spor yazıları varsa şu adrese iletmekten çekinmeyin: acsedef@gmail.com. İlk yazı biraz çerezlik oldu ama ilk seferin günahı olmaz. İnşallah devamı daha da doyurucu olacak. Keyifli okumalar.



Basketbol aksesuarları tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Allen Iverson, 21 Ocak günü parkeye sağ kolunda uzun, beyaz külotlu çoraba benzeyen bir şeyle çıktı. Iverson'ın şut attığı kolunun dirseği iltihaplanmıştı, bir süredir gittikçe şişiyordu ve Philadelphia 76ers'ın o zamanki kondisyoneri Lenny Curier, eninde sonunda ameliyat gerektirecek soruna geçici bir çözüm olarak şunu buldu: Sargı bezinden uzun bir şerit kesti ve Iverson'a ağrıyan kolunu bununla mumyalamasını önerdi. Iverson kabul etti. O gece 51 sayı attı, sezonun kalanında 35 sayı ortalamayla oynadı ve 76ers'ı NBA Finalleri'ne taşıdı. Kariyeri boyunca o "külotlu çorabı" takmaya devam etti.

Tıbbi gereklilik kısa sürede modaya dönüştü. Currier  "Sargıyı Allen o günlerde daha az ağrı hissetsin diye kullandık ama bildiğiniz gibi, oyuncular Allen'ın taktığını görünce hemen onu taklit ettiler" diyor. Iverson, birkaç ay sonra yeniden tasarlanmış sargı beziyle ilk maçına çıktı. Under Armour adlı yeni bir spor giyim şirketi Currier'yle iletişime geçmiş ve Iverson kendisi için özel yapılmış naylon kumaş kollukları denemek isteyebilir mi diye sormuştu. "Onların tasarımı daha uzundu ve kırmızı, mavi, siyah ve beyaz renklerde farklı çeşitler vardı. O akşam hangi formayı giyeceksek uyumlu olsun diye... Yaşlı bir kadına elde diktirmişler. Allen gönderdikleri ürünleri öyle beğendi ki kadına imzalı bir formasını gönderdi."

Slam ve ESPN'de çalışmış basketbol yazarı Scoop Jackson, Iverson'ın iltihap sorununu rahatlatmak için pek çok yöntem denediğini ama bu sargı bezinden başka çaresinin kalmadığını söylüyor: "Allen müthiş bir skorerdi ama harika bir şutör sayılmazdı. Şutunda hata yapma lüksü yoktu, dolayısıyla atış mekaniğini etkilemeyecek kadar hafif bir şey gerekliydi."

Bu gece Brooklyn Nets ve Miami Heat arasında oynanacak ikinci tur play-off maçında 10 ilk beş oyuncusunun yarısı büyük olasılıkla kolluk giyerek parkeye çıkacak.(NBA modası, özellikle play-off'lar sırasında oldukça değişkendir ve batıl inançlara dayanır. Geçen yılki finallerin altıncı maçında Lebron'un kafasındaki bandı çıkarıp başka bir oyuncuya dönüşmesi bunun örneği.) Bu oyunculardan hiçbiri bu sezon dirsek sorunları yüzünden bir maç kaçırmadı: Aksesuarın şu anki ligdeki popülerliği sorulduğunda Jackson'ın tepkisi "Ne yani, herkeste iltihap sorunu mu çıkmaya başladı" oldu. Currier'in süperyıldızının ağrılarını geçirmek için sargı bezinden uzun bir şerit kesmesinden 13 yıl sonra, Iverson'ın "şutör kolluğu" herkesin kullandığı bir aksesuar haline geldi. Artık Villanova'nın lacrosse takımıyla çalışan Currier konu hakkında oldukça mütevazı davranıyor: "Ben sadece sakat bir oyuncuya yardımcı olmaya çalışıyordum" diyor. Sonra da yarım ağızla itiraf ediyor: "Keşke patentini almayı da düşünseydim."

Orijinali: newyorker.com

Çevir-2: 2002 Batı Finali'nin Sözlü Tarihi, Kings'in Bütün Adamları. Üç vakte kadar... 

Ar


Selamın aleyküm. Yeni Portekiz formasını yan çevirip deseni ortaladığımız zaman, yeni İspanya formasına ulaşıyoruz. Bu ibneler bizimle oyun mu oynuyor ya ortaklaşa, anlamıyorum.