Onlar
Blog İnsanları
-
-
-
-
-
-
-
-
Yirmi Beş Sözcük4 yıl önce
-
-
-
-
-
-
NBA'de Poster Gecesi6 yıl önce
-
-
-
-
-
.8 yıl önce
-
-
-
-
-
-
sene sanki ispanya 829 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Doctors Northern Virginia10 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
TAŞINDIK11 yıl önce
-
Mutluluk Oyunu11 yıl önce
-
Keane vs Vieira11 yıl önce
-
Babylon Dergisi Röportajı11 yıl önce
-
-
OKUYABİLSEYDİK FARKINDA OLACAKTIK.11 yıl önce
-
Kynodontas11 yıl önce
-
-
-
-
-
Wellness Weekend is great as a gift12 yıl önce
-
-
Making music in the winter12 yıl önce
-
GROUND ZERO12 yıl önce
-
-
-
-
-
-
ONCA ET13 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
Rejected13 yıl önce
-
-
-
-
-
Şirazesi Bozuklar14 yıl önce
-
-
-
Dolduuuu :D14 yıl önce
-
-
-
Taşınıyoruz!14 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
Seninki kaç santim? - Greenpeace14 yıl önce
-
-
-
NTV TARİH / EKİM 201014 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Etiketler
- futbol (2111)
- nba (1023)
- basketbol (925)
- forma (749)
- retro (358)
- galatasaray (346)
- nerden nereye (314)
- çıkartma (228)
- barcelona (204)
- kitap (180)
- falan filan (154)
- imaj (129)
- medya (107)
- hayat (99)
- müzik (99)
- san antonio spurs (77)
- fenerbahçe (67)
- güzel formalar (63)
- real madrid (56)
- çeviri (55)
- video (51)
- Beşiktaş (45)
- dünya kupası (45)
- blog (41)
- güzel ikili (38)
- notlar (36)
- transfer (36)
- siyaset (35)
- jenerik (33)
- los angeles lakers (33)
- playoffs (31)
- rap (31)
- sözlü tarih (31)
- euro 2012 (28)
- maskot (25)
- tv (22)
- tbl (21)
- tarih (20)
- dime (18)
- euroleague (18)
- internet (18)
- ncaa (18)
- dergi (17)
- diğer (17)
- güzel (17)
- Kobe (15)
- din (15)
- formula 1 (14)
- tribün (13)
- dizi (12)
- draft (12)
- euro 2008 (12)
- iğrenç formalar (12)
- premier league (12)
- sinema (12)
- kayıp formalar (11)
- baykerahet (10)
- hakan günday (10)
- trabzon (10)
- wnba (10)
- all star (9)
- nfl (9)
- şampiyonlar ligi (9)
- edebiyat (8)
- euro 2016 (8)
- taraftar (7)
- the book of basketball (7)
- bisiklet (6)
- eurobasket 2011 (6)
- kıyamet alametleri (6)
- olimpiyatlar (6)
- tdf (6)
- atletizm (5)
- kitap için (5)
- mizah (5)
- nostalji (5)
- timmy (5)
- lig (4)
- miami heat (4)
- voleybol (4)
- Arda Turan (3)
- Tsubasa (3)
- aforizma (3)
- atar (3)
- direniş (3)
- fantazi lig (3)
- hakem (3)
- obstage (3)
- oyun (3)
- röportaj (3)
- caps (2)
- deron williams (2)
- gezi (2)
- kültür (2)
- lebron (2)
- stat (2)
- tenis (2)
- 2014 (1)
- Rook (1)
- Rookie (1)
- ali sami yen (1)
- and1 (1)
- boks (1)
- brooklyn (1)
- dallas (1)
- doping (1)
- fiba 2010 (1)
- filenin sultanları (1)
- giyim (1)
- gurme (1)
- hip-hop (1)
- howard (1)
- ismet özel (1)
- kadın voleybol (1)
- kurgu (1)
- kırmızı (1)
- mark cuban (1)
- mhk (1)
- mlb (1)
- otomobil (1)
- shaq (1)
- son (1)
- tff (1)
- ultrAslan (1)
- west ham (1)
- world grand prix (1)
- İngiltere (1)
Nerden Nereye 154
Gönderen
L
on 29 Eylül 2014 Pazartesi
Etiketler:
futbol,
nerden nereye
/
Comments: (1)
Dimitri
Gönderen
L
on 27 Eylül 2014 Cumartesi
Etiketler:
dünya kupası,
futbol,
kurgu
/
Comments: (0)
(Konuk yazarımız var yine. Bloga girenlerin çoğunun tanıdığı Rafet Bey. "Ayrıksı" bir yazı. Ama aynı zamanda çok tanıdık gelebilir. Bilindik kalıplarla ele alınmış bir gelecek tasarımı. Avusturya'nın sıradışı 2018 Dünya Kupası hikayesi.)
BÖYLE BİR ELENMEK GÖRÜLMEMİŞTİR
20 yıl aradan sonra Dünya Kupası vizesi alıp, çeyrek finale kadar ilerlemeyi başaran Avusturya öyle bir golle evine dönmüştü ki ülkenin girdiği buhrandan çıkması aylar aldı.
“Her şey yolunda gidiyordu aslında. Maç boyunca ceza sahamıza doğru dürüst girememişlerdi bile. Son düdük yaklaşırken hepimiz bir sonraki rakibimizi merak ediyorduk. Ama bir anda olanlar oldu ve pat diye Bizim yerimize İtalyanlar yarı finale çıktı!” Bu sözler Ali Sunak'a ait. Yirmi yıl önce Güney Kore'de oynanan Dünya Kupası'nda o da Avusturya forması giyen oyunculardan biriydi. Savunmanın sağında oynuyordu ve turnuvadan sonra Avrupa'nın büyük takımlarından birine transfer olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Şimdiyse yüzünde o akşamdan miras kaldığı çok belli olan derin çizgilerle karşımda oturuyor. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra “Bir hata yapmadık. Turnuvanın en eğlenceli futbolunu oynuyorduk” diye devam ediyor. “Nasıl olduğuna bugün bile anlam veremiyorum.”
Aslına bakarsanız Sunak'ınkine benzer bir anlamsızlıktan maçın İngiliz spikerleri de düşmüşlerdi. Clive Tyldesley yayına girerken arkadaşı Andy Townsend'e “İtalyanları bilirsin Andy. Her turnuvadan önce onların sıradan bir takım olduğunu söyleriz. Ama sonunda bir bakarız ki şampiyon olmuşlar!” Townsend bu yorumu gülerek karşılamış, İtalyanlar için tek önemli şeyin topun bir şekilde çizgiyi geçmesi olduğunu söyledikten sonra sözü yeniden arkadaşına bırakmıştı. Townsend, Avusturyalıları sessizliğe gömen o gol geldiğindeyse maç öncesindeki sakin tavrını kaybetmiş ve ağlamaklı bir sesle “İnanılmaz Clive, inanılmaz” diyebilmişti.
“Öyle bir bedel ödememiz gerekiyordu demek ki” diyor Sunak. “Neticede çok gülerseniz günün birinde ağlarsınız.” O gün, tüm Avusturya'nın ağladığına kimsenin şüphesi yok. Dünyanın en büyük futbol sahnesine takımlarının çıkması bile başarıyken son dörde kalma fikrine o kadar kapılmışlardı ki yedikleri o tokadın acısını bütün bir ulus suratında hissetmişti. Öylesine büyük bir masal anlatılıyordu ki onlara gerçeklere dönmeyi bir türlü başaramadılar. O yılın son çeyreğinde tüm Avusturya genelinde üretim sektöründe yüzde 25'e varan bir düşüş yaşandı. O son pozisyonda hata yapan Maximilian Priegl'ın adı o yıldan sonra doğan hiçbir erkek çocuğuna koyulmadı. Bu masalın başlatıcısı, anlatıcısı, ve aynı zamanda baş kahramanı olan Terho Hietikko ise futboldan elini eteğini çekip kendini edebiyata verdi.
Erasmus'la gelen devrimci
Hietikko, 90'ların sonunda meşhur öğrenci değişim programı Erasmus'la Salzburg'a geldi. Edebiyat okuyordu ve o dönemki arkadaşlarının anlattığına göre geldiği ilk andan itibaren Avusturya'da kalmayı kafasına koymuştu. Ailesi de Hietikko'nun attığı kartlarda Avusturya'da ne kadar mutlu olduğunu ısrarla yazdığını söylüyor.
Hietikko, öğrenimini bitirmek için ülkesi Finlandiya'ya döndüğünde Turku'daki son yılını büyük bir sabırsızlıkla geçirmişti. Mezun olur olmaz da soluğu yine Avusturya'da almıştı. Bu seferki durağı başkent Viyana'ydı. Birkaç ay ailesinin gönderdiği parayla ve Finlandiya'da bir dergiye yazdığı futbol yazılarının telifleriyle geçindikten sonra bir ilkokulda İngilizce öğretmeni olarak iş buldu. Hayatı da o işi bulduktan sonra değişmeye başladı.
O dönemki iş arkadaşlarından beden eğitimi öğretmeni Wagner Schopp, Hietikko'nun futbolla yakından ilgilendiğini fark etti. Ders aralarında futbol üzerine yaptıkları uzun sohbetlerin birinde Hietikko'ya mesaiden sonra çalıştırdığı amatör takımın antrenmanını izlemeye çağırdı. Hietikko bu teklifi memnuniyetle kabul etti.
Schopp, onun sahanın kenarına geldiği gün yaşadığı mutluluğu kelimelerle tarif etmekte zorlandığını söylüyor. Abartılı el hareketleriyle “Onun bambaşka bir görüşü vardı. Verdiğimiz ilk arada yaptığı önerilerden bunu anlamıştım. Antrenmanın son bölümündeki çift kale maçta yedek takıma onun taktik vermesini söyledim. Yedekler o gün hepimizi şaşkına çeviren bir futbol oynadılar ve as takımı 4-1 yendiler.” Schopp, öğretmenlikten emekli olsa da amatör takımlarda teknik direktörlük yapmayı sürdürüyor. Arkadaşının başarısını kıskanıp kıskanmadığını sorduğumda gülümseyerek “Bilmiyorum. Onunki büyük bir başarıydı ama sonunda çok garip şeyler yaşamasına neden oldu” diyor ve işaret parmağının kafasının hemen yanında çevirerek “Anlarsın ya?” diye ekliyor.
Hietikko'nun o günkü başarısının ardından Schopp, ona bir antrenörlük kursuna katılmak isteyip istemeyeceğini sorduğunda ülke futbol tarihini değiştireceğinden haberi yoktu elbette. Hietikko, onun bu teklifini de memnuniyetle kabul edip, okuldaki mesaisinin ardından antrenörlük kursuna gitmeye başladı. Avusturya Futbol Federasyonu'nun (ÖFB) düzenlediği bu kursta da dikkatleri üzerine çekmekte gecikmedi. Kursu birincilikle bitirirken, ÖFB'nin İskoçya'da UEFA'nın verdiği eğitime göndermeyi kararlaştırdığı kişi oydu. Ancak ortada bir sorun vardı. UEFA, ülke federasyonlarından kendi vatandaşlarını eğitime göndermelerini istiyordu. Hietikko ise Finlandiya vatandaşıydı ve aynı eğitim dönemi içerisinde iki Fin'in eğitim görmesi imkansızdı.
Bu sorunu nasıl çözdüklerini Schopp'a sorduğumda yine gülmeye başlıyor. Kahkahalarının sonunda sesi hırıltılı bir şekilde çıkıyor. “Hiç zor olmadı. Zaten Terho'nun Avusturyalı bir sevgilisi vardı. Aynı evde yaşıyorlardı ve tüm bu kurs dalgası evlenmeleri için muhteşem bir bahane olmuştu.”
Hietikko, sevgilisi matematik öğretmeni Anna ile evlenir evlenmez Avusturya vatandaşı oldu. Kısa bir süre sonra da İskoçya'nın yolunu tuttu. Onun Glasgow'a uçtuğu gün Avusturya, Türkiye ile 2002 Dünya Kupası'na katılma mücadelesi veriyordu. Avusturya o maçı 5-0 kaybetti ve ülke futbolu büyük bir krize girdi. Türkiye ise yakaladığı altın jenerasyon sonrasında Güney Kore'de üçüncülük madalyasını takmayı başardı. Yani Hietikko ve öğrencilerinin 16 yıl sonra o büyük felaketi yaşayacakları yerde...
'Altın çocuk' olarak dönüyor
Hietikko, 24 ay süren eğitimi boyunca Avrupa futbolunun en büyük teknik adamlarından dersler aldı. Futbol yahut spor akademisi kökenli olmadığı için başlarda küçümsense de kısa sürede eğitmenleri etkilemeyi başardı. Eğitimi ÖFB'nin kursunda olduğu gibi birincilikle tamamladı. Sertifikasını veren Sir Alex Ferguson, elini sıktıktan sonra büyük bir sevinçle ona “Günün birinde mutlaka karşıma çıkacaksın evlat” diyordu.
Ferguson'la el sıkışırken çekilmiş fotoğrafı Avusturya gazetelerinin spor sayfalarında yer alan çeyrek sayfalık haberlerde kullanıldı. Haberlerin hemen hepsi benzer bir dille yazılmıştı. Hietikko'nun ülke futbola yapacağı katkılardan bahsediyor ve yeni göreve gelmiş ÖFB başkanı Hans Rainer Schulze'nin ona dair umutlarını içeren sözlerini alıntılıyorlardı. “Geride bıraktığımız bir altın jenerasyon olabilir” diyordu Schulze. “Ama Herr Hietikko'nun yeni bir altın jenerasyonun yaratıcılarından olacağına tüm kalbimle inanıyorum.”
Schulze'nin bu inancının karşılığı olarak Hietikko, döner dönmez ÖFB bünyesinde işe alındı. 17 yaş altı milli takımının yardımcı antrenörü olarak saha kenarına indi. Ali Sunak, David Modibo ve Anthony Weiner gibi oyuncuların futbol sahnesindeki ilk adımlarında o vardı. Avusturya, tarihinde ilk defa 17 yaş altında Avrupa şampiyonu olurken de kulübedeydi. Schulze'nin tahminleri doğruydu. İskoçya'dan 'altın çocuk' olarak dönen Hietikko, yeni bir altın jenerasyonu usta bir kuyumcunun titizliğiyle yaratıyordu.
Zaferle sonuçlanan turnuvanın ardından 21 yaş altı milli takımında teknik direktörlüğe getirildi. Tabii 17 yaş altı kadrosunda fırtına gibi esen oyuncular da onunla birlikte terfi etmişlerdi. Hareketli bir hücum hattına ve güçlü bir savunmaya sahip takımıyla rakiplerini baskı altına almakta zorlanmıyordu. Hietikko, bağıra bağıra Avrupa futbol sahnesine çıkmaya ve Avusturya futbolunda devrim yapmaya hazırlanıyordu.
Gelgitler
Elbette onun bu başarılı futbolu kulüp yöneticilerinin dikkatlerinden kaçmamıştı. Bir içecek firmasının sponsor olduğu ve büyük yatırım yaptığı Salzburg takımının ona yaptığı teklif Hietikko'nun tüm dengesini alt üst etmişti. Kariyeri açısından kaçırılamayacak bir fırsat eline geçmişti. Üstelik onu Avusturya'ya bağlayan şehre gidecekti. Fakat karısının Viyana'dan ayrılmak istememesi sorun yarattı. Anna'yı üzemeyecek kadar çok seviyordu. Bu yüzden tek başına Salzburg'a gitmeyi önermedi bile. Teklifi kibarca reddetti ve ÖFB'yle yaptığı sözleşmesini uzatmaya karar verdi.
Ne var ki Hietikko'nun 21 yaş altı takımı için yaptığı planlar pek de yolunda gitmiyordu. Dikkat çeken tüm oyuncuları yaşları 21'in altında olmasına rağmen A milli takıma çağrılıyor ama kulübeye mahkum ediliyorlardı. Hietikko her kadro açıklanmasının ardından deliye dönüyor, Schulze'ye dert yanıyordu. Schulze ise elinden bir şey gelmediğini, konuyu A takım hocasıyla görüşmesi gerektiğini söylüyordu.
Hietikko, A takımın yaşlı hocası Michael Brücke'yle görüşmek için çok uğraştı. Ama aksi adam ona bir türlü randevu vermedi. Kamplar esnasında yakalayıp, derdini ayaküstü anlatmaya çalıştığındaysa genç teknik adamı tersledi.
Bu durumun Hietikko'yu iyice hırslandırdığını söylüyor Schopp. Onunla on günde bir yaptıkları buluşmalarda sürekli Brücke'den yakınıyor, ülke futbolunu bu gibi adamlara emanet etmenin büyük
bir saçmalık olduğunu söylüyor ve A milli takımın başına geçmeden ÖFB'den ayrılmacağına yemin ediyormuş. Nitekim Hietikko, sinir bozukluğu ve reddedilen kulüp teklifleriyle geçen yılların ardından amacına ulaştı. 2015 Eylül'ünde Brücke'nin geçirdiği kalp krizinin ardından aldığı emeklilik kararı onun önünü açtı.
“Çıldırmış bu adam!”
Hietikko'nun basına tanıtıldığı törende yanınca elbette Schulze vardı ve ilk konuşmayı da o yaptı. Büyük bölümü Hietikko'nun kariyerine başlamasına yaptığı katkıları anlatmakla geçen konuşmasının sonunda Schulze, “Umarım önümüzdeki 10 yıl içinde bir turnuvaya katılma hakkı elde ederiz” dedi. Bunun üzerine birden lafa dalan Hietikko, Schulze'nin ve bir salon dolusu gazetecinin şaşkın bakışlarıyla karşılanan “Sayın başkana katılmıyorum. Önümüzdeki turnuvaya katılamazsak da istifa ederim” ifadesini kullandı.
A takım seviyesinde hiçbir tecrübesi bulunmayan genç teknik adamın, böylesine bir çıkış yapması elbette şaşırtıcıydı. Ancak aynı tonu koruyarak konuşmasını sürdürdü. “Bu takımın potansiyelini yansıtamadığı yıllar geride kaldı. Yeni bir geleceği, yeni oyuncularla inşa etmek için önümüzde çok önemli bir fırsat var. Eleme grubundaki tüm rakiplerimizi yenecek güçteyiz. Sizlerle maçlar tamamlandığında yine bu salonda buluşacağım. O zaman yüzünüzde daha şaşkın ifadeler göreceğim. Çünkü Dünya Kupası bileti almış olacağız!”
Hietikko'nun her şeyi kaybetmeye (kazanacağını kimse beklemiyordu haliyle) hazır görüntüsü ülke basınında geniş ve tekdüze bir yankı buldu. Ülkenin 20 yıl önce katıldığı Dünya Kupası'ndaki teknik direktörü Hilbert Krohnberg, çok satan bir gazetedeki köşe yazısında “Çıldırmış bu adam! Kendisiyle birlikte altın jenerasyonu oluşturmaya aday genç yeteneklerimizi de maceraya sürükleyecek. Gerçekçilikten bu kadar uzak, romantik fikirlerle futbola yön vermeye çalışan birine milli takımı emanet etmek de en az onunki kadar çılgınlık” diye yazıyordu.
Masal başlıyor...
Hietikko'nun görüşleri gerçekten de çılgıncaydı! Grupta geçilmesi imkansız görülen İngiltere'nin yanı sıra çok yetenekli bir kuşağın olgunlaşma dönemini yaşadığı Belçika, yeniden yapılanan ve tecrübeyle gençliği harmanlamayı başarmış görünen Rusya vardı. Bu üç takım da 2016 Avrupa Şampiyonası'nda oynayacaklardı. Grupta Avusturya'yla denk olarak görülen tek takım Bulgaristan'dı. Takımın Bulgaristan ile gruba son torbadan katılan San Marino'yu geçip 4. olmasının oyuncuların deneyimsizliği düşünüldüğünde başarı olacak inancı hakimdi.
Viyana'da 2016 Eylül'ünde oynanan ilk maçta rakip üç ay önce Avrupa şampiyonu olmuş Belçika'ydı. Hietikko ise kendinden emin bir şekilde konuşmayı sürdürüyordu. “Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Onlar bütün yazı sırlarını açık ederek geçirdiler. Bizim ne yapacağımıza dair hiçbir fikirleri yok. Onları tuzağa düşürmek için uğraşacağız” diyordu ve dediğini sahaya yansıtmayı başardı. Maça muhteşem bir presle başlayan Avusturya, rakibinin topla oynamasına bir an bile müsaade etmiyordu. Hücum hattının ucunda oynayan Weiner'in başlattığı pres sayesinde Belçikalı oyuncular şaşkına dönmüşlerdi. Weiner'in kanatlarda oynayan Rukanovic ve Klein ile sürekli yer değiştirmesi de rakibin savunma hattını nasıl kuracağına bir türlü karar verememesini sağladı. İlk yarının sonlarına doğru kazanılan korner de Avusturya'ya maçın başından bu yana çöldeki Mecnun'un tutkusuyla aradığı golü getirdi. Modibo'nun kornerden arka direğe yaptığı ortada Rukanovic, kafayla ağları havalandırdı ve bütün Ernst Happel Stadyumu ayağa kalktı. Bu golle soyunma odasına 1-0 önde gidilirken Hietikko, gururla ve hayranlıkla tribünlerin sevincini seyrediyordu.
İkinci yarıda herkes Avusturya'nın yorulacağını düşünürken tam tersi oldu. Topu alabilmek için sinirlenen Belçikalı futbolcular tüm disiplinlerini kaybettiler. Topu aldıkları ender anlarda da kahraman olmak adına şahsi oynayıp, Priegl ile Dragutinovic'in oluşturduğu tandemin arasında kayboldular. Avusturya hücumcuları ise hareketli oynamayı ve savunmanın başını döndürmeyi sürdürüyorlardı. Farkı ikiye çıkaran golü Weiner sol çaprazdan çektiği sert şutla attı. On dakika sonra da sağ kanattan ceza alanına girip yerde kalmasıyla kazandırdığı penaltıyı Modibo gole çevirdi. Golden sonra korner direğinin etrafında kümelenen oyuncuların arasına Hietikko da katılmıştı. 3-0'lık zafer onun masalının başlangıcıydı!
Ertesi gün gazeteler kümelenmiş oyuncuların hemen yanında yumruklarını sıkıp zıplayan takım elbiseli Hietikko'nun fotoğrafını bastılar. Krohnberg'in yazdığı gazete, fotoğraftan oklar çıkarmış ve göçmen oyuncuların milliyetlerini yazmıştı. Fotoğrafın altındaysa “Finli bir teknik adam, Ganalı, Türk ve Sırp kökenli oyuncularıyla Avusturya'ya zafer kazandırıyor. Bunun altında yatan tek şey tutku!” diyordu. Krohnberg bile Hietikko'nun yaptıklarından etkilenmiş görünüyordu. Yine de ilk yarıyı şansın yardımıyla önde bitirmeseler, işlerinin çok zor olacağını söylüyordu. Ama çok büyük bir yanılgı içinde olduğunun farkında değildi...
Wembley!
Hietikko'nun takımı Belçika'nın ardından San Marino, Rusya ve Bulgaristan'ı da zorlanmadan mağlup edince bir anda grupta liderlik koltuğuna oturmuştu. Wembley'de kendileriyle aynı puandaki İngiltere'yle oynayacakları maç öncesindeyse beklentiler bir hayli yükselmişti. Ancak bu beklentilerin İngilizlere yansıdığı pek söylenemezdi. Wembley'deki maç öncesinde düzenlenen basın toplantısında bunu açıkça hissettirmişlerdi.
“Defansif oynamanız gerektiğini düşünüyor musunuz?” diye sormuştu bir gazeteci. Hietikko bu soruyu “Grubun en çok gol atan ve en az gol yiyen takımı biziz. Niye öyle bir saçmalık yapalım ki?” diyerek cevaplamıştı. Bir başkası “Bu maçı kaybederseniz ne yapacaksınız?” diye sorunca Hietikko önce gülmüş, ardından gayet sakin bir şekilde “Uçağa binip Viyana'ya döneceğiz” demişti. Onu kızdırmaya çalıştıkları çok açıktı ancak tuzaklarına düşmemişti. Ne var ki sahada işler istediği gibi gitmeyecek, İngiltere 5-0'lık görkemli bir galibiyetle grup liderliğine kurulacaktı.
Maçtan sonra soruları cevaplamayacağını ve çok kısa bir açıklama yapacağını söyledi. Sinirliydi ancak kendinden emin havasını da koruyordu. “Biz bu gruptan çıkacağız. İstediğinizi söyleyin ama ben gerçeklerle konuşuyorum. Üç puan aldığınız için de tebrik ederim ama Viyana'dan eli boş döneceksiniz” diyerek sözlerini bitirdi.
Bir ay sonra İngilizler Viyana'ya üç puanlık farkla grup lideri olarak geldiler. Avusturya'yı ve saplantılı teknik adamlarını üzeceklerine şaşmaz bir şekilde inanıyorlardı. Ancak Hietikko, hamleleriyle onları şaşırtmayı başardı. Savunmayı üçlü kurup, 5'li orta sahanın sağına Ali Sunak'ı, soluna Modibo'yu yerleştirdi. Bu sayede dengeli bir şekilde hücum etmeyi ve orta sahada hakimiyeti sağlamayı başardı. İlk yarı sonunda tabelada 'Österreich 2-0 England' yazıyordu. Hietikko, oyuncularıyla birlikte soyunma odasına gitmedi. Kulübenin önünde dikildi, 52 bin taraftarın hep bir ağızdan “Ter-ho! Ter-ho! Ter-ho!” diye bağırmasını huşu içinde dinledi.
3-0 sonuçlanan maçın ardından hiçbir İngiliz gazeteci Hietikko'ya soru sormaya cesaret edemedi.
Birinci mevkide Dünya Kupası'na
Takip eden Rusya ve Bulgaristan maçlarını da kazanan Avusturya, Güney Kore'ye gitmeye hak kazanmıştı. Son maçta Belçika'yla karşılaşacaklardı. Rakiplerinin gruptan çıkma şansı kalmamıştı ancak ilk maçın intikamını almak için sahaya çıkacaklarını Hietikko çok iyi biliyordu. Ayrıca grup liderliğini de almak ve İngilizlere bir kazık daha atmak amacındaydı. Bunun için beraberlik yeterli olacaktı. Nitekim Hietikko da istediğini almak için oynayan bir takımla sahaya çıktı. Maç boyunca topla oynayıp, rakibi çok iyi karşıladılar. Maç golsüz eşitlikle bitti ve Avusturya'nın Dünya Kupası hayalleri gerçeğe dönüştü. Bu maç başından beri ona inanmayan Krohnberg'i bile yumuşatmıştı. Çok değil, bir buçuk yıl önce çılgınlıkla suçladığı adama “Ne istediğini ve onu almasını çok iyi biliyor. Taktiksel açıdan çok esnek bir takım yarattı. Bu adam bir dâhi!” diyordu.
Hietikko, Viyana'ya döndüklerinde yapılan kutlamalara katılmadı. Schulze'nin resmi tebrik yemeğinin ardından karısı Anna'yla Napoli'ye gitti. Salzburg'daki Erasmus günlerinden arkadaşı olan Giovanni'nin evinde tatil yaptılar. Giovanni o günleri “Kafasını boşaltmak istiyordu. Kendi bile ne kadar değiştiğinin farkında değildi. En ufak hatasında kendini azarlıyordu. Kusursuz olmaya çalışıyordu” diye anlatıyor. Üstelik Napoli'deki günlerinde de çalışmaktan geri kalmamıştı. Haftanın en az iki gününü maç izlemeye ayırıyor, Anna'yı civardaki köylere yahut tarihi yerlere götürme işini Giovanni'ye bırakıyordu.
Bir buçuk ay süren tatilin ardından turnuva hazırlıklarına girişti. Belirlediği 30 kişilik kadroyu ligler biter bitmez kampa çağırdı. Salzburg yakınlarındaki bir dağ kasabasında geçen bir haftalık sürecin ardından da hazırlık maçları için Güney Kore'ye uçtular.
Gruplarında İspanya, Macaristan ve Şili vardı. Herkes onlardan çekiniyordu. Eski günlerinin uzağında ve geçiş döneminde olan İspanya'yla grubun son maçında karşılaşacak olmaları büyük bir fikstür şansıydı. Hietikko, rahat bir havayla hazırlıkların sürdüğünü belirtirken “Bizim işimiz bu gruptan çıkmak değil. Daha ötesini düşünüyoruz. Diğer takımlar ne hedefliyorlar bilmiyorum ama biz buraya kupayı almak için geldik” diyordu.
Turnuvaya Şili maçında yaptıkları 2-0'lık başlangıçla takımına güvenenleri bir kez daha yanıltmıyordu Hietikko. İkinci maçta, elenmemek için sahaya çıkan Macaristan'ı tek golle geçip, son 16'ya kalmayı garantilediler. Gruptaki son maçları tıpkı elemelerde olduğu gibi liderlik mücadelesine dönüşmüştü ve yine gruptaki gibi beraberlik onlara yetiyordu.
Ama bu sefer güçlerini test etmek için sahaya çıktıkları çok belliydi. İlk iki maçtakinin aksine topu hücuma taşımak için insanüstü bir çaba gösteriyor, yaş ortalaması 33 olan oyunculardan kurulu İspanyol orta sahasını hallaç pamuğu gibi atıyorlardı. Bu çabaları sayesinde iki gol atarak hem gövde gösterisi yaptılar, hem de grubu gol bile yemeden tamamlıyorlardı. Hietikko'ya göre turnuva asıl şimdi başlıyordu. On gün sonra nasıl bir felaketin içine düşeceklerinden haberi yoktu elbette.
“Yenilsek ne iyi olurdu...”
Son 16 turunda Avusturya'nın rakibi Çek Cumhuriyeti olmuştu. Uzun boylu forvetleri Nestuk'a şişirdikleri toplara dayalı bir hücum, rakip forvetleri tekmeleyerek yıldırmaya dayalı bir de savunma anlayışları vardı. Hietikko, bu hengameden nasıl kaçacağını çok iyi biliyordu. Grup maçlarında sürekli kulübede oturttuğu Lazaris'i o maçta ilk 11'de sahaya sürdü. Modibo'yu ise sol kanada çekti. Böylece Çeklerin ilgisi Modibo'ya yoğunlaşmışken ortada yaşanacak kademe hatalarını Lazaris'in driplingleriyle pozisyonlara dönüştürmeyi planlıyordu.
Ancak maçın ilk 20 dakikası geride kaldığında Çekler 1-0 öndeydi. Nestuk'a yaptıkları ortalar işe yaramış, 13. dakikada onun kafasından buldukları golle öne geçmişlerdi. İşler Hietikko için iyi gitmiyor gibi görünüyordu. Ne var ki Lazaris'e yüklediği rolün karşılığını alacağını biliyordu. İlk yarının bitimine beş dakika kala ceza yayı civarında topu alan Lazaris, önce soldan kaçan Modibo'ya pas atarmış gibi yapıp iki savunmacıdan kurtuldu. Sonra topu hızla sağına alıp, sağ ayağıyla sert bir şut çıkardı. Top kalecinin sağından ağlara giderken Hietikko, sol yumruğunu hava kaldırmıştı bile. Lazaris, santradan hemen sonra tekrar sahneye çıktı. Santrada topu alan Nestuk'un geriye verdiği topu kapmak için hızla Michalik'e doğru koştu. Michalik, neye uğradığını şaşırmış bir biçimde soldaki Bolf'e pas vermeye çalışırken ayağı kaydı. Boşta kalan topu alan Lazaris, sağından kendisini takip eden Weiner'e ayağının dışıyla pasını verdi. Weiner bekletmeden şutu çekip, topu 90'a astı. Hietikko'nun sol yumruğu bir kez daha havaya kalkmıştı!
Çekler, ikinci yarıda da iki gol yiyip 4-1'lik skorla evlerine dönerken Avusturya'nın çeyrek finaldeki rakibi İtalya oluyordu. Tüm oyuncular böylesine büyük bir takımı yenerek yarı finale çıkma fırsatı ellerine geçtiği için şanslıydılar. Fakat şimdi Çek Cumhuriyeti maçından sonraki heyecanları anımsatıldığındah hepsinin tadı bir anda kaçıyor. O maçın yıldızı Lazaris, “Keşke yine kulübede kalıp, Hietikko'ya söylenmeyi sürdürseydim. Her şey o kadar güzel gidiyordu ki bir mağlubiyetle keyfimizin kaçacağına inanmıyorduk. Yenilsek, Viyana'ya dönsek ne iyi olurdu.” diyor.
“Rossi! Rossi! Rossi!”
“Tamam, beki '82'deki Brezilya kadar iyi değildik ama yine de o yarı finale çıkmayı biz hak ediyorduk!” diyor Weiner o geceyi anımsadığında. Rukanovic ise “Elimizden geleni yapmıştık. Daha fazlasına inanın gücümüz yetmezdi. Öyle bir şeyin yaşanması çok büyük bir talihsizlikti” sözleriyle anlatıyor çaresizliğini. O maçın günah keçisi olan Priegl ise konuşmayı reddediyor. “Kariyerim boyunca 205 maça çıktım. Diğer 204'ünü saniye saniye anlatmaya hazırım. Ama o maçı lütfen sormayı. İsmimin lanetlenmesine sebep olan o geceyi unutmaya çalışırken senin boktan yazın için tekrar hatırlayamam!”
Viyana sokaklarında birini çevirip, o geceyi sorduğunuzda da Priegl'inkine benzer yanıtlar alıyorsunuz. Herkes ülkenin üzerine çökmüş o bulutun dağılmışlığının tadını çıkarıyor. Unutmuşluklarıyla mutlular. Parlamento kararıyla televizyon kayıtlarından o maçı silmeye kadar götürmüşler işi. O maçın oynandığı günden sonra dünyanın en çok ziyaret edilen ülkelerinden İtalya'ya sadece 13 Avusturyalı turist gitmiş. Koca bir ulus, 20 yıldır büyük bir ciddiyetle İtalya'yı ve maçın oynandığı Daegu şehrini hafızasından çıkarmaya çalışıyor.
Aslına bakarsanız o maçın İtalya'nın daha önce defalarca yaptığına benzer bir biçimde sonuçlandığını görmemek için kör olmak lazım. Maçtan önce İngiliz spikerlerin aralarındaki şakaya çok benzeyen bir senaryoyla başladı o maç. Avusturya o görkemli futboluyla, hareketli hücumları ve savunmanın arasına dalan forvetleriyle dünyadaki tüm futbolseverleri büyülemeyi başardı. Hietikko ise kenarda hiç olmadığı kadar sakin ve hayallere dalmış görünüyordu. Tıpkı o eski şiirdeki adam gibi 'nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden' kazanacağı zaferleri düşünüyordu.
Maça yaptıkları bu hırslı başlangıcın onları öne geçirmesi hiç de zor olmadı. Modibo'nun sol kanattan sıfıra inerek yaptığı ortayı Rukanovic kafayla tamamladı fakat top üst direkte patladı. Yine de sahaya geri dönen top Lazaris'in önünde kalmıştı. O da bekletmeden sol ayağının dışıyla topu 40'ları yaklaşmış kaleci Settepassi yerden kalkamadan ağlara göndermişti. Hietikko'nun sol yumruğu yine sıkılı, gözleri yine güler, stadyumdaki Avusturyalılar yine zevkle kükrer vaziyetteydiler.
Maçın ilerleyen dakikaları da Avusturya adına çok rahat geçti. Tempoyu istedikleri gibi ayarlıyor, İtalya'nın oyun kurmasına bir an bile müsaade etmiyorlardı. Çaresizliğin kara bulutları gök mavili formayı giyen adamların zihinlerini kuşatmaya başlamışken oyuna Rossi girdi. 1982'de Brezilya'yı yıkan Paolo Rossi'yle bir kan bağı yoktu elbette. Ancak aynı onun gibi 20 numaralı formayı giyiyordu. Çoğu İtalyan forveti gibi tembeldi ve yalnızca son vuruşları iyiydi. Bu değişiklik İtalyanların amaçsızca topu ileriye şişireceklerinin ve Rossi'nin ceza sahasında yapacağı bir numaraya bel bağladıklarının habercisiydi.
Dakikalar ilerlerken Avusturya, oyunundan taviz vermiyor; Hietikko yaptığı değişikliklerle takımın diri kalmasını sağlıyordu. Her şey Weiner, topu korner direğine götürme kurnazlığını yapmak yerine sağ kanattan arka direkteki Rukanovic'e doğru orta yaptığında başladı. Topu karşılayan Bocelli, ceza sahasının hemen dışındaki Miranda'ya pasını verdi. O da hiç beklemeden ceza sahasındaki Rossi'ye doğru topu şişirdi. Aslında top tam da Priegl'e doğru geliyordu. O da bunun farkındaydı ve sağ ayağıyla yumuşatıp ileriye doğru uzaklaştırmak niyetindeydi. Muhtemelen o bu topu uzaklaştırdığında Avusturya çok uzaklarda, yarı finalde olacaktı. Ama işler bir Amerikan filmindeki kadar kötü gitti.
Priegl, sağ ayağıyla topu kontrol etmeye çalışırken kayıp, sendeledi. Az daha boylu boyunca yere yatıyordu ama çabucak doğruldu. Kendini şanslı hissediyordu böylesine bir tehlikeyi savuşturabileceği için. Topu sol ayağına alıp uzaklaştırmak isterken arkasından gelen Rossi'yi fark edememesi ise o korkunç beş saniyeyi başlattı. Rossi, sinsice topu kaptı. Kaleci Langner'in açıyı kapatmasına fırsat bile vermeden sol alt köşeden ağlara yolladı. O golü sadece İtalyan spiker sevinçle karşıladı ve üç defa Rossi'nin adını haykırdı. Tıpkı '82'de olduğu gibi...
Sadece sahadaki 11 Avusturyalı değil tüm futbolseverler şok içindeydi. Kaleye doğru düzgün gelemeyen İtalya, saçma sapan bir golle durumu eşitlemişti. Kamera İtalyan oyuncuların sevincinden hemen sonra Hietikko'ya döndü. En zorlu koşullarda, en heybetli rakiplere karşı sağlam durmayı başaran o adam, kulübedeki koltuğuna gömülmüş, gözlerini elindeki su şişesine dikmiş, öylece oturuyordu. Giovani'nin bahsettiği kusursuz olma çabasına girdiğinin farkına varmış gibiydi.
Schopp, maçı izlerken kamera Hietikko'ya döndüğünde dikkatle gözlerine baktığını söylüyor. “Mahvolmuştu! Onu antrenmana çağırdığım günden beri gözlerinde yanan ateş sönmüştü. Onun için futbol bitmişti.”
Nitekim oynanan uzatmalar Avusturya için Dünya Kupası macerasının, Hietikko içinse futbolun sonunu getirdi. Rossi bir korner sonrasında arka direkte kafayı çakıp takımını öne geçirdi. '82'deki adaşı gibi hat-trick yapamadı ama maçtan sonra İtalyan oyuncuların omuzlarındaydı. Avusturyalıların ise ağlamaya bile mecalleri yoktu. Bir tek Priegl, tekmeliklerini ve ayakkabılarını çıkarmış, ayağının kaydığı yerin üstüne oturmuş ağlıyordu. Omuzları sarsıla sarsıla, onu teselli etmeye gelen hakeme aldırmadan ağlıyordu. Emin olun o gün bir doktor gelip Priegl'i muayene etse, bir insandan o kadar gözyaşı çıkabildiğine şaşırırdı.
Sonrası tufan...
O gün Daegu Stadyumu boşaldığında bir ulusun da içindeki futbol aşkı boşaldı. Avusturya bir daha bırakın büyük turnuvalara katılmayı, elemelerde puan almayı bile zor başardı. Schopp gibi futbol kökenli beden eğitimi öğretmenleri ya emekli edildi, ya da futbol dışında bir sporun dersini vermeye zorlandılar. Önce futbol kulüplerinin sponsorları çekildi sahneden, sonra ulusal kanallarda futbol yayını kesildi. Stadyumları dolduran kalabalıklar günden güne erimeye, seyirci ortalamaları gülünç seviyelere gerilemeye başladı. Futbolun en sevildiği kıtanın göbeğinde yer alan bu ülke, kendini bu oyundan izole etti ve adeta bir futbol Kuzey Kore'sine dönüştü.
Hietikko'nun beyninde futbolun kapladığı yer de aynı sele kapılarak gitti haliyle. O da bu boşluğu doldurmak adına tası tarağı toplayıp, çok sevdiği Anna'sından ayrılmayı göze alıp, memleketi Turku'ya döndü. Futbola gönül verdiği dönemde tanıdığı herkesle bağlantısını kesti ve yazmaya başladı. Birahanelerde oturan miskinlerden tutun da yalanacak kemik arayan köpeklere kadar aklınıza gelebilecek ne kadar sefil yaratık varsa onların hikayelerini yazdı. Kendisiyle konuşmak isteyen gazeteciler şöyle dursun, aile üyelerine bile kapısını açmaz oldu. Evinden çıktığı ender zamanlarda da kendisini görüntülemek isteyenlerden kaçmayı yeğledi. Tüm bunların ardından kapandığı o evden ölümüne kadar çıkmayacağı tahmin ediliyor. Futbol dünyası ise onun kadar parlak bir zekayı erkenden kaybettiğine yanıyor.
BÖYLE BİR ELENMEK GÖRÜLMEMİŞTİR
20 yıl aradan sonra Dünya Kupası vizesi alıp, çeyrek finale kadar ilerlemeyi başaran Avusturya öyle bir golle evine dönmüştü ki ülkenin girdiği buhrandan çıkması aylar aldı.
“Her şey yolunda gidiyordu aslında. Maç boyunca ceza sahamıza doğru dürüst girememişlerdi bile. Son düdük yaklaşırken hepimiz bir sonraki rakibimizi merak ediyorduk. Ama bir anda olanlar oldu ve pat diye Bizim yerimize İtalyanlar yarı finale çıktı!” Bu sözler Ali Sunak'a ait. Yirmi yıl önce Güney Kore'de oynanan Dünya Kupası'nda o da Avusturya forması giyen oyunculardan biriydi. Savunmanın sağında oynuyordu ve turnuvadan sonra Avrupa'nın büyük takımlarından birine transfer olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Şimdiyse yüzünde o akşamdan miras kaldığı çok belli olan derin çizgilerle karşımda oturuyor. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra “Bir hata yapmadık. Turnuvanın en eğlenceli futbolunu oynuyorduk” diye devam ediyor. “Nasıl olduğuna bugün bile anlam veremiyorum.”
Aslına bakarsanız Sunak'ınkine benzer bir anlamsızlıktan maçın İngiliz spikerleri de düşmüşlerdi. Clive Tyldesley yayına girerken arkadaşı Andy Townsend'e “İtalyanları bilirsin Andy. Her turnuvadan önce onların sıradan bir takım olduğunu söyleriz. Ama sonunda bir bakarız ki şampiyon olmuşlar!” Townsend bu yorumu gülerek karşılamış, İtalyanlar için tek önemli şeyin topun bir şekilde çizgiyi geçmesi olduğunu söyledikten sonra sözü yeniden arkadaşına bırakmıştı. Townsend, Avusturyalıları sessizliğe gömen o gol geldiğindeyse maç öncesindeki sakin tavrını kaybetmiş ve ağlamaklı bir sesle “İnanılmaz Clive, inanılmaz” diyebilmişti.
“Öyle bir bedel ödememiz gerekiyordu demek ki” diyor Sunak. “Neticede çok gülerseniz günün birinde ağlarsınız.” O gün, tüm Avusturya'nın ağladığına kimsenin şüphesi yok. Dünyanın en büyük futbol sahnesine takımlarının çıkması bile başarıyken son dörde kalma fikrine o kadar kapılmışlardı ki yedikleri o tokadın acısını bütün bir ulus suratında hissetmişti. Öylesine büyük bir masal anlatılıyordu ki onlara gerçeklere dönmeyi bir türlü başaramadılar. O yılın son çeyreğinde tüm Avusturya genelinde üretim sektöründe yüzde 25'e varan bir düşüş yaşandı. O son pozisyonda hata yapan Maximilian Priegl'ın adı o yıldan sonra doğan hiçbir erkek çocuğuna koyulmadı. Bu masalın başlatıcısı, anlatıcısı, ve aynı zamanda baş kahramanı olan Terho Hietikko ise futboldan elini eteğini çekip kendini edebiyata verdi.
Erasmus'la gelen devrimci
Hietikko, 90'ların sonunda meşhur öğrenci değişim programı Erasmus'la Salzburg'a geldi. Edebiyat okuyordu ve o dönemki arkadaşlarının anlattığına göre geldiği ilk andan itibaren Avusturya'da kalmayı kafasına koymuştu. Ailesi de Hietikko'nun attığı kartlarda Avusturya'da ne kadar mutlu olduğunu ısrarla yazdığını söylüyor.
Hietikko, öğrenimini bitirmek için ülkesi Finlandiya'ya döndüğünde Turku'daki son yılını büyük bir sabırsızlıkla geçirmişti. Mezun olur olmaz da soluğu yine Avusturya'da almıştı. Bu seferki durağı başkent Viyana'ydı. Birkaç ay ailesinin gönderdiği parayla ve Finlandiya'da bir dergiye yazdığı futbol yazılarının telifleriyle geçindikten sonra bir ilkokulda İngilizce öğretmeni olarak iş buldu. Hayatı da o işi bulduktan sonra değişmeye başladı.
O dönemki iş arkadaşlarından beden eğitimi öğretmeni Wagner Schopp, Hietikko'nun futbolla yakından ilgilendiğini fark etti. Ders aralarında futbol üzerine yaptıkları uzun sohbetlerin birinde Hietikko'ya mesaiden sonra çalıştırdığı amatör takımın antrenmanını izlemeye çağırdı. Hietikko bu teklifi memnuniyetle kabul etti.
Schopp, onun sahanın kenarına geldiği gün yaşadığı mutluluğu kelimelerle tarif etmekte zorlandığını söylüyor. Abartılı el hareketleriyle “Onun bambaşka bir görüşü vardı. Verdiğimiz ilk arada yaptığı önerilerden bunu anlamıştım. Antrenmanın son bölümündeki çift kale maçta yedek takıma onun taktik vermesini söyledim. Yedekler o gün hepimizi şaşkına çeviren bir futbol oynadılar ve as takımı 4-1 yendiler.” Schopp, öğretmenlikten emekli olsa da amatör takımlarda teknik direktörlük yapmayı sürdürüyor. Arkadaşının başarısını kıskanıp kıskanmadığını sorduğumda gülümseyerek “Bilmiyorum. Onunki büyük bir başarıydı ama sonunda çok garip şeyler yaşamasına neden oldu” diyor ve işaret parmağının kafasının hemen yanında çevirerek “Anlarsın ya?” diye ekliyor.
Hietikko'nun o günkü başarısının ardından Schopp, ona bir antrenörlük kursuna katılmak isteyip istemeyeceğini sorduğunda ülke futbol tarihini değiştireceğinden haberi yoktu elbette. Hietikko, onun bu teklifini de memnuniyetle kabul edip, okuldaki mesaisinin ardından antrenörlük kursuna gitmeye başladı. Avusturya Futbol Federasyonu'nun (ÖFB) düzenlediği bu kursta da dikkatleri üzerine çekmekte gecikmedi. Kursu birincilikle bitirirken, ÖFB'nin İskoçya'da UEFA'nın verdiği eğitime göndermeyi kararlaştırdığı kişi oydu. Ancak ortada bir sorun vardı. UEFA, ülke federasyonlarından kendi vatandaşlarını eğitime göndermelerini istiyordu. Hietikko ise Finlandiya vatandaşıydı ve aynı eğitim dönemi içerisinde iki Fin'in eğitim görmesi imkansızdı.
Bu sorunu nasıl çözdüklerini Schopp'a sorduğumda yine gülmeye başlıyor. Kahkahalarının sonunda sesi hırıltılı bir şekilde çıkıyor. “Hiç zor olmadı. Zaten Terho'nun Avusturyalı bir sevgilisi vardı. Aynı evde yaşıyorlardı ve tüm bu kurs dalgası evlenmeleri için muhteşem bir bahane olmuştu.”
Hietikko, sevgilisi matematik öğretmeni Anna ile evlenir evlenmez Avusturya vatandaşı oldu. Kısa bir süre sonra da İskoçya'nın yolunu tuttu. Onun Glasgow'a uçtuğu gün Avusturya, Türkiye ile 2002 Dünya Kupası'na katılma mücadelesi veriyordu. Avusturya o maçı 5-0 kaybetti ve ülke futbolu büyük bir krize girdi. Türkiye ise yakaladığı altın jenerasyon sonrasında Güney Kore'de üçüncülük madalyasını takmayı başardı. Yani Hietikko ve öğrencilerinin 16 yıl sonra o büyük felaketi yaşayacakları yerde...
'Altın çocuk' olarak dönüyor
Hietikko, 24 ay süren eğitimi boyunca Avrupa futbolunun en büyük teknik adamlarından dersler aldı. Futbol yahut spor akademisi kökenli olmadığı için başlarda küçümsense de kısa sürede eğitmenleri etkilemeyi başardı. Eğitimi ÖFB'nin kursunda olduğu gibi birincilikle tamamladı. Sertifikasını veren Sir Alex Ferguson, elini sıktıktan sonra büyük bir sevinçle ona “Günün birinde mutlaka karşıma çıkacaksın evlat” diyordu.
Ferguson'la el sıkışırken çekilmiş fotoğrafı Avusturya gazetelerinin spor sayfalarında yer alan çeyrek sayfalık haberlerde kullanıldı. Haberlerin hemen hepsi benzer bir dille yazılmıştı. Hietikko'nun ülke futbola yapacağı katkılardan bahsediyor ve yeni göreve gelmiş ÖFB başkanı Hans Rainer Schulze'nin ona dair umutlarını içeren sözlerini alıntılıyorlardı. “Geride bıraktığımız bir altın jenerasyon olabilir” diyordu Schulze. “Ama Herr Hietikko'nun yeni bir altın jenerasyonun yaratıcılarından olacağına tüm kalbimle inanıyorum.”
Schulze'nin bu inancının karşılığı olarak Hietikko, döner dönmez ÖFB bünyesinde işe alındı. 17 yaş altı milli takımının yardımcı antrenörü olarak saha kenarına indi. Ali Sunak, David Modibo ve Anthony Weiner gibi oyuncuların futbol sahnesindeki ilk adımlarında o vardı. Avusturya, tarihinde ilk defa 17 yaş altında Avrupa şampiyonu olurken de kulübedeydi. Schulze'nin tahminleri doğruydu. İskoçya'dan 'altın çocuk' olarak dönen Hietikko, yeni bir altın jenerasyonu usta bir kuyumcunun titizliğiyle yaratıyordu.
Zaferle sonuçlanan turnuvanın ardından 21 yaş altı milli takımında teknik direktörlüğe getirildi. Tabii 17 yaş altı kadrosunda fırtına gibi esen oyuncular da onunla birlikte terfi etmişlerdi. Hareketli bir hücum hattına ve güçlü bir savunmaya sahip takımıyla rakiplerini baskı altına almakta zorlanmıyordu. Hietikko, bağıra bağıra Avrupa futbol sahnesine çıkmaya ve Avusturya futbolunda devrim yapmaya hazırlanıyordu.
Gelgitler
Elbette onun bu başarılı futbolu kulüp yöneticilerinin dikkatlerinden kaçmamıştı. Bir içecek firmasının sponsor olduğu ve büyük yatırım yaptığı Salzburg takımının ona yaptığı teklif Hietikko'nun tüm dengesini alt üst etmişti. Kariyeri açısından kaçırılamayacak bir fırsat eline geçmişti. Üstelik onu Avusturya'ya bağlayan şehre gidecekti. Fakat karısının Viyana'dan ayrılmak istememesi sorun yarattı. Anna'yı üzemeyecek kadar çok seviyordu. Bu yüzden tek başına Salzburg'a gitmeyi önermedi bile. Teklifi kibarca reddetti ve ÖFB'yle yaptığı sözleşmesini uzatmaya karar verdi.
Ne var ki Hietikko'nun 21 yaş altı takımı için yaptığı planlar pek de yolunda gitmiyordu. Dikkat çeken tüm oyuncuları yaşları 21'in altında olmasına rağmen A milli takıma çağrılıyor ama kulübeye mahkum ediliyorlardı. Hietikko her kadro açıklanmasının ardından deliye dönüyor, Schulze'ye dert yanıyordu. Schulze ise elinden bir şey gelmediğini, konuyu A takım hocasıyla görüşmesi gerektiğini söylüyordu.
Hietikko, A takımın yaşlı hocası Michael Brücke'yle görüşmek için çok uğraştı. Ama aksi adam ona bir türlü randevu vermedi. Kamplar esnasında yakalayıp, derdini ayaküstü anlatmaya çalıştığındaysa genç teknik adamı tersledi.
Bu durumun Hietikko'yu iyice hırslandırdığını söylüyor Schopp. Onunla on günde bir yaptıkları buluşmalarda sürekli Brücke'den yakınıyor, ülke futbolunu bu gibi adamlara emanet etmenin büyük
bir saçmalık olduğunu söylüyor ve A milli takımın başına geçmeden ÖFB'den ayrılmacağına yemin ediyormuş. Nitekim Hietikko, sinir bozukluğu ve reddedilen kulüp teklifleriyle geçen yılların ardından amacına ulaştı. 2015 Eylül'ünde Brücke'nin geçirdiği kalp krizinin ardından aldığı emeklilik kararı onun önünü açtı.
“Çıldırmış bu adam!”
Hietikko'nun basına tanıtıldığı törende yanınca elbette Schulze vardı ve ilk konuşmayı da o yaptı. Büyük bölümü Hietikko'nun kariyerine başlamasına yaptığı katkıları anlatmakla geçen konuşmasının sonunda Schulze, “Umarım önümüzdeki 10 yıl içinde bir turnuvaya katılma hakkı elde ederiz” dedi. Bunun üzerine birden lafa dalan Hietikko, Schulze'nin ve bir salon dolusu gazetecinin şaşkın bakışlarıyla karşılanan “Sayın başkana katılmıyorum. Önümüzdeki turnuvaya katılamazsak da istifa ederim” ifadesini kullandı.
A takım seviyesinde hiçbir tecrübesi bulunmayan genç teknik adamın, böylesine bir çıkış yapması elbette şaşırtıcıydı. Ancak aynı tonu koruyarak konuşmasını sürdürdü. “Bu takımın potansiyelini yansıtamadığı yıllar geride kaldı. Yeni bir geleceği, yeni oyuncularla inşa etmek için önümüzde çok önemli bir fırsat var. Eleme grubundaki tüm rakiplerimizi yenecek güçteyiz. Sizlerle maçlar tamamlandığında yine bu salonda buluşacağım. O zaman yüzünüzde daha şaşkın ifadeler göreceğim. Çünkü Dünya Kupası bileti almış olacağız!”
Hietikko'nun her şeyi kaybetmeye (kazanacağını kimse beklemiyordu haliyle) hazır görüntüsü ülke basınında geniş ve tekdüze bir yankı buldu. Ülkenin 20 yıl önce katıldığı Dünya Kupası'ndaki teknik direktörü Hilbert Krohnberg, çok satan bir gazetedeki köşe yazısında “Çıldırmış bu adam! Kendisiyle birlikte altın jenerasyonu oluşturmaya aday genç yeteneklerimizi de maceraya sürükleyecek. Gerçekçilikten bu kadar uzak, romantik fikirlerle futbola yön vermeye çalışan birine milli takımı emanet etmek de en az onunki kadar çılgınlık” diye yazıyordu.
Masal başlıyor...
Hietikko'nun görüşleri gerçekten de çılgıncaydı! Grupta geçilmesi imkansız görülen İngiltere'nin yanı sıra çok yetenekli bir kuşağın olgunlaşma dönemini yaşadığı Belçika, yeniden yapılanan ve tecrübeyle gençliği harmanlamayı başarmış görünen Rusya vardı. Bu üç takım da 2016 Avrupa Şampiyonası'nda oynayacaklardı. Grupta Avusturya'yla denk olarak görülen tek takım Bulgaristan'dı. Takımın Bulgaristan ile gruba son torbadan katılan San Marino'yu geçip 4. olmasının oyuncuların deneyimsizliği düşünüldüğünde başarı olacak inancı hakimdi.
Viyana'da 2016 Eylül'ünde oynanan ilk maçta rakip üç ay önce Avrupa şampiyonu olmuş Belçika'ydı. Hietikko ise kendinden emin bir şekilde konuşmayı sürdürüyordu. “Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Onlar bütün yazı sırlarını açık ederek geçirdiler. Bizim ne yapacağımıza dair hiçbir fikirleri yok. Onları tuzağa düşürmek için uğraşacağız” diyordu ve dediğini sahaya yansıtmayı başardı. Maça muhteşem bir presle başlayan Avusturya, rakibinin topla oynamasına bir an bile müsaade etmiyordu. Hücum hattının ucunda oynayan Weiner'in başlattığı pres sayesinde Belçikalı oyuncular şaşkına dönmüşlerdi. Weiner'in kanatlarda oynayan Rukanovic ve Klein ile sürekli yer değiştirmesi de rakibin savunma hattını nasıl kuracağına bir türlü karar verememesini sağladı. İlk yarının sonlarına doğru kazanılan korner de Avusturya'ya maçın başından bu yana çöldeki Mecnun'un tutkusuyla aradığı golü getirdi. Modibo'nun kornerden arka direğe yaptığı ortada Rukanovic, kafayla ağları havalandırdı ve bütün Ernst Happel Stadyumu ayağa kalktı. Bu golle soyunma odasına 1-0 önde gidilirken Hietikko, gururla ve hayranlıkla tribünlerin sevincini seyrediyordu.
İkinci yarıda herkes Avusturya'nın yorulacağını düşünürken tam tersi oldu. Topu alabilmek için sinirlenen Belçikalı futbolcular tüm disiplinlerini kaybettiler. Topu aldıkları ender anlarda da kahraman olmak adına şahsi oynayıp, Priegl ile Dragutinovic'in oluşturduğu tandemin arasında kayboldular. Avusturya hücumcuları ise hareketli oynamayı ve savunmanın başını döndürmeyi sürdürüyorlardı. Farkı ikiye çıkaran golü Weiner sol çaprazdan çektiği sert şutla attı. On dakika sonra da sağ kanattan ceza alanına girip yerde kalmasıyla kazandırdığı penaltıyı Modibo gole çevirdi. Golden sonra korner direğinin etrafında kümelenen oyuncuların arasına Hietikko da katılmıştı. 3-0'lık zafer onun masalının başlangıcıydı!
Ertesi gün gazeteler kümelenmiş oyuncuların hemen yanında yumruklarını sıkıp zıplayan takım elbiseli Hietikko'nun fotoğrafını bastılar. Krohnberg'in yazdığı gazete, fotoğraftan oklar çıkarmış ve göçmen oyuncuların milliyetlerini yazmıştı. Fotoğrafın altındaysa “Finli bir teknik adam, Ganalı, Türk ve Sırp kökenli oyuncularıyla Avusturya'ya zafer kazandırıyor. Bunun altında yatan tek şey tutku!” diyordu. Krohnberg bile Hietikko'nun yaptıklarından etkilenmiş görünüyordu. Yine de ilk yarıyı şansın yardımıyla önde bitirmeseler, işlerinin çok zor olacağını söylüyordu. Ama çok büyük bir yanılgı içinde olduğunun farkında değildi...
Wembley!
Hietikko'nun takımı Belçika'nın ardından San Marino, Rusya ve Bulgaristan'ı da zorlanmadan mağlup edince bir anda grupta liderlik koltuğuna oturmuştu. Wembley'de kendileriyle aynı puandaki İngiltere'yle oynayacakları maç öncesindeyse beklentiler bir hayli yükselmişti. Ancak bu beklentilerin İngilizlere yansıdığı pek söylenemezdi. Wembley'deki maç öncesinde düzenlenen basın toplantısında bunu açıkça hissettirmişlerdi.
“Defansif oynamanız gerektiğini düşünüyor musunuz?” diye sormuştu bir gazeteci. Hietikko bu soruyu “Grubun en çok gol atan ve en az gol yiyen takımı biziz. Niye öyle bir saçmalık yapalım ki?” diyerek cevaplamıştı. Bir başkası “Bu maçı kaybederseniz ne yapacaksınız?” diye sorunca Hietikko önce gülmüş, ardından gayet sakin bir şekilde “Uçağa binip Viyana'ya döneceğiz” demişti. Onu kızdırmaya çalıştıkları çok açıktı ancak tuzaklarına düşmemişti. Ne var ki sahada işler istediği gibi gitmeyecek, İngiltere 5-0'lık görkemli bir galibiyetle grup liderliğine kurulacaktı.
Maçtan sonra soruları cevaplamayacağını ve çok kısa bir açıklama yapacağını söyledi. Sinirliydi ancak kendinden emin havasını da koruyordu. “Biz bu gruptan çıkacağız. İstediğinizi söyleyin ama ben gerçeklerle konuşuyorum. Üç puan aldığınız için de tebrik ederim ama Viyana'dan eli boş döneceksiniz” diyerek sözlerini bitirdi.
Bir ay sonra İngilizler Viyana'ya üç puanlık farkla grup lideri olarak geldiler. Avusturya'yı ve saplantılı teknik adamlarını üzeceklerine şaşmaz bir şekilde inanıyorlardı. Ancak Hietikko, hamleleriyle onları şaşırtmayı başardı. Savunmayı üçlü kurup, 5'li orta sahanın sağına Ali Sunak'ı, soluna Modibo'yu yerleştirdi. Bu sayede dengeli bir şekilde hücum etmeyi ve orta sahada hakimiyeti sağlamayı başardı. İlk yarı sonunda tabelada 'Österreich 2-0 England' yazıyordu. Hietikko, oyuncularıyla birlikte soyunma odasına gitmedi. Kulübenin önünde dikildi, 52 bin taraftarın hep bir ağızdan “Ter-ho! Ter-ho! Ter-ho!” diye bağırmasını huşu içinde dinledi.
3-0 sonuçlanan maçın ardından hiçbir İngiliz gazeteci Hietikko'ya soru sormaya cesaret edemedi.
Birinci mevkide Dünya Kupası'na
Takip eden Rusya ve Bulgaristan maçlarını da kazanan Avusturya, Güney Kore'ye gitmeye hak kazanmıştı. Son maçta Belçika'yla karşılaşacaklardı. Rakiplerinin gruptan çıkma şansı kalmamıştı ancak ilk maçın intikamını almak için sahaya çıkacaklarını Hietikko çok iyi biliyordu. Ayrıca grup liderliğini de almak ve İngilizlere bir kazık daha atmak amacındaydı. Bunun için beraberlik yeterli olacaktı. Nitekim Hietikko da istediğini almak için oynayan bir takımla sahaya çıktı. Maç boyunca topla oynayıp, rakibi çok iyi karşıladılar. Maç golsüz eşitlikle bitti ve Avusturya'nın Dünya Kupası hayalleri gerçeğe dönüştü. Bu maç başından beri ona inanmayan Krohnberg'i bile yumuşatmıştı. Çok değil, bir buçuk yıl önce çılgınlıkla suçladığı adama “Ne istediğini ve onu almasını çok iyi biliyor. Taktiksel açıdan çok esnek bir takım yarattı. Bu adam bir dâhi!” diyordu.
Hietikko, Viyana'ya döndüklerinde yapılan kutlamalara katılmadı. Schulze'nin resmi tebrik yemeğinin ardından karısı Anna'yla Napoli'ye gitti. Salzburg'daki Erasmus günlerinden arkadaşı olan Giovanni'nin evinde tatil yaptılar. Giovanni o günleri “Kafasını boşaltmak istiyordu. Kendi bile ne kadar değiştiğinin farkında değildi. En ufak hatasında kendini azarlıyordu. Kusursuz olmaya çalışıyordu” diye anlatıyor. Üstelik Napoli'deki günlerinde de çalışmaktan geri kalmamıştı. Haftanın en az iki gününü maç izlemeye ayırıyor, Anna'yı civardaki köylere yahut tarihi yerlere götürme işini Giovanni'ye bırakıyordu.
Bir buçuk ay süren tatilin ardından turnuva hazırlıklarına girişti. Belirlediği 30 kişilik kadroyu ligler biter bitmez kampa çağırdı. Salzburg yakınlarındaki bir dağ kasabasında geçen bir haftalık sürecin ardından da hazırlık maçları için Güney Kore'ye uçtular.
Gruplarında İspanya, Macaristan ve Şili vardı. Herkes onlardan çekiniyordu. Eski günlerinin uzağında ve geçiş döneminde olan İspanya'yla grubun son maçında karşılaşacak olmaları büyük bir fikstür şansıydı. Hietikko, rahat bir havayla hazırlıkların sürdüğünü belirtirken “Bizim işimiz bu gruptan çıkmak değil. Daha ötesini düşünüyoruz. Diğer takımlar ne hedefliyorlar bilmiyorum ama biz buraya kupayı almak için geldik” diyordu.
Turnuvaya Şili maçında yaptıkları 2-0'lık başlangıçla takımına güvenenleri bir kez daha yanıltmıyordu Hietikko. İkinci maçta, elenmemek için sahaya çıkan Macaristan'ı tek golle geçip, son 16'ya kalmayı garantilediler. Gruptaki son maçları tıpkı elemelerde olduğu gibi liderlik mücadelesine dönüşmüştü ve yine gruptaki gibi beraberlik onlara yetiyordu.
Ama bu sefer güçlerini test etmek için sahaya çıktıkları çok belliydi. İlk iki maçtakinin aksine topu hücuma taşımak için insanüstü bir çaba gösteriyor, yaş ortalaması 33 olan oyunculardan kurulu İspanyol orta sahasını hallaç pamuğu gibi atıyorlardı. Bu çabaları sayesinde iki gol atarak hem gövde gösterisi yaptılar, hem de grubu gol bile yemeden tamamlıyorlardı. Hietikko'ya göre turnuva asıl şimdi başlıyordu. On gün sonra nasıl bir felaketin içine düşeceklerinden haberi yoktu elbette.
“Yenilsek ne iyi olurdu...”
Son 16 turunda Avusturya'nın rakibi Çek Cumhuriyeti olmuştu. Uzun boylu forvetleri Nestuk'a şişirdikleri toplara dayalı bir hücum, rakip forvetleri tekmeleyerek yıldırmaya dayalı bir de savunma anlayışları vardı. Hietikko, bu hengameden nasıl kaçacağını çok iyi biliyordu. Grup maçlarında sürekli kulübede oturttuğu Lazaris'i o maçta ilk 11'de sahaya sürdü. Modibo'yu ise sol kanada çekti. Böylece Çeklerin ilgisi Modibo'ya yoğunlaşmışken ortada yaşanacak kademe hatalarını Lazaris'in driplingleriyle pozisyonlara dönüştürmeyi planlıyordu.
Ancak maçın ilk 20 dakikası geride kaldığında Çekler 1-0 öndeydi. Nestuk'a yaptıkları ortalar işe yaramış, 13. dakikada onun kafasından buldukları golle öne geçmişlerdi. İşler Hietikko için iyi gitmiyor gibi görünüyordu. Ne var ki Lazaris'e yüklediği rolün karşılığını alacağını biliyordu. İlk yarının bitimine beş dakika kala ceza yayı civarında topu alan Lazaris, önce soldan kaçan Modibo'ya pas atarmış gibi yapıp iki savunmacıdan kurtuldu. Sonra topu hızla sağına alıp, sağ ayağıyla sert bir şut çıkardı. Top kalecinin sağından ağlara giderken Hietikko, sol yumruğunu hava kaldırmıştı bile. Lazaris, santradan hemen sonra tekrar sahneye çıktı. Santrada topu alan Nestuk'un geriye verdiği topu kapmak için hızla Michalik'e doğru koştu. Michalik, neye uğradığını şaşırmış bir biçimde soldaki Bolf'e pas vermeye çalışırken ayağı kaydı. Boşta kalan topu alan Lazaris, sağından kendisini takip eden Weiner'e ayağının dışıyla pasını verdi. Weiner bekletmeden şutu çekip, topu 90'a astı. Hietikko'nun sol yumruğu bir kez daha havaya kalkmıştı!
Çekler, ikinci yarıda da iki gol yiyip 4-1'lik skorla evlerine dönerken Avusturya'nın çeyrek finaldeki rakibi İtalya oluyordu. Tüm oyuncular böylesine büyük bir takımı yenerek yarı finale çıkma fırsatı ellerine geçtiği için şanslıydılar. Fakat şimdi Çek Cumhuriyeti maçından sonraki heyecanları anımsatıldığındah hepsinin tadı bir anda kaçıyor. O maçın yıldızı Lazaris, “Keşke yine kulübede kalıp, Hietikko'ya söylenmeyi sürdürseydim. Her şey o kadar güzel gidiyordu ki bir mağlubiyetle keyfimizin kaçacağına inanmıyorduk. Yenilsek, Viyana'ya dönsek ne iyi olurdu.” diyor.
“Rossi! Rossi! Rossi!”
“Tamam, beki '82'deki Brezilya kadar iyi değildik ama yine de o yarı finale çıkmayı biz hak ediyorduk!” diyor Weiner o geceyi anımsadığında. Rukanovic ise “Elimizden geleni yapmıştık. Daha fazlasına inanın gücümüz yetmezdi. Öyle bir şeyin yaşanması çok büyük bir talihsizlikti” sözleriyle anlatıyor çaresizliğini. O maçın günah keçisi olan Priegl ise konuşmayı reddediyor. “Kariyerim boyunca 205 maça çıktım. Diğer 204'ünü saniye saniye anlatmaya hazırım. Ama o maçı lütfen sormayı. İsmimin lanetlenmesine sebep olan o geceyi unutmaya çalışırken senin boktan yazın için tekrar hatırlayamam!”
Viyana sokaklarında birini çevirip, o geceyi sorduğunuzda da Priegl'inkine benzer yanıtlar alıyorsunuz. Herkes ülkenin üzerine çökmüş o bulutun dağılmışlığının tadını çıkarıyor. Unutmuşluklarıyla mutlular. Parlamento kararıyla televizyon kayıtlarından o maçı silmeye kadar götürmüşler işi. O maçın oynandığı günden sonra dünyanın en çok ziyaret edilen ülkelerinden İtalya'ya sadece 13 Avusturyalı turist gitmiş. Koca bir ulus, 20 yıldır büyük bir ciddiyetle İtalya'yı ve maçın oynandığı Daegu şehrini hafızasından çıkarmaya çalışıyor.
Aslına bakarsanız o maçın İtalya'nın daha önce defalarca yaptığına benzer bir biçimde sonuçlandığını görmemek için kör olmak lazım. Maçtan önce İngiliz spikerlerin aralarındaki şakaya çok benzeyen bir senaryoyla başladı o maç. Avusturya o görkemli futboluyla, hareketli hücumları ve savunmanın arasına dalan forvetleriyle dünyadaki tüm futbolseverleri büyülemeyi başardı. Hietikko ise kenarda hiç olmadığı kadar sakin ve hayallere dalmış görünüyordu. Tıpkı o eski şiirdeki adam gibi 'nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden' kazanacağı zaferleri düşünüyordu.
Maça yaptıkları bu hırslı başlangıcın onları öne geçirmesi hiç de zor olmadı. Modibo'nun sol kanattan sıfıra inerek yaptığı ortayı Rukanovic kafayla tamamladı fakat top üst direkte patladı. Yine de sahaya geri dönen top Lazaris'in önünde kalmıştı. O da bekletmeden sol ayağının dışıyla topu 40'ları yaklaşmış kaleci Settepassi yerden kalkamadan ağlara göndermişti. Hietikko'nun sol yumruğu yine sıkılı, gözleri yine güler, stadyumdaki Avusturyalılar yine zevkle kükrer vaziyetteydiler.
Maçın ilerleyen dakikaları da Avusturya adına çok rahat geçti. Tempoyu istedikleri gibi ayarlıyor, İtalya'nın oyun kurmasına bir an bile müsaade etmiyorlardı. Çaresizliğin kara bulutları gök mavili formayı giyen adamların zihinlerini kuşatmaya başlamışken oyuna Rossi girdi. 1982'de Brezilya'yı yıkan Paolo Rossi'yle bir kan bağı yoktu elbette. Ancak aynı onun gibi 20 numaralı formayı giyiyordu. Çoğu İtalyan forveti gibi tembeldi ve yalnızca son vuruşları iyiydi. Bu değişiklik İtalyanların amaçsızca topu ileriye şişireceklerinin ve Rossi'nin ceza sahasında yapacağı bir numaraya bel bağladıklarının habercisiydi.
Dakikalar ilerlerken Avusturya, oyunundan taviz vermiyor; Hietikko yaptığı değişikliklerle takımın diri kalmasını sağlıyordu. Her şey Weiner, topu korner direğine götürme kurnazlığını yapmak yerine sağ kanattan arka direkteki Rukanovic'e doğru orta yaptığında başladı. Topu karşılayan Bocelli, ceza sahasının hemen dışındaki Miranda'ya pasını verdi. O da hiç beklemeden ceza sahasındaki Rossi'ye doğru topu şişirdi. Aslında top tam da Priegl'e doğru geliyordu. O da bunun farkındaydı ve sağ ayağıyla yumuşatıp ileriye doğru uzaklaştırmak niyetindeydi. Muhtemelen o bu topu uzaklaştırdığında Avusturya çok uzaklarda, yarı finalde olacaktı. Ama işler bir Amerikan filmindeki kadar kötü gitti.
Priegl, sağ ayağıyla topu kontrol etmeye çalışırken kayıp, sendeledi. Az daha boylu boyunca yere yatıyordu ama çabucak doğruldu. Kendini şanslı hissediyordu böylesine bir tehlikeyi savuşturabileceği için. Topu sol ayağına alıp uzaklaştırmak isterken arkasından gelen Rossi'yi fark edememesi ise o korkunç beş saniyeyi başlattı. Rossi, sinsice topu kaptı. Kaleci Langner'in açıyı kapatmasına fırsat bile vermeden sol alt köşeden ağlara yolladı. O golü sadece İtalyan spiker sevinçle karşıladı ve üç defa Rossi'nin adını haykırdı. Tıpkı '82'de olduğu gibi...
Sadece sahadaki 11 Avusturyalı değil tüm futbolseverler şok içindeydi. Kaleye doğru düzgün gelemeyen İtalya, saçma sapan bir golle durumu eşitlemişti. Kamera İtalyan oyuncuların sevincinden hemen sonra Hietikko'ya döndü. En zorlu koşullarda, en heybetli rakiplere karşı sağlam durmayı başaran o adam, kulübedeki koltuğuna gömülmüş, gözlerini elindeki su şişesine dikmiş, öylece oturuyordu. Giovani'nin bahsettiği kusursuz olma çabasına girdiğinin farkına varmış gibiydi.
Schopp, maçı izlerken kamera Hietikko'ya döndüğünde dikkatle gözlerine baktığını söylüyor. “Mahvolmuştu! Onu antrenmana çağırdığım günden beri gözlerinde yanan ateş sönmüştü. Onun için futbol bitmişti.”
Nitekim oynanan uzatmalar Avusturya için Dünya Kupası macerasının, Hietikko içinse futbolun sonunu getirdi. Rossi bir korner sonrasında arka direkte kafayı çakıp takımını öne geçirdi. '82'deki adaşı gibi hat-trick yapamadı ama maçtan sonra İtalyan oyuncuların omuzlarındaydı. Avusturyalıların ise ağlamaya bile mecalleri yoktu. Bir tek Priegl, tekmeliklerini ve ayakkabılarını çıkarmış, ayağının kaydığı yerin üstüne oturmuş ağlıyordu. Omuzları sarsıla sarsıla, onu teselli etmeye gelen hakeme aldırmadan ağlıyordu. Emin olun o gün bir doktor gelip Priegl'i muayene etse, bir insandan o kadar gözyaşı çıkabildiğine şaşırırdı.
Sonrası tufan...
O gün Daegu Stadyumu boşaldığında bir ulusun da içindeki futbol aşkı boşaldı. Avusturya bir daha bırakın büyük turnuvalara katılmayı, elemelerde puan almayı bile zor başardı. Schopp gibi futbol kökenli beden eğitimi öğretmenleri ya emekli edildi, ya da futbol dışında bir sporun dersini vermeye zorlandılar. Önce futbol kulüplerinin sponsorları çekildi sahneden, sonra ulusal kanallarda futbol yayını kesildi. Stadyumları dolduran kalabalıklar günden güne erimeye, seyirci ortalamaları gülünç seviyelere gerilemeye başladı. Futbolun en sevildiği kıtanın göbeğinde yer alan bu ülke, kendini bu oyundan izole etti ve adeta bir futbol Kuzey Kore'sine dönüştü.
Hietikko'nun beyninde futbolun kapladığı yer de aynı sele kapılarak gitti haliyle. O da bu boşluğu doldurmak adına tası tarağı toplayıp, çok sevdiği Anna'sından ayrılmayı göze alıp, memleketi Turku'ya döndü. Futbola gönül verdiği dönemde tanıdığı herkesle bağlantısını kesti ve yazmaya başladı. Birahanelerde oturan miskinlerden tutun da yalanacak kemik arayan köpeklere kadar aklınıza gelebilecek ne kadar sefil yaratık varsa onların hikayelerini yazdı. Kendisiyle konuşmak isteyen gazeteciler şöyle dursun, aile üyelerine bile kapısını açmaz oldu. Evinden çıktığı ender zamanlarda da kendisini görüntülemek isteyenlerden kaçmayı yeğledi. Tüm bunların ardından kapandığı o evden ölümüne kadar çıkmayacağı tahmin ediliyor. Futbol dünyası ise onun kadar parlak bir zekayı erkenden kaybettiğine yanıyor.
Dere
Adidas'ın bu seneki kalıplarında arka-üstte yer alan enine şerit, bir süre sonra sıkmaya başlıyor. Hatta Dünya Kupası'nı sayarsak, çokları için şimdiden o seviyeye gelmiştir. Valencia (Adidas'la bu sezon anlaşan bir kulüp olarak) her nasılsa bundan kurtulmuş. Bir koçyiğit tehlikenin farkına varıp "Beyler o şeriti kaldırmazsanız anlaşma bozulur, ona göre" demiş olsa, düşünsenize.
Kumbela
Bu tasarım kendi başına zaten çok iyi de, siyah ve beyazda daha bir güzel durmuş. Böyle daha çok kendine has kaleci forması tasarımına ihtiyacımız var.
O gün Asteras maçını izlerken aklıma bu forma geldi. Bu da aynı kafa işte. Zırh falan gibi.
The Book of Basketball #6
Gönderen
Beercholic
on 19 Eylül 2014 Cuma
Başlamadan:
~
Russell ve Bradley, farklı sözlerle aynı noktada buluşuyordu: Oyuncular, yeteneklerini takım arkadaşlarınınkiyle birleştirmelerine göre değerlendirilmeliler, istatistiklere göre değil. Herhangi bir oyuncu sadece bir sezonluğuna bu birleştirmeyi yapabilir. Ancak bu bağlantıyı bulmak, geliştirmek ve üstüne koymak, şampiyonluğu kazanmak, bir aradalığı sürdürmek, kaçınılmaz engellerden kurtulmayı başarmak, daha aç düşmanlarınızı defetmek ve daha çok başarı için geri dönmek... İşte bu bir şampiyonun işi. Russell'ın açıkladığı gibi, "Şampiyonluğu korumak, kazanmaktan daha zordur. Bir kere kazandıktan sonra, bazı kilit isimler muhtemelen oynadıkları rol hakkında hoşnutsuzluğa başlarlar, bu da kazanmak için gerekli olan takım konsantrasyonunu korumayı zorlaştırır. Aynı zamanda bir kez kazanmışsınızdır, bir dağı ilk kez tırmanacak olan insanlarla kıyaslandığınızda onlar kadar inançlı olamazsınız, kazanmak artık sizin için yeni bir şey değildir. Bir de, son şampiyonluğun otomatik olarak yenisini de getireceğine dair kötü bir inanca kapılırsınız. Halbuki oraya çıkıp bunu maçtan maça, sırayla gerçekleştirmelisiniz. Üstelik, artık yaşlanmışsınızdır ve vücut şiddete ve acıya daha az dayanıklıdır. 30-35 yaşları arasında, artan baskı ve acılara dayanabilen motivasyona sahip olan birini bulmuşsanız, bir şampiyon buldunuz demektir."(29)
Ben yukarıda "istatistikler" veya "sayılar" diye bir kelime görmedim. Bunlar tamamen kazanmakla alakalı paragraflar. Şimdi bana hangi takımın playofflar başlamadan önce Sır'ı keşfettiğini söyleyebilirsiniz. Celtics 2007-2008 pre-season'u göze çarpar nitelikte dar ve birbirine bağlı, Garnett/Allen takaslarıyla yenilenmiş, İtalya'ya cep telefonlarını evlerinde bırakarak -ki bu gelenek dışı bir şekilde onları birbirine bağlamanın etkin bir yoluydu- giden bir grupla bitirdi.(30) Kendilerine "Ubuntu" denilen, Bantu* dilinden türetilmiş ve kabaca birliktelik anlamına gelen bir slogan buldular. Birleşik Devletler'e döndüklerinde bile birlikte takılıyorlardı; mesela maç sonrası yemeğine veya sinemaya üç oyuncu gitmek yerine her seferinde en az dokuz veya on kişi oluyorlardı. Her hava atışından önce Eddie House ve James Posey masa hakeminin orada ayakta durup maça başlayacak beşi tek tek karşılıyordu.(31) Eddie ayrıntılı bir şekilde her biriyle farklı tokalaşıyor, Posey ise gelenleri ayı gibi kavrayıp sarılıyor ve kulaklarına motive edici şeyler fısıldıyordu. Bench oyuncuları, ilk beş için sanki onlar okul öncesi takımındaki beyaz ve aptal onuncu sınıflarmış gibi kenara çekiliyor, ilk beş bench'teyken mola alındığındaysa roller değişiyordu. Ve sezon aynen bu şekilde gitti. Bu ortak fedakarlıktan en çok sorumlu olan oyuncu Garnett, sezonu MVP oylamasında üçüncü sırada bitirdi çünkü önceki sezonlara göre rakamlarında bir düşüş vardı. Öte yandan Celtics ise 2007'de en kötü dereceden, 2008'de en iyi dereceye sıçramıştı. Bunun için bir istatistik var mı? (Kahretsin, unuttum: Buna kazanmak deniyor.) İşte bu basketbolu bu kadar mükemmel yapan şey. Maçları izlemelisiniz. Dikkatinizi vererek izlemelisiniz. Rakamlar ve istatistikler sizi baştan çıkartmamalı. Bu kitabı bir şekilde bitirdiğimde, size hala Lebron'un '09 Cavaliers'ının Ubuntu'ya benzer kimyayı nasıl geliştirdiğini, sürekli nasıl üzerine koyduğunu — oyuncuların birbirlerini ne kadar çok sevdiğini, herhangi bir oyuncunun (istediğinizi seçin) kariyerinin daha önceki bir döneminde basketbol oynamaktan hiç bu kadar keyif almadığını ve buna benzer şeyleri anlatamamış olacağım. Bu tıpkı kankanızın sevgilisiyle yaptığı harika seksten bahsederken bütün oyuncuların olaya aynı şekilde bakması gibiydi: İnanılmazdı. Ben daha önce böyle bir şeyle rastlaşmadım. "Böyle bir şeyi nerede okumuş olabilirim?" diye düşünürken, hatırladım. Bu alıntı Sports Illustrated'ın Aralık 1974 sayısından, Warriors'la ilgili:
"Bu takımda mükemmel grup oyuncuları var. Takımı kendisinden öne koyan adamlar. Bence basketbol her şekilde takım oyunlarının timsalidir ve bizim de takımın başarısı için birbirlerine tamamlayıcılık görevi yapan oyuncularımız var. Herkesin peşinde koştuğu tek şey takım başarısı. Takım kazandığı sürece kötü oynadığı için kendine üzülen bir oyuncu görmedim. Herhangi bir oyuncumuz geçmişte belki kötü şut performansı için daha çok endişelenmiş olabilir ama şimdi, maçı kazandığımız sürece berbat da oynamış olsa en az hepimiz kadar mutlu olur."
Bunu kim söylemiş biliyor musunuz? Rick Barry. Kendi döneminin en büyük yavşağı. Bir şey onu o Warriors takımı hakkında tetikledi: hissediyordu, bunu dile getirmek konusunda rahattı... ve evet, altı ay sonra Finaller MVP'si ödülünü kazanmıştı. Ne zaman takımın yıldız oyuncusu, Barry'nin yaptığı gibi takımını yere göğe sığdıramayan açıklamalar yapsa, o takımın başına güzel şeylerin geleceğini anlarsınız. Sadece bilirsiniz. Tabii ki herhangi bir takım bir seneliğine bu ortak fedakarlığa sahip olabilir. Peki şampiyonluk kazandıktan sonra bunu korumayı ve daha da üstüne koymayı nasıl başarırsınız? Eski Montreal Canadiens kalecisi Ken Dryden açıklıyor:
"Kazanmak bir devlet meselesi haline gelir, bir zorunluluktur, beklentidir, sonunda, sizin konumunuz, tutum ve davranışlarınızdır. Mükemmelliktir. En iyi olmak için, en iyilerle oynama şansı nadirdir. Bunu yakaladığınızda, asla vazgeçmek istemezsiniz. Çok kolay değildir ve çok eğlenceli de değildir... Bizim gibi çok sık kazandığınızda, kaybetme hakkını elde edersiniz. Bu hak, kazanmanın nasıl olduğunu hissetmeniz için gereklidir. Fakat bu bir tavuk oyununa benzer. Eğer ipin ucunu fazla salarsanız, geri dönüşü olmayabilir. Bu sene bunun olacağını hissediyorum. Eğer kazanırsak, seneye daha kötü olacak."(32)
Russell o baskıyla yaşıyordu, kendini ve diğer herkesi baskıya nasıl cevap verdikleriyle ilgili şöyle tanımlıyor:
"Bütün bu yeteneğe, mental keskinliğe, eğlenceye, özgüvene ve kazanmaya odaklanmaya rağmen tüm "hatta"ların sona erdiği bir seviye vardır. Sonra baskı artar, üzerinize inşa edilir ve bir şampiyon için bu, yüreğinin test edilmesi anlamına gelir. Yürekli şampiyonlar, motivasyonun derinliğine ve beynin ve vücudun baskıyı kaldırabilme potansiyeline göre bununla başa çıkar. Bu, konsantrasyondur — bu, maksimum acı ve stres ile nasıl başa çıkabileceğinizdir."(33)
Yani cidden, şampiyonluk tekrarlamak (ya da üçüncü, dördüncü defa kazanmak) bir takımın sabit panik havasıyla (panikten kurtulmaya çalışmak değil, ne gerekiyorsa yapmak) ve baskıyla (sadece üst üste gelecek olan değil fakat geleceğine kesin inanılacak olan) nasıl baş edeceğine dair bir dayanak noktasıdır. Bu fenomenlerle ancak ve ancak düzgün bir çatınız varsa ve süper yıldızınız ve yardımcıları o çatıya kendini adamayı sürekli hale getirmişse baş edebilirsiniz. Wilt sadece bir şampiyonluk kazandı ('67) ve ondört ay içinde takaslandı. Çünkü o sadece bir tane kazanmayı umursuyordu; onu korumaya çalışmak yeteri kadar ilgisini çekmiyordu ve başka bir meydan okumanın çekimine kapıldı (ligin asist kategorisinde başını çekmek). Bu arada Russell onüçüncü sezonunda hala rutin olarak büyük maçlardan önce kusuyordu. İki elini de dolduracak kadar yeterli yüzüğe sahipti ama bu önemli değildi. Bundan başka şey bilmiyordu. Kazanmak onu ele geçirmişti. Sadece Russell'ın çevresinde olmak ve onun uçsuz bucaksız rekabetçiliğinden beslenmek, takım arkadaşlarını da en az kendisi kadar önemsemeye itmişti. Bu ortak hisler silsilesi hakkında yanılamazdınız, gerçekleştiğinde -ki çok sık gerçekleşmez- bunu korumak için her şeyi yaparsınız. İşte bu da mükemmel takımları mükemmel yapan şeydir.
Ve işte bu yüzden Jordan-Pippen takımlarını aşırı severek hatırlıyoruz. Onların efsaneleşmesini sağlamlaştıran şey ilk beş şampiyonluklarından ziyade altıncısıydı. Harap ve bitap düştükleri, sadece gururlarını korumayı düşündükleri ve Jordan'ın boyun eğmez tavrıyla bunu başardıkları şampiyonluk. O sezonun Doğu finalleri yedinci maçında favori anlarımdan biri yaşandı; altı dakika kala üç sayı gerideyken aşırı bitkin gözüken Bulls, kendilerini yere sermeye hazır görünen Pacers'a karşı maçı çeviremeyecek durumdaydı. Sonra Jordan'ın 2.24'lük Rik Smits'in üzerinden hava atışını kazandığını, veya Pippen'ın son birkaç dakikada Reggie Miller'a karşı ortada kalan kritik bir topta hustle'da üstünlük kurduğunu hatırlayın. Bulls'un hücum ribauntlarını parçaladığını(34) ve o gece galip gelmek için ne gerekiyorsa yaptıklarını hatırlayın. Jordan'ın ölmüş bacaklarıyla nasıl uğraştığını, şutunun ne kadar yavan olduğunu ve bu yüzden sürekli potaya drive etmeye başlayıp sanki zincirleriyle zor hareket ediyormuş bir running back** gibi sadece faul çizgisine gelmeye oynadığını hatırlayın. Son saniyelerde Jordan ve Pippen'ın sahanın ortasında elleri dizlerinde ayakta durmaya çalıştıklarını, tamamen bitmiş bir halde kutlamalar için yeterli enerji toplayamadıklarını hatırlayın. Bulls'un o maçı kaybetmesine izin veremezlerdi. Harika takım ve harika oyuncular hakkında gerçekler onlar kazanırken ortaya çıkmaz; zorlanırken ve tepede kalmak için son çabalarını sarfederken ortaya çıkar. Kıyaslarsak, Shaq/Kobe Lakers'ı rakamın sekize yakın bir şey olması gerekirken sadece üç şampiyonluk kazandı. En kibar ifadeyi kullanacak olursam onları böyle şaşırtıcı bir şekilde içe doğru patlarken görmeseydik, sonraki nesiller için nasıl gözükeceklerini hayal bile edemiyorum.
Bekleyin, aynı anda basketboldaki en yüksek seviye üç oyuncunun ikisi onlardayken o etkisi azalmış ligde sadece üç şampiyonluk mu kazandılar? Bu nasıl mümkün olabilir?
Bir sebeple, '89 Pistons'ın kağıt üzerinde seviyesini düşüren Aguirre takası onları daha iyi yaptı. Aynı sebeple, 80'lerde oynayan her oyuncu Bird veya Magic'le aynı takımda olmak için cinayet işlerdi. Aynı sebeple, Russell dönemindeki oyuncular onu şiddet ve hararetle savunuyor. Yine aynı sebeplerle, bir düzine yıldır bütün oyuncular herhangi birine göre Duncan'la oynamayı tercih ediyor. Takım arkadaşlarını daha yukarı seviyeye çekmek ve takımı kendinin önüne koymak istatistik ve yetenekle alakalı bir şey değil. Gerçekten.(35) Yetenekli oyunculardan kurulu bir takım bunu başardığında, bir sezonluğuna durdurulamaz oluyor. Ama bunu devam ettirmek istediklerinde ve nihai başarı için egolarını süblimleştirdiklerinde, işte o zaman tarihsel bağlamda büyüleyici bir hale geliyorlar.
Bu kitabın amaçlarına göre -niçin bazı oyunculara ve takımlara diğerlerinden daha fazla değer biçildiği kabaca tanımlanarak(36)- ben cevabı sadece istatistiklere bakarak bulamadım. Kendimi oyunun tarihine gömme ihtiyacı hissettim, okuyabildiğim kadar okudum ve izleyebildiğim kadar izledim. Beş farklı tipte oyuncu ortaya çıktı: kendilerini ve başka herkesi daha iyi gösteren elit oyuncular, kendileri için oynayan elit oyuncular, iki düşünce arasında kararsız kalan ve kendilerine uygun olana bağlı kalarak hareket eden elit oyuncular(37), doğru takımda değerleri iki veya üç kat artan rol oyuncuları, ve tamamen önemsiz olan oyuncular. Son grubu önemsemiyoruz. Orta üçlüdeki grubu kesinlikle önemsiyoruz ve ilk grubu kesin, kesin, kesin önemsiyoruz. Benim umrumda olanlar kritik maçlardan önce midesi kalkan ve basit bir tekrar maçını izledikten sonra bile yıllar öncesine gidip o acıları hissedip canlı yayında ağlayan oyuncular. Benim umrumda olanlar garanti şampiyonluktan (veya daha fazlasından) vazgeçip kendi yolu ve kendi tarzıyla kazanmaya çalışan oyuncular. Benim umrumda olanlar takımı için dakikalarının veya rakamlarının yüzde 20'sini feda eden oyuncular. Benim umrumda olanlar sararmış gazetelerdeki parlak alıntılar ve nesli tükenmekte olan takım oyuncularının tutkulu başarıları. Ben kendi tanık olduğum şeyleri ve onların benim üzerimde yarattığı etkileri umursuyorum. Ve eninde sonunda şuna karar verdim: tarihsel bağlamda takımları veya oyuncuları birbirleri ardına kıyasladığımızda, Sır her şeyden önemli hale geliyor.
Son bir anekdot her şeyi açıklıyor. 1969'da Russell son şampiyonluğunu kazandıktan hemen sonra, bir grup arkadaşı, çalışan personeller, sahipler ve basın mensupları Boston soyunma odasındaki rutin şampanya püskürtme ve kutlama-sarılma törenlerine karışma amacıyla içeri girmek istediler. Russell bütün outsiderlar'a ve takımdan olmayanlara birkaç dakikalığına soyunma odasından çıkmalarını söyledi. Oyuncular o dakikanın tadını birbirleriyle çıkarmak istiyorlardı diye açıkladı ve özellikle başka kimseyi eklemeyerek "Biz birbirimizin arkadaşıyız" dedi. Oda boşaltıldı ve o kıymetli zaman dilimini birbirleriyle kutlayarak harcadılar. Tanrı bilir orada ne konuşuldu ve o an onlar için ne kadar değerliydi. Isiah'ın Dan Patrick'e söylediği gibi, anlayamayız. Anlayamadık da. Odayı tekrar açtıklarında Russell, ABC'den Jack Twyman'la kısa bir röportaj yapmayı kabul etti ve Jack'in tipik boktan, soru bile olmayan cümleleri bizi beklediğimiz bu anla buluşturdu: "Bill, bu senin için harika bir galibiyet olmalı."
Russell cümlesine keyifle başladı: "Jack..."
Kalan kelimeler gelmedi. O hissi açıklamak için bir yol aradı. Konuşamadı. Sağ elini ovuşturdu ve kafasına götürdü. Son olarak birkaç saniyeliğine tutuldu — ağlama yoktu, sadece anın altında ezilen bir adam vardı. Neye benziyordu biliyor musunuz? The Shawshank Redemption'un son mısır tarlası sahnesindeki Ellis "Red" Boyd'a. Red'in, Andy'nin duygusal "umut iyi bir şeydir" içerikli mektubunu bitirdiğindeki o anı hatırlıyor musunuz? Boğazındaki yumruyla baş etmesini, donuk gözlerle etrafa bakınmasını ve az önce yaşanan süreci anlamaya çalışmasını? Zaman onu ele geçirmişti. Aynısını Russell için de söyleyebilirdiniz. Herhangi birinin sporda elde edebildiği en yüksek seviyeye ulaşmış bir adam: kan, ter, acı ve şampanyanın mükemmel karışımı, yaşanan her şeye karşı yıpranmış bir minnettarlık duygusu, sonsuza kadar onun için değerli kalacak takım arkadaşlarıyla unique bağlantısı. Russell o '69 takımının harap bitap düştüğünü biliyordu, eşleşme problemleri yaşadıklarını, muhtemelen galip gelemeyeceklerini düşünüyordu. Galip geldiler. Ve bunun sebeplerinin kesinlikle basketbol ile alakası yok.(38)
Bill Russell bir daha profesyonel basketbol maçına çıkmadı. Her bir zerresine kadar değerli Sır'ı yalayıp yutmuştu, onbir yüzük kazanmış ve spor tarihindeki en büyük winner olarak emekli olmuştu. Acı sona kadar Sır'a sarılmıştı. Yolculuğu sona erdiğinde, gözlerini ovuşturdu, gözyaşlarıyla savaştı ve asla gelmeyecek kelimeleri aradı. Hiçbir şey söylemeyerek her şeyi söylemiş oldu.
Yaklaşık üç on yıl sonra, NBA Entertainment'tan bir ekip Wilt Chamberlain ile kariyeri hakkında röportaj yaptılar. 1969 Finalleri'nin öznesi çıkageldi.
"Boston'a kaybetmemizin herhangi bir yolu yoktu, imkansızdı." diye homurdandı Big Dipper inanamayarak. "Sadece imkansızdı, yani... Ben hala nasıl kaybettiğimizi bilmiyorum."
Kendi kendine güldü, sonra ekledi, "Bu benim için hala bir gizem."
Tabii ki öyle.
(29) O bölüm şöyle bitiyor: "Kariyeri boyunca 5-10 kilo almadan bitirebilen bir sporcu çok nadir görürsünüz. Daha nadir göreceğiniz ise aynı miktarda mental şişmanlıktan etkilenmiyor olanlar. Bu yaşlanan şampiyonlar için en öldürücü etkendir çünkü gerçekleşirse zaferin mimarları sayılan konsantrasyon ve mental dayanıklılığınıza etki eder, azalan fiziksel yeteneklerinizi aklınızla telafi etmenize engel olur." Ben "mental şişmanlık" konseptini beğendim. Acaba bu otuz-beş yaşındaki Eddy Curry'nin hem gerçek hem de mental şişman olduğu anlamına mı geliyor? Cidden bu tam olarak neye benziyor?
(30) Doc Rivers'a gezi esnasındaki bütün mobil ürünleri yasakladığı için tebrik ve teşekkür. Yine de ben oyuncuların otel odalarında porno sipariş etmelerine izin verildiğini düşünüyorum.
(31) Posey'nin sarılmalarını bayat, homoerotik ve cidden rahatsız edici (özellikle ilk iki sırada oturanlar için) bulsanız bile bunlar takım içi yakınlığı sembolize ediyor. Hornets 25 milyon dolara Posey'i kaptıktan sonra, onun kederli bir şekilde Chris Paul ve David West'e sarılmalarını izledim. Şunu söyleyebilirim ki diğer adamlarla sarılmasını görünce hissettiğim duygu özlemdi. Bu sanki bir striptizcinin size üç mükemmel dans yapması, ardından sanki onunla bir bağ kurmuş gibi hissetmeniz ve sonra onu 150 kiloluk hırpani bir adamın kucağında 45 dakika boyunca dans ederken görmeniz gibiydi. NBA: cinselliğinizin sorgulandığı yer!
(32) Bu, The Game kitabından. NHL diye bir ligde Montreal Canadiens diye bir takımda*** son sezonunu mükemmel bir şekilde anlatıyor Dryden.
(33) Ben de bu kitabı çılgınca bitirmeye çalışırken ve teslim tarihi boynuma ilmik gibi asılmışken aynı şeyi hissettim. Acaba sizce Russell da 11 yüzüklük serüveni esnasında stresle baş edebilmek için sigara, içki, uyuşturucu, kahve, pilates ve 2000 dolarlık masaj sandalyesi kullanmış mıdır? Yoksa bu sadece ben miyim? Bu kitabı bitirmem o kadar çok süre aldı ki yeniden sigaraya başladım (sadece günde iki veya üç kez, o da yazarken ve nikotini için) ve sonra bıraktım. Ve bu iki olay arasında on yıl geçmiş gibi geliyor.
(34) O maçtan tuhaf istatistikler: MJ/Pippen 15/43 şut attı; Chicago 41 serbest atışın 17'sini kaçırdı; Rodman hiçbir şey yapmadı (22 dakika, 6 ribaunt); ve Indy %48'le şut attı (Chicago %38). Peki Bulls bunu nasıl kazandı? 22 hücum ribaundu aldılar, 26 ikinci şans sayısı buldular, ve topu süreyi eritmeye çalışan hokey takımı gibi — 7:13'ten 0:31'e (maçı garantileyene) kadar kontrol ettiler. Atılan basketlerden sonra geçen toplamda 20-25 saniyelik ölü süreyi de içine katarsak top muhtemel 402 saniyenin 270'inde onlardaydı. Akıl almaz derecede yeniden izlenebilecek bir maç.
(35) Tuhaf çağrışım: En iyi güreşçiler de dereceleri için bu standartları korumak zorundadırlar. Misal, Ric Flair ile Shawn Michaels kendi saygın jenerasyonlarının en değerli isimleri olarak görülür. Niçin? Çünkü rakiplerine nal toplatırlar. Herhangi birine karşı harika bir maç çıkarabilirler, bu aynı anda dört şey yapabilen Hulk Hogan veya Undertaker'a karşı da olabilir. Sadece üç spor branşı bu şekilde işler: basketbol, hokey ve güreş. Bu doğru, az önce profesyonel güreşe spor dedim. Bir problem mi var? Ha?
(36) Bu herhangi bir radyo maratonunda veya talk-show'da dile getirilmeli. Mesela ben yalan atıyormuşum ve kitapta "Jordan kumar oynamaktan ceza aldı mı?", "1985 lotaryası şaibeli miydi?", "Tim Donaghy mazlum rolü mü oynuyordu?", "Kobe gerçekten onu yaptı mı?", "Wilt Chamberlain gay olduğu gerçeğini saklamak için 20.000 kez şekilden şekile mi girdi?" gibi soruları kesinlikle cevapladığım bir bölüm varmış gibi yapıyormuşum. Daha fazla bilgi istediklerinde de "Bakın, kitabın tamamını okumalısınız." derim. Sonra kalan bölümü de 1976 Playofflar'ında Barry'nin giydiği peruğu anlatarak öldürürüm. Bu anlattıklarım imkanı yok Stephen Colbert'in şüphesini çekmesin.
(37) Kobe alert! Kobe alert!
(38) Isiah gibi tıpkı o da Seattle ve Sacramento'da koçluk yaparken oyunculuk günlerinde algıladığı Sır'ı pas geçmeyi denedi. Aynı efsanelerin geçmişlerinde Sır'ı kucakladığı veya en azından anlayabildiği (Russell, MJ, Bird, Magic, Cousy, Baylor ve McHale yedilisi) ama takım çalıştırdıklarında bunu uygulayamamaları asla açıklanamaz bir şey.****
~
*Bantu, Afrika'nın orta ve güney bölümünde halkın kullandığı dillerin bağlı olduğu bir üst oluşummuş. Kelime olarak da "Halk" anlamına geliyormuş.
**Amerikan futbolunda hücum takımında koşucuya verilen isim. Bunlar topu oyun kurucudan alır, ama pasla değil elden ele, ve önündeki takım arkadaşları rakip oyuncularla boğuşurken aralardan sıvışıp koşabildiği kadar ileri koşmaya çalışır. Bazen bunları açıklarken kendimi aşırı derecede küstah hissediyorum.
***"NHL diye bir ligde Montreal Canadiens diye bir takımda" derken sarkazm yapmış Bill Simmons. Sanki ligle de takımla da alakası yokmuş gibi söylemiş, sanki ilk defa duyuyormuş gibi. Halbuki alakası yok. Sadece Montreal, Bill'in takımı Boston Bruins'in ezeli rakibi olduğu için böyle açıklamış. Küstah hissettiğim anlardan bir diğeri.
****En sonda "It's like the opposite of VD — you can't pass it along." diye bir cümle de vardı ama VD'nin anlamını bulamadığımdan eklemedim. Bilen varsa yorum lütfen.
Nerden Nereye 153
Gönderen
L
on 16 Eylül 2014 Salı
Etiketler:
futbol,
nerden nereye,
trabzon
/
Comments: (1)
Vasca
Bad
El Diego'nun ithafından. Shaq ve Jordan daha anlaşılabilir tabii de, Duncan-Robinson? Acaba NBA ile alakası ne kadar Diego'nun.
Nerden Nereye 152
Gönderen
L
on 8 Eylül 2014 Pazartesi
Etiketler:
futbol,
nerden nereye
/
Comments: (4)
Riley
Krzyzewski
Belçika'nın Adidas'la anlaştığını duyunca sevinmiştik. Daha çok o şekilde gidemezlerdi. Ama bu ne lan. Bu ne abi. Biri eski kalıp zaten. Renk tercihleri oldukça tartışılır. Hele 2. formada sarı ve siyah yokken, farklı tonda kırmızı var.
2 hafta sonra editi: Tivitır'da gavurlar Barça'nın yeni tanıtılan 3. forması hakkında konuşurken şöyle bir görsele denk geldim, "daha beteri var" diyerek koymuşlar. Haklılar.
Uğur
Beşiktaş'ın şu siyahında arma ve Adidas logosu fazla aşağı konmamış mı? Tamam, çok dar kalıba sahip olduğundan Arsenal'ınki (bu dönem için) normalden üstte olabilir fakat...
Nerden Nereye 151
Gönderen
L
on 20 Ağustos 2014 Çarşamba
Etiketler:
futbol,
nerden nereye
/
Comments: (1)
Çevir-2: 2002 Batı Finali'nin Sözlü Tarihi - "All the Kings' Men" 3/3
Gönderen
Anıl
on 11 Ağustos 2014 Pazartesi
Nihayet, o meşhur son bölüm. Yeni gelenler için ilk ve ikinci bölüm. Süper Kupa ve derbi gündemine uygun bir yazıyla devam edeceğiz.
V. Momentum mu? Ne Momentumu?
Beşinci Maç, 28 Mayıs 2002
Bu serideki hakem kararları tartışılırken, beşinci maç ne kadar konuşulsa yetmez. Christie'nin şimdi dediği gibi, bu maç "mercek altına alındı." Webber 29 sayı 13 ribaundla harika bir çıkardı, Mike Bibby 23 sayıyla yıldızlaştı. Shaq bütün maç faul sorunu yaşaması yüzünden sadece 32 dakika oynayabildi, sonunda altı faulle çıktı. İlginçtir, O'neal o maç sadece bir kez serbest atış kullandı. Bibby tartışmalı pozisyonlar arasında, 8.2 saniye kala maç kazandıran şutu attı. Önce Webber'dan top dışarı çıktı ama hakemler Robert Horry'den sektiğine karar verdi. Sonra, yine Webber topu Bibby'ye bırakırken Derek Fisher'ın üstünden geçip Bibby'yi savunmacısından kurtardı. Maçın son topunda Bobby Jackson, Kobe galibiyet şutunu denerken faul yaptı ancak hakemler yine bir şey çalmadı. Böylece, Sacramento maçtan 92-91'lik galibiyetle çıkmayı başardı. Divac galibiyet sonrası seyircilere öpücükler attı. Takım hissedarı Gavin Maloof skor tabelasının tepesine çıkıp "koyduk mu" çekti.
Samaki Walker maçtan sonra şaşkınlıkla "Vlade Divac bütün maç Shaquille O'neal'ı savundu ve son çeyrek başlarken iki faulü vardı. Vay be!" diyecekti.
Turner: Vlade nasıl oynanacağını bilirdi. Çok kurnaz ve numaracıydı. Shaq'ı ne zaman karşılayacağını, tutacağını ya da bırakacağını, oyunu nasıl oynayacağını çok iyi bilirdi. Yaptıkları çoğunlukla işe yaradı. Vlade büyük, kuvvetli bir adam değildi ama çok uzun zamandır oynuyordu ve çok zekiydi.
O'neal: Agresif olmaya, sert oynamaya çalışıyordum. Bu yüzden birkaç aptalca faul yaptım.
Beck: Hiç kimse hakemlerin sorun olduğu diğer maçları hatırlamıyor. Webber topu dışarı tokatladı ama Horry'den çıktı dediler. Topun Kings'e geri döndüğü an çok önemliydi.
Phil Jackson: Bize göre o top bizimdi. Bizden çıkmamıştı. Onlardan çıkmıştı. Jack Nies topu onlara verdi ve biz de tam oradaydık, bütün koçlar kenardaydı. Hepimiz kötü bir karar olduğunu düşündük. Herkes çok üzüldü.
Howard-Cooper: Kings'in büyük şanslar bulduğu anlar da kesinlikle vardı. Sacramento'dan kimse hakemleri konuşurken bundan söz etmez. İki taraf için de tartışmalı kararlar verildi. Her maç sadece Lakers'a fırsatlar ikram edilmiyordu.
Phil Jackson: İşler karışmıştı. Birbirimizi sakinleştirmeye çalışıyorduk. "Tamam, sakin" "Hala öndeyiz" falan diyorduk.
Reynolds: Bibby büyük şutları atmayı seviyordu. Bunlarda gittikçe daha iyi oldu.
Pollard: Üniversitede son yılımdaydım. Mike, Arizona Wildcats'deydi. Ben de Kansas Jayhawks'da lider oyuncuydum. Fazlasıyla güçlüydük ve herkesin üstünde hakimiyet kurmuştuk. Arizona'yla oynuyorduk ve bu çocuk bizi resmen paramparça etti. Onunla aynı takıma geldiğimde aklımda bu vardı. O her zaman büyük şutları sokardı.
Christie: Adelman fazlasıyla zeki biriydi. Webb topu aldığında herkesin şutu onun atmasını bekleyeceğini biliyordu. Bibs topu içeri indirirse savunmacısının biraz gevşeyeceği kesindi. Gevşedi de zaten.
Bibby: Webb'e şutu sen atmayacaksan ben atmak istiyorum demiştim. Bana boş şut hazırlayacak kadar iyi bir takım oyuncusuydu. Herkes şutu onun atacağını düşünmüştür. Harika bir perdeyle bana bomboş bir şut hazırladı.
Christie: Oyunlarımız tek oyuncu merkezli değildi. Biz savunma okuma odaklı bir takımdık. Savunmanın verdiği boşluğu değerlendirdik.
Reynolds: Kings'in Bibby'ye şut hazırlamak için kullandığı hareketli perdeyi hakemler çalmadı. Webber içeriye doğru bir adım alıp diğerlerinden kurtuldu. Tabii, bu pek çalınmazdı.
Adande: Beşinci maçtan sonra kötü hakemler hakkında bir şeyler yazmıştım. Oradan sonra her şey daha da kötüye gitti.
Christie: Bib, Sacramento Kings tarihindeki en büyük şutlardan birini soktu ve bizi bir adım ileriye taşıdı.
Bibby: O şutu salonda saatlerce, saatlerce çalışmıştım. Atarken çok rahattım.
Breen: Mike Bibby'nin yükseliş günüydü. Muhteşem oynadı. Top eli yaktığında Sacramento'da şutu atmak isteyen tek oyuncuydu.
Reynolds: Mike büyük şutların oyuncusuydu. O tür fırsatlara bayılırdı. Chris de bu konuda iyiydi ama bence Mike'a çok daha fazla güveniyordu.
Cleamons: Bibby'ye çok iyi bir kontrat verdik. Bize teşekkür etmeli. Bu maçlarda isim yaptı.
Adande: Bibby Kings'i öne geçiren şutu attı. Kobe karşı potada şansını denedi. Pozisyonun başında forması şortunun içindeydi, bittiğindeyse dışına çıkmıştı. Bobby Jackson'ın elleri bu kadar çok çalışmıştı yani. Kobe kaçırdı. Faul çalınmadı. Beşinci maç Kings'in oldu.
Bobby Jackson: Ona faul yaptığımdan gayet eminim. Sonuçta iyi savunma da yaptım. Maçı kazandıracak şutu zorlaştırdım. Bence harika iş çıkardım.
Bryant: Tamamen sağlıklı olsaydım belki bu şutu sokabilirdim, kim bilir? Bana faul yapıldı mı? Olayı tekrar tekrar izlediniz, bu pek önemli değil. Shaq altı faulle oyun dışındaydı. Bir şey üretmek bana düşüyordu, ya sayı atmalıydım ya da faul çizgisine gitmeliydim.
Phil Jackson: Bibby önemli şutları sokan bir oyuncu. Büyük bir şutu soktu ve onları kurtardı. O maçı kazanmak zorundaydılar. Yenilgi canımızı acıttı ama oyuncularımız iyiydi. Hala oynayacakları oyuna son derece güveniyorlardı.
Bibby: Oynadığımız oyunu, serinin gidişatını düşününce işi bitirdik dedim. Altıncı maça girerken yenilmez hissediyorduk.
VI. Düdükler Taraf Değiştirince...
Altıncı Maç, 31 Mayıs 2002
Serinin altıncı maçı NBA tarihindeki en tartışmalı maçlardan biri olarak tarihe geçti. Sacranento'da rezalet olarak tanımlandı. Lakers agresif taraftı, topu sürekli Shaq'a indiriyorlardı. O'neal 41 sayı, 17 ribaund yaptı. Pollard ve Divac'ı altı faulle oyun dışında bıraktı, Kings nadiren kullandığı Lawrence Funderburke'ü son çeyrekte Shaq karşısında oyuna aldı. Lakers maç boyu 40, sadece dördünce çeyrekte 27 faul atışı kullandı (O'neal tek başına 13/17 attı). Çeyreğin yarısında saha içi isabet bulamamalarına rağmen, son 6:21'de buldukları 18 serbest atış sayısıyla maçı 106-102 kazandılar. Sırada yedinci maç vardı. Kings altıncı maç yüzünden çok öfkeliydi. Özellikle Divac'ın altıncı faulu, Shaq'ın Funderburke'ü denize dökmesi, Kobe Bryant'ın Mike Bibby'ye savurduğu dirsek savunulması imkansız kararlardı. Tartışmalar, Shaq'ın beklenmedi bir yoldan gösterdiği tarihi performansa gölge düşürdü.
O'neal: Uyuyordum, küçük kızım da üzerimde uykuya dalmıştı. Ağzından salyalar akıyordu. Bende de durum aynıydı. Saat 2:30'da telefon çaldı, arayan Kobe'ydi. Şöyle dedi: Büyük adam, yarın sana ihtiyacım var. Beraber tarih yazalım.
Phil Jackson: Kobe'nin tarzı buydu. Böyle şeyler yapardı. Çok uyumaz zaten. Bu tip çok oyuncum oldu. Playoff sırasında çok uyumayan başka bir oyuncu da Michael Jordan'dı. Gerilim öyle büyüktür ki zihniniz fazla mesai yapar. Kobe bunu takım arkadaşlarına geçirmekte çok başarılıydı. Shaq'la kanka ilişkisi yoktu. Aralarında düzgün ve profesyonel bir ilişki vardı.
Jones: Sacramento'da daha iyi takıma sahip olduklarını, kazanacaklarını düşünmeyen kimse yoktu. Bütün bölge şampiyonluk şansının geldiğini hissediyordu.
Bob Delaney (NBA hakemi, Altıncı Maç): Bir hakem soyunma odasına girdiğinde mükemmel bir maç geçirmeyi umar. Parkeye çıktığınızda bir yandan bunu istersiniz ama çıktığım 1800 maçtan öğrendiğim bir gerçek şu: Sahaya girersiniz ve ne beklerseniz bekleyin, keşke çalsaydım veya keşke çalmasaydım dediğiniz bazı düdükler mutlaka olur.
Heisler: Vlade flop'larıyla Shaq'ın başını çok ağrıttı. Dört maç boyunca durum böyleydi, ondan sonra Shaq bunu çözdü. Oyununu tamamen temizledi. Kendini atamaması için Vlade'yle temas kurmayı tamamen kesti.
O'neal: Kendinizi yere bıraktığınızda benden korkuyorsunuz demektir. Kanın kokusunu alıp saldırmamı bekliyorlardı. Beni faul sorununa sokmaya çalışıyorlardı.
Divac: Pollard onunla güreşmeye çalışıyordu, ben sahada onu ileri geri koşturup yormaya uğraşıyordum. Bu sayede hücumdayken biraz yorgun olur, her seferinde sayı atamazdı.
Pollard: Arada bir Shaq'ın yoluna çıkmaya çalışırdım ama her seferinde beni yeri serer, yine smacını yapardı. Benim için durum kötüydü. Doğru anı bekleyip cezayı kesmek ya da onu geri püskürtmek daha akıllıcaydı.
Richmond: Shaq bir noktada "Hey, topu bana verin. Beni tek bırakın, her şey benim üzerimden dönsün" dedi. Biz de öyle yaptık. Topu çevirip Shaq'a indiriyorduk.
O'neal: Bunu sürekli... Sürekli tekrarlardım.
Divac: Aslında onu gerçekten savunmanız mümkün değil. Ne zaman isterse sayı atabilir. Shaq'a karşı fiziksel oynamak intihar. Sahada bir oraya bir buraya koştum, hücum fauller kovalayıp faul sorunu baskısını artırmaya uğraştım. Bundan dolayı bazen hakemlere zorlama düdükler çaldırdım. Sonra buna flop demeye başladılar. Koca adamı savunmanın başka bir yolu yoktu ki.
Delaney: Hepimiz Divac'ın kendini bıraktığını biliyorduk. Bunu o kadar çok izledik ki uzmanı olduk. Bu iş lige ilk geldiğinde, bizi çok kandırmıştı. Zaman geçtikçe "hakemi kandırmalık" hareketleri gerçek faulden ayırmayı başardık. Gecikmiş reaksiyonla tam bir çarpışmayı ayırmak mümkün.
Pollard: Devre arası, soyunma odasında tüm seri boyunca söylediklerimizi tekrarladık: "Beyler bize bir şey ikram etmeyecekler. Kazanmak zorundayız. Karşımızdaki beş kişiyi yenmek zorundayız ve bize karşı gibi görünen üniformalı diğer üç kişiyi, hakemleri de yenmek zorundayız. Bunları düşünmeyin, sadece yapın."
Richmond: Onları faul problemine sokmaya, hakemlere faul çaldırıp tempoyu düşürmeye çalışıyorduk. Bizden daha hızlı oynamak istiyorlardı.
Voisin: Altıncı maç 1981'de başlayan yayın hayatım boyunca çalıştığım en kötü yönetilmiş maçtı. Hakemlerin sadece kötü bir maç çıkardığını düşündüm. Pollard ve Divac son çeyrekte kolay faullerle oyun dışında kalmıştı.
Divac: Kötü hissettim ama ne yapabilirsin ki? Ben ve Scot erken fauller yüzünden atıldık ama yapabileceğimiz bir şey yoktu.
Delaney: Shaq diğer oyunculardan çok daha fazla çizgiye gitmeliydi. Çünkü çok darbe alıyordu. Diğer oyuncuların topu elinden kaçırdığı ya da devam edemediği pozisyonlarda, o devam ederdi. Devam etmesi yüzünden darbe almadı zannederdik. Gerçeğiyse maçtan sonra kaseti izlerken görürdük. Çok sert darbeler olurdu. Şikayet ettiği şeylerde haklıydı.
Ted Bernhardt (NBA Hakemi, Altıncı Maç): O'neal pota altında dönüp pivot hareketleri yaptığında rakipler sarsılırdı. Çoğu zaman hücum faul mu oldu, savunma mı faul yaptı ya da bir şey çalmak gerekmiyor mu anlamak zordu. Her döndüğünde olabilecek öyle çok şey vardı ki.
Delaney: Divac oyundan atıldığı anda bunun büyük olay olacağını biliyordum. Ama maçın kasedini izlerken faulü daha önce Horry'nin üstündeki Webber'in ilk hareketine çalmamız gerektiğini gördüm. Webber bileğinden tutunca topu elinden kaçırmıştı. O faulü kaçırmıştım, kusursuzluk mümkün olsa bunu çalardım ve Webber'ın altıncı faulü olurdu.
O an Divac'ın altıncı faulü olacak mı diye düşünmüyorsunuz. Robert topu alıyor, Vlade ona çarpınca top yine elinden kaçıyor. Birinci, altıncı fark etmez. Bence bu bir faul. Fiziksel temas yüzünden birisi top kaybediyorsa bu fauldür.
Pollard: Shaq'a karşı bizim faullerimizi, sonra da onun yaptığı faulleri sayınca "Tamam. Dur bir dakika. Bir şeyler ters gidiyor" diyorsun. Tabii ki üç kişi Shaq'dan daha çok faul yapacak ama istikrarlı olarak onu savunan üç dört kişi oyun dışında kalıyordu. Bizim adamlarımızsa sayı atamıyordu ama o hiç oyun dışında kalmıyordu. Samaki Walker da hiç atılmamıştı.
Bernhardt: Maç sonundaki en zor pozisyonlardan biri (12 saniye kala Mike Bibby'yle beraber) Kobe'nin topun peşinden koştuğu andı. Ben dahil üç hakem de düdük çalmakla çalmamak arasında kaldı.
Gerould: Gözümüzün önünde Mike Bibby'nin üstünden geçti. Bob Delaney'e bakıyordum. Hiçbir şey çalmadı. Aman Tanrım. Faul almak için ne yapmak gerek acaba demiştim.
Delaney: Mike Bibby, Kobe'yi savunuyordu. Kolu beline dolanmıştı, benim için bu tutmadır. Faulü çalmayı düşünürken, ki çalarsam topsuz pozisyonda yapılmış bir faul olacak. Çünkü top pozisyonda yok. Top oyuna sokulurken faul yaparsanız topsuz pozisyon faulü olur, bu da bir atış ve hücum hakkı demektir. Lakers'ın seçtiği bir oyuncu faul atabilir, sonra da kenardan oyuna başlarlar.
Bernhardt: Surata dirsek atılmasından önce bir engelleme faulü çalınabilirdi.
Delaney: Ben bunu düşünürken Kobe kurtulmaya çalışıyor, kurtuluyor da, top oyuna sokuluyor ve bir faul çalınıyor. O sırada Mike'ın yüzüne darbe aldığını fark ediyorum. Kobe kollarını kurtarırken vurmuş, belli. Hepsi mikrosaniyeler içinde oluyor.
Bernhardt: Durum, Kobe'nin tepesine çıkmış savunmadan kurtulma çabasından ibaret. Sert bir müdahale. Bu kadar. Bir taraftan bakınca başka, öbür taraftan bakınca başka bir fikriniz olacaktır.
Delaney: Kasıtlı atılmış dirsekler gördüm, bana göre bu öyle değildi. Ama mükemmel bir maç çıkarsam,oturup düşünme fırsatı bulup o mükemmel maçı yönetsem topsuz alan faulü çalardım. Bu da Lakers'a bir faul atışı ve hücum hakkı demek. Ardından da Kobe'ye teknik faul çalardım. Sacramento bir faul atar, Lakers da bir tane... Sonra Lakers topu aynı yerden oyuna sokar.
Bibby: Sinirlendim çünkü ayağa kalktığımda ona faul çaldıklarını sanmıştım. Ne olduğunu bilmiyordum. "Bana mı faul çaldınız?" diye şaşırdığımı hatırlıyorum. Burnum kanıyordu, göstermek için kanın bir kısmını parkeye sümkürdüm.
Pollard: Tek yapabildiğimiz gülmek. Shaq serbest atış çizgisini geçiyor, itiraz ediyorsunuz, hiçbir şey yapmıyorlar. Vlade, Shaq'ı tüm yıl nasıl savunuyorsa öyle savunuyor, faul çalıyorlar. Serbest atışlar sırasında Shaq beni itiyor, ribaunda çıkarken çeneme dirseği vuruyor, bana faul çalıyorlar. Sonra da Shaq'dan 50 kilo zayıf Lawrence Funderburke'ün çırpınışlarına ve Chris Webber'a kalıyoruz. Kobe, Mike Bibby'nin suratını dağıtıyor, nasıl oluyorsa Bibby'ye faul çalıyorlar. Siz de sadece oturuyorsunuz, gülüp geçiyorsunuz.
Adelman: Söyleyeceğim iki pozisyon var: Kobe'nin Mike'ın ağzına dirseği ve Shaq'ın Lawrence Funderburke'ü indirmesi. Bu iki pozisyon normal sezonda sportmenlik dışı faul olurdu.
Chris Webber (forvet, Kings): Bu maç tam bir komediydi ama komik değildi.
Rambis: Hakemler, bir serinin her maçını veya play-off'larla normal sezon maçlarını aynı biçimde yönetiyoruz deseler de böyle olduğunu düşünmüyorum. Bence maçlar giderek fizikselleşiyor ve hakemler daha fazla şeyin olmasına izin veriyor.
Phil Jackson: 2006'da Dwayne Wade'in Dallas'a karşısında maç başına 20 küsür faul atışı kullandığı final serisi kadar saçma şeyler olmadı bence.
Michael Wilbon (köşe yazarı, Washington Post): Bence hakemler sporda en haksızca eleştirilen kesim hakemler. Bana kalırsa gizli bir ajandaları yok, bunu söylerken tanıdığım NBA hakemlerini kastediyorum. Bu spordaki açık ara en tarafsız grup onlar ve bir ajandaları yok. Bence scoutlar ve hakemler spordaki en dürüst insanlar, düşüncem böyle. Ama o maç tam bir rezillikti.
Brown: O maçta hakkımız yendi. Benim düşünceme göre o kadar faul yapmış olmamız mümkün değil. Biz çok kurnaz bir takımdık.
O'neal: Herkes "Shaq'ı çizgiye göndereceğiz, Shaq'a faul yapacağız" diyor. Hack-a-Shaq yapacaklar. Bu faul işinin bir kısmı onların stratejisiydi. Bunu onlar yaptılar. Belki bir iki tane kolay düdük olmuştur ama her maç, her yıl böyleydi. Stratejileri her zaman bana faul yapmak oldu.
Brown: Hakemler bazı düdükleri kaçırabilir, bir içeride dışarıda kararı gibi, böyle şeyler olur. Ama faullerde böyle şeyler olunca, bu biraz farklı.
Wilbon: David Stern'ün ya da çalıştığım kanaldaki kimsenin birilerini aradığını düşünmüyorum. Bunların hiçbirine inanmıyorum, doğru olsa mutlaka ortaya çıkardı. Kimse çenesini kapamasını bilmiyor. Bence hakemler için kötü bir geceydi sadece.
Bernhardt: Ed Rush, o zamanki patronum, arayıp maçla ilgili ne düşündüğümü sordu. "Söylemesem daha iyi" dedim. "Söyle Ted" dedi. Ben de "Beni tanırsın Ed, söylemesem daha iyi" dedim. Israr etti. "Şey, partnerlerimin sıçıp batırdığını düşünüyorum" dedim. O da "Tamam, teşekkürler. Ben de böyle diyeceğini düşünmüştüm" dedi. Kapattı. Bu yüzden bu konuda konuşmaktan nefret ediyorum. Çünkü Delaney ve Bavetta'yı gerçekten önemsiyorum.
Reynolds: Özellikle son çeyrek çok ilginçti. Her zaman lehinize ya da aleyhinize bir gidişat olabilir. Yıllarca böyle şeyler gördüm. Ama o çeyrek aklımdan çıkmıyor. İşlerin bu kadar üst üste bir takım aleyhine gittiğini görmemiştim.
Christie: Shaq sert oynadı. Onun üstündeydik. Ona düdükler çalındı mı? Evet, çalındı. Ama öyle rakamlar için yapan birini düşününce... İnanılmaz rakamlar abi ya... 40 ve 20'ydi sanırım, resmen delilik. Biz Hey, koca adam, bütün gece tepene ineceğiz. Elinden geleni ardına koyma dedik..Bütün gücümüzle onu durdurmaya uğraştık. Sağlam bir maç çıkardık ve onu durdurmayı başaramadık.
Heisler: Bir tane bile skandal karar yoktu. Topu potaya götüren Lakers'dı ve bunu tekrar tekrar yaptılar. Shaq doğal olarak bir sürü serbest atış kullandı.
Bobby Jackson: Yapmayın abi ya. Bir çeyrekte 27 serbest atış atmak mı? Bunu kim yapabilir ki? NBA tarihinde yoktur bu. Maç bittiğinde kazıklanmış gibi hissediyorduk.
Wallace: Finalden bir hakem uzaklığındaydık.
Pollard: Gerçekten üzgündük. O kadar mücadele ettik, büyük bir farkı kapattık ve yarı biterken o şutu soktuk, bu tip bir sürü şey... Hala o maçı kazanmışız gibi geliyor. Aslında maçı kazandık ama vakit kalmadı.
Bernhardt: Maç sonundaki en zor pozisyonlardan biri (12 saniye kala Mike Bibby'yle beraber) Kobe'nin topun peşinden koştuğu andı. Ben dahil üç hakem de düdük çalmakla çalmamak arasında kaldı.
Gerould: Gözümüzün önünde Mike Bibby'nin üstünden geçti. Bob Delaney'e bakıyordum. Hiçbir şey çalmadı. Aman Tanrım. Faul almak için ne yapmak gerek acaba demiştim.
Delaney: Mike Bibby, Kobe'yi savunuyordu. Kolu beline dolanmıştı, benim için bu tutmadır. Faulü çalmayı düşünürken, ki çalarsam topsuz pozisyonda yapılmış bir faul olacak. Çünkü top pozisyonda yok. Top oyuna sokulurken faul yaparsanız topsuz pozisyon faulü olur, bu da bir atış ve hücum hakkı demektir. Lakers'ın seçtiği bir oyuncu faul atabilir, sonra da kenardan oyuna başlarlar.
Bernhardt: Surata dirsek atılmasından önce bir engelleme faulü çalınabilirdi.
Delaney: Ben bunu düşünürken Kobe kurtulmaya çalışıyor, kurtuluyor da, top oyuna sokuluyor ve bir faul çalınıyor. O sırada Mike'ın yüzüne darbe aldığını fark ediyorum. Kobe kollarını kurtarırken vurmuş, belli. Hepsi mikrosaniyeler içinde oluyor.
Bernhardt: Durum, Kobe'nin tepesine çıkmış savunmadan kurtulma çabasından ibaret. Sert bir müdahale. Bu kadar. Bir taraftan bakınca başka, öbür taraftan bakınca başka bir fikriniz olacaktır.
Delaney: Kasıtlı atılmış dirsekler gördüm, bana göre bu öyle değildi. Ama mükemmel bir maç çıkarsam,oturup düşünme fırsatı bulup o mükemmel maçı yönetsem topsuz alan faulü çalardım. Bu da Lakers'a bir faul atışı ve hücum hakkı demek. Ardından da Kobe'ye teknik faul çalardım. Sacramento bir faul atar, Lakers da bir tane... Sonra Lakers topu aynı yerden oyuna sokar.
Bibby: Sinirlendim çünkü ayağa kalktığımda ona faul çaldıklarını sanmıştım. Ne olduğunu bilmiyordum. "Bana mı faul çaldınız?" diye şaşırdığımı hatırlıyorum. Burnum kanıyordu, göstermek için kanın bir kısmını parkeye sümkürdüm.
Pollard: Tek yapabildiğimiz gülmek. Shaq serbest atış çizgisini geçiyor, itiraz ediyorsunuz, hiçbir şey yapmıyorlar. Vlade, Shaq'ı tüm yıl nasıl savunuyorsa öyle savunuyor, faul çalıyorlar. Serbest atışlar sırasında Shaq beni itiyor, ribaunda çıkarken çeneme dirseği vuruyor, bana faul çalıyorlar. Sonra da Shaq'dan 50 kilo zayıf Lawrence Funderburke'ün çırpınışlarına ve Chris Webber'a kalıyoruz. Kobe, Mike Bibby'nin suratını dağıtıyor, nasıl oluyorsa Bibby'ye faul çalıyorlar. Siz de sadece oturuyorsunuz, gülüp geçiyorsunuz.
Adelman: Söyleyeceğim iki pozisyon var: Kobe'nin Mike'ın ağzına dirseği ve Shaq'ın Lawrence Funderburke'ü indirmesi. Bu iki pozisyon normal sezonda sportmenlik dışı faul olurdu.
Chris Webber (forvet, Kings): Bu maç tam bir komediydi ama komik değildi.
Rambis: Hakemler, bir serinin her maçını veya play-off'larla normal sezon maçlarını aynı biçimde yönetiyoruz deseler de böyle olduğunu düşünmüyorum. Bence maçlar giderek fizikselleşiyor ve hakemler daha fazla şeyin olmasına izin veriyor.
Phil Jackson: 2006'da Dwayne Wade'in Dallas'a karşısında maç başına 20 küsür faul atışı kullandığı final serisi kadar saçma şeyler olmadı bence.
Michael Wilbon (köşe yazarı, Washington Post): Bence hakemler sporda en haksızca eleştirilen kesim hakemler. Bana kalırsa gizli bir ajandaları yok, bunu söylerken tanıdığım NBA hakemlerini kastediyorum. Bu spordaki açık ara en tarafsız grup onlar ve bir ajandaları yok. Bence scoutlar ve hakemler spordaki en dürüst insanlar, düşüncem böyle. Ama o maç tam bir rezillikti.
Brown: O maçta hakkımız yendi. Benim düşünceme göre o kadar faul yapmış olmamız mümkün değil. Biz çok kurnaz bir takımdık.
O'neal: Herkes "Shaq'ı çizgiye göndereceğiz, Shaq'a faul yapacağız" diyor. Hack-a-Shaq yapacaklar. Bu faul işinin bir kısmı onların stratejisiydi. Bunu onlar yaptılar. Belki bir iki tane kolay düdük olmuştur ama her maç, her yıl böyleydi. Stratejileri her zaman bana faul yapmak oldu.
Brown: Hakemler bazı düdükleri kaçırabilir, bir içeride dışarıda kararı gibi, böyle şeyler olur. Ama faullerde böyle şeyler olunca, bu biraz farklı.
Wilbon: David Stern'ün ya da çalıştığım kanaldaki kimsenin birilerini aradığını düşünmüyorum. Bunların hiçbirine inanmıyorum, doğru olsa mutlaka ortaya çıkardı. Kimse çenesini kapamasını bilmiyor. Bence hakemler için kötü bir geceydi sadece.
Bernhardt: Ed Rush, o zamanki patronum, arayıp maçla ilgili ne düşündüğümü sordu. "Söylemesem daha iyi" dedim. "Söyle Ted" dedi. Ben de "Beni tanırsın Ed, söylemesem daha iyi" dedim. Israr etti. "Şey, partnerlerimin sıçıp batırdığını düşünüyorum" dedim. O da "Tamam, teşekkürler. Ben de böyle diyeceğini düşünmüştüm" dedi. Kapattı. Bu yüzden bu konuda konuşmaktan nefret ediyorum. Çünkü Delaney ve Bavetta'yı gerçekten önemsiyorum.
Reynolds: Özellikle son çeyrek çok ilginçti. Her zaman lehinize ya da aleyhinize bir gidişat olabilir. Yıllarca böyle şeyler gördüm. Ama o çeyrek aklımdan çıkmıyor. İşlerin bu kadar üst üste bir takım aleyhine gittiğini görmemiştim.
Christie: Shaq sert oynadı. Onun üstündeydik. Ona düdükler çalındı mı? Evet, çalındı. Ama öyle rakamlar için yapan birini düşününce... İnanılmaz rakamlar abi ya... 40 ve 20'ydi sanırım, resmen delilik. Biz Hey, koca adam, bütün gece tepene ineceğiz. Elinden geleni ardına koyma dedik..Bütün gücümüzle onu durdurmaya uğraştık. Sağlam bir maç çıkardık ve onu durdurmayı başaramadık.
Heisler: Bir tane bile skandal karar yoktu. Topu potaya götüren Lakers'dı ve bunu tekrar tekrar yaptılar. Shaq doğal olarak bir sürü serbest atış kullandı.
Bobby Jackson: Yapmayın abi ya. Bir çeyrekte 27 serbest atış atmak mı? Bunu kim yapabilir ki? NBA tarihinde yoktur bu. Maç bittiğinde kazıklanmış gibi hissediyorduk.
Wallace: Finalden bir hakem uzaklığındaydık.
Pollard: Gerçekten üzgündük. O kadar mücadele ettik, büyük bir farkı kapattık ve yarı biterken o şutu soktuk, bu tip bir sürü şey... Hala o maçı kazanmışız gibi geliyor. Aslında maçı kazandık ama vakit kalmadı.
VII. 15'nci Round
Yedinci Maç, 2 Haziran 2002
Doğal olarak, tarihin en unutulmaz yedinci maçlarından birine doğru gidiyorduk. 1993'ten beri ikinci kez bir "Maç 7" uzatmalara gidecekti. Tırnakları yediren maçta skor 16 kere eşitlendi, üstünlük 19 kere el değiştirdi ve Arco Arena'daki kalabalık kulakları sağır eden bir gürültüyle kulak zarlarımızı tehdit etti. Lakers 1982'te Celtics'i Boston Garden'da eleyen Sixers'dan sonra yedinci maç deplasmanında seri kazanan ilk takım olmak istiyordu.
Howard-Cooper: Sacramento'ya döndüklerinde karamsarlık başlamıştı. Evde ilk maçı kaybetmek ya da Horry'nin son saniyede sapladığı hançer bile bu kadar koymamıştı. Altıncı maçı kaybedildi, eve dönüldü ve o his her yerdeydi. İnsanlar yıllar sonra hala bundan bahsederler: Ah be abi, final avuçlarımızdan kaydı.
Voisin: Maçtan 40 dakika önce soyunma odasındaydım. Oyuncuların hala altıncı maçı konuşuyordu. Rick Adelman'dan Geoff Petrie'ye herkes nasıl kazıklandıklarından yakınıyordu. Altıncı maç hepsini bitirmişti.
George: Maçın başlamasına kırk dakika kala, salondaki tüm koltuklar doluydu. Herkeste beyaz tişörtler giymiş, beyaz havlular sallıyor, bağırıyor. Isınma sırasında ortam böyleydi. Maç başlamamıştı bile. James Brown'dan The Payback şarkısı tekrar tekrar çaldı. Şehir zamanın geldiğine inanıyordu.
Napear: Bu topluluğun, bu şehrin, bu takımın asla başaramayacağı düşünülen bir şeyi başarma şansı vardı: NBA Finali fırsatı önlerindeydi.
Brown: Bir şey asla aklımdan çıkmaz: Bütün yıl serbest atış çalışmıştık, bir sürü atış yapmıştık. O maçtan önce kimse o çizgiden şut atma zahmetine katlanmadı.
Pollard: İnsanlar bana basketbolu özleyip özlemediğimi soruyor. Beş yıldır emekliyim. "Yok canım" diyorum. Bana "Özlemiyor musun" diyorlar. Doğrusu aldığım maaşı özlüyorum ama maaşımı almak için yapmam gerekenleri özlemiyorum. Özlediğim tek şey o adrenalin. Parkeye çıktığımda 20000 kişinin çığlık çığlığa olmasını özlüyorum. Rock yıldızları bu sebepten 70'ine kadar çalışır. Oyuncular en iyi dönemleri bitmesine rağmen oynamayı sürdürür.
Fox: İki takımdan daha tecrübeli olan bizdik. Buna odaklanmaya çalıştım. Biz birkaç yıl önce Portland'a karşı yedinci maç oynamıştık. Bu çok önemliydi.
Christie: Hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Duygusaldım. Neler olduğunu anlamıyordum. Daha önce böyle bir tecrüben olunca seni neyin beklediğini biliyorsun. Sahanın diğer tarafındakilerin çok sakin olduğuna emindim.
O'Neal: Ulusal marş okunurken çevremdekilerin gözünün içine bakarım. Şarkının çoğunda kafamı eğerim sonra yükseldiği kısımda kafamı kaldırır ve etraftakilere bakarım. Göz temasını kurup kafalarını indirirler, demektir ki avucumun içindeler.
Fox: Biz bir yedinci maçın fiziksel ve ruhsal olarak ne kadar yorucu olabileceğini biliyoruz. Maç sırasında her hücum büyük baskı ve coşku içinde oynanır. Ben bunun nasıl bir his olduğunu biliyordum. Ve Kings'in bu hissi bilmediğini de biliyordum.
Christie: İçimden Vay be, yedinci maça çıkıyoruz. Hem de Lakers'la diyordum. Bence işi burada bitirecektik. Bu adamları yenersek New Jersey Nets'i paramparça ederiz. Pek çok farklı açıdan güçlü bir andı. Tüm hayatım boyunca bu an için çalışmıştım.
Brown: Kimse fazla gergin diye gözüme batmadı. Webb ve tüm takımın kazanmak istediğini biliyordum. Doug gözüme korkmuş görünmedi. Böyle bir şey görmedim. Bobby Jackson'ın yedinci maçta öne çıkacağını biliyordum.
Rambis: Phil'e "Şut atmaya korkuyorlar" dediğimi hatırlıyorum. Boş şutlar buluyorlardı ama Bibby dışında hiçbiri agresif değildi.
Heisler: Maç sonunda, top Webber'ın eline geldiğinde el bombası yakalamış gibi titriyordu. Topu Bibby'ye vermek dışında ne kadar saçmalık varsa yaptı.
Richmond: Kings karşısında yenilmenin sıkıntısı her yerimi sarmıştı. Yedi yıllık talihleri döndü ve Kings şimdi şampiyonluğa yürüyorlar diye düşünüyordum. Kafamdan bir sürü şey geçiyordu. Kenardaydım, daha parkeye çıkmamıştım ama eşofmanlarımın içinde terliyordum.
Christie: Normal sürenin bitimine doğru çatı üzerimize çöküyor sandım. Sallanıyordu. İnek çanları sallıyorlardı ama onu bile duyamıyorduk. İnsanlar kafayı yemişti. Yer sallanıyordu. O sırada hakemlerden birine gidip İnanılmaz şeyler olmuyor mu? dedim.
Wallace: Kenarda kulak tıkacıyla oturuyorduk.
Son saniyelerde skor eşitken Stojakovic'in Kings'i finale götürebilecek üçlüğü potaya bile değmedi. Christie uzatmalarda önemli bir üçlüğü büyük farkla kaçırdı. Bu iki şut maçın en unutulmaz iki şutu oldu. Bibby ve Jackson dışındaki bütün Kings oyuncuları maçın heyecanı yüzünden kırılgan gözüktü. Sacramento 30 serbest atıştan 14'ünü, 20 üçlükten 18'ini kaçırmıştı. Bu sırada Derek Fisher, Shaquille O'Neal ve Kobe Bryant uzatmalarda yüzde 100'le serbest atış kullandı. Lakers 112-106 kazandı.
Voisin: Bobby Jackson hariç takımın çoğu gergindi. Nedense o da kenardaydı. Rick ilk beşe döndü. Peja'nın ayak bileği kötüydü, Doug Christie sahaya döndü.
Pollard: Dördüncü çeyrek geldiğinde kimse şut sokamıyordu. Bu benim için her şeyi mahvetti. Çünkü play-off kariyerimin belki de en iyi maçlarından birini oynuyordum. Dördüncü çeyrekte sahaya bile çıkmadım. O maçtan sonra çok sinirliydim.Çünkü katkı yaptığımı, diğerlerinin boşa çıkmasını sağladığımı düşünüyordum.
Christie: Normalde ligdeki en iyi serbest atış kullanan ekiplerdendik. Peja air-ball attı, Peja asla air-ball atmazdı. Öylesine takılırken bile...
Napear: Bobby o son şutu sokabilir miydi bilmiyorum ama en azından topu potaya atabileceğinden eminim. Soğuk kanlı bir oyuncuydu. Bobby'yi böyle bir durumda kullansanız bile baskıyı hissetmezdi.
Bobby Jackson: Koç ne diyorsa onu yaparsınız. Dediklerine saygı duyup oyununuzu oynarsınız. Kariyerimin başında buna üzülüp öfkelenirdim ama müthiş bir takım kimyamız vardı. Birbirimize yaslanmıştık ve Koç'un setler ve süreler konusundaki kararlarına saygı duyuyorduk. Onu sorgulamazdık.
Fox: Tüm seri boyunca boş bırakmadığım tek oyuncu, bir saniyeliğine boş kaldı. Penetreyi kesmek için yardıma gitmiştim, topu dışarıdaki Peja'ya çıkardılar ve her zaman soktuğu o şutu yine soksa, bambaşka bir seri olacaktı.
Divac: Peja sakattı, bacağında bir sorun vardı. Ama birisi size Final'den bir şut uzakta olduğunuzu ve Final'e gidenin kolayca kazanacağını söylüyorsa...
Stojakovic: Bazen kendimi suçluyorum. Bence birçoğumuz o seriyi düşünüp neleri daha iyi yapabileceğini değerlendiriyordur. Ben hala o kaçırdığım şutu düşünüyorum. O şut bir fark yaratabilirdi. Hala kafamın içinde.
Fox: Tam manasıyla bir air-ball attı. Büyük olasılıkla o kadar boş olmasına şaşırmıştı.
Stojakovic: Şimdi düşününce o şutu tekrar görebiliyorum ve hala bir terslik var. Hido topu köşeye, bana indirdi ve belki de acele ettim. Elimden doğru çıktı ama iyi gitmedi. Hiç iyi gitmedi.
Hidayet: Sakatlığı çok kötüydü. Takım için sahaya çıkıp her şeyini vermek istedi. Sakat olmasaydı o şutu sokacağına tüm paramla bahse varım.
Christie: Ben de uzatmalarda bir air-ball attım. İyi gitmişti aslında. Şimdi bakınca, Bib bana pası attığında birkaç saniye daha süre vardı. Potaya gidebilirdim. Hepimiz için garip bir maçtı.
Wilbon: Doug'un şutu havaya atılmış bir bumerang gibi kavis çizdi.
Pollard: Bence Doug düşüncelerle boğuşuyordu. O seride zorlandı . İyi şut atamadı, özellikle de yedinci maçta ama o gün kimse iyi şut atmadı. Tam bir hayal kırıklığıydık.
Fox: Bazılarının çözüleceğini biliyordum ama kimler onu bilmiyordum. 12'si birden altıncı maça kadar oldukları gibi özgür ve akıcı olamazlardı.
George: Kenarda otururken arkadan bir seyircinin uzanıp birimizin omzuna vurması işten bile değildi. Dibimizdelerdi ve çok gürültü yapıyorlardı. Çan çalıyorlardı ama biz öne geçince sesler kesildi. Koç bench'in arkasındaki adama dönüp "Eee hadi, o çanı durmadan çalmanı bekliyordum. Şimdi duyamıyorum" dedi. Adam da büyük çanı çalmaya başladı. Kulaklarımızı perişan etti.
Adande: Yedinci maç öyle gergindi ki sonrasında başım ağrımıştı. Kulaklarım çınlıyordu. Midem taş gibi ağırdı.
Adelman: Onların daha iyi taraf olduğunu söyleyeceksen, sen söyle. Ben böyle bir şey demem.
Christie: Gözlerinin içine bakıp onlarla rekabet ettik. Bizle oynarken şampiyonluk için oynadıklarını biliyordu bana kalırsa. Bizi yendiklerinde iş bitmişti.
O'Neal: Arena inanılmaz gürültülüydü. Buradan çıktıysak Doğu Konferası'ndaki her salondan çıkardık. Orada oynaması çok eğlenceliydi. Sana düşman bir salona geliyorsun, kazanmayı bekliyorlar ama sen kazanıp hareketini yapıyorsun. Özellikle bunu bir yedinci maçta yapmayı seviyorum.
Pollard: Altıncı maçtaki yenilgiler için hakemleri suçlamak yanlış olmaz. Ama mesele şu, yedinci maçı da oynadık ve tökezleyip kazanamadık. O takım bir yüzük almalıydı. O takımda bir yüzük kazanmalıydım.
Adande: Yedinci maçtan önce ilk beş oyun kurucun korkuyorsa ne demektir, biliyor musun? Hazır değilsin ve ne o maçı ne de o seriyi kazanmayı hak etmemişsin demektir. Lakers deplasmanda bir yedinci maç kazandı. Bunun ne kadar ender olduğunun farkında mısınız? Deplasmanda uzatmalara giden bir yedinci maçta? Kings hazır değildi. İlk ve son maçı evlerinde kaybettiler. Bunlar olmaması gereken şeyler.
Gerould: Lakers'ın büyük maç oynamadaki tecrübesi öne çıktı. Kings yedinci maç uzatmaya gitmişken elindeki fırsatın öyle farkındaydı ki... Bence o durumdaki baskıyı kaldıramadılar.
Phil Jackson: Daha iyi bir yedinci maç oynayamazdık.
Adelman: Takımım adına büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Parkeye yüreklerini koyarak oynadılar ama şimdi o yürekler paramparça. Yapabileceğimiz her şeyi yaptık. Bu seriyi nasıl kazanamadığımızı anlayamıyorum.
Webber: Bu seride o kadar çok şey farklı olabilirdi ki... Bunları düşünmeye zaman ayırmanın anlamı yok. Zaman kaybı.
Pollard: O yıl şampiyon olsak kariyerimin başka bir yöne gideceğini düşünüyorum ama yapacak bir şey yok.
Divac: Serbest atışlar yüzünden maçı kaybettik. Bu kadar basit.
Howard Cooper: Kings serbest atışları sokamadı. En temelde bu var. Bunu toparlamanız imkansız.
Lakers, Shaq'ın 15'te 11'le oynadığı çizgide 33'te 27 isabet sağlamıştı. Kings yedinci maçta Shaq'ın dört maçta kaçırdığından daha fazla serbest atış kaçırdı.
Phil Jackson: Farkı yarattığımız yer serbest atış çizgisi oldu. Bunun kaynağı da sakin olmamızdı. İnsanlar çoğu zaman serbest atışları atamayanlara anlam veremez, koca adamların nasıl bunları sokamadığını merak eder. Antrenmanda yüzde 80, maçta yüzde 50 atarlar. Profesyonellerin nasıl yapamadığını anlayamazlar. Ama buna sebep olan baskıdır. Bu tip maçlarda önemli olan bu tip şeylerdir ve bizim yedinci maç tecrübemiz vardı. Bu takım kaldırması zor başarısızlıklar yaşayıp buralara gelmişti. Ben gelmeden önce 1999 ve 2000'de iki kere süpürülmüşlerdi. Neyle karşılaşacaklarını iyi biliyorlardı.
Bobby Jackson: Kendimize yenildik. Maçı izleyin, yaptığımız hatalara, kaçırdığımız serbest atışlara bakın. Biz çizgide iyi bir takımdık. Kendi ayağımıza sıktık.
Brown: Takım biraz üzgündü ama daha genç bir ekiptik. İçinden Olsun, şimdi yenilgiyi tattık. Yürümeden önce emeklemek lazım diyorsun.
Phil Jackson: Shaq biz otoparktan çıkarken insanlara kıçını gösterince çıkan kargaşayı hatırlıyorum. Onlar da biz girerken kıçlarını göstermişti.
Adande: Kobe arenadan çıkarken benimleydi, ona bu rekabet işini sordum. Bana Yapma, J. Önce onların bizi yenmesi lazım. Bu işin kurallarını biliyorsun dedi.
Devin Blankenship (web içeriği koordinatörü, Kings): Yedinci maçı kaybettikten sonra gece geç saatlerde hala antrenman tesislerindeydik. Basın toplantılarını giriyorduk. Medya ilişkilerinin olduğu yerde küçük bir açık alan vardı. O zamanki patronum medya ilişkileri direktörü Troy Hanson'dı. Bölümdeki herkes yani biz takımın büyük bir şey kazanmadan önce birkaç sert mağlubiyet alması gerektiğini duyuyorduk. Kafamızdaki düşünce Ne olmuş, bu sadece başlangıç. Bizim dönemimiz asıl şimdi başlıyordu. Troy bizi konuşurken duymuş, gelip şöyle dedi: "Ya hepsi buysa? Ya tek şansımızı kaçırdıysak?"
Kapanış: "Rövanş Falan Olmayacak"
Lakers, New Jersey'i süpüreceği fazlasıyla sıkıcı bir 2002 Finali'ne doğru yola çıktı. Sonra da tüm yaz Kings'e sataşmayı sürdürdü. Televizyondaki canlı bir şov sırasında komedyen Guy Torry'nin Kings'le dalga geçtiği esprilere Shaq kahkahalarla gülerken takım sahibi Malooflar beş karış bir suratla esprileri dinledi. 2002 sezonu öncesinde Rick Fox'la Doug Christie, Staples Center tünelinde birbirine girdi. Christie'nin kocasını sakınmasıyla ünlü karısı bile kavgaya dahil olmuştu. Shaq, Lakers'ın hislerini özetledi: "Sacramento Kraliçeleri'ni kafaya takmıyoruz. Hem de hiç. Bütün yıl onlarla uğraşıp duramam. Geçen yıl kazanmamızı kimse umursamıyor artık. Bu yıla odaklanacağız. Onları hiç kafaya takmıyorum. Bir yere yazın. Fotoğrafını çekin. Onlara gönderin. Umurumda değil
Kimse takımların ve rekabetin zirveyi gördüğünü düşünmüyordu. Spurs, 2003 Playoff'unun ikinci turunda Lakers'ı tahtından indirdi. Dallas da Sacramento'yu aynı aşamada eve gönderdi. Webber aynı seride sol dizinde parçalanmış bir kıkırdakla oynadı. Bu sakatlık kariyerini darmadağın etti. Kings de onunla beraber dağıldı. Çünkü aynı yaz oyuncuyla 122 milyon dolarlık bir kontrat imzalamışlardı. Kings Webber'ın ağır sözleşmesini Philadelphia'dan üç felaket kontratla (Brian Skinner, Kenny Thomas, Corliss Williamson) takas edip bir yıl sonra NBA tarihindeki en büyük kavgaya neden olmuş Ron Artest karşılığında Stojakovic'i verince işler iyice karıştı. 2006 yılında Adelman'ı kovdular ve o yıldan bu yana play-off görmediler. Bu sırada 2008'deki ekonomik kriz Malooflar'ın işini çok kötü etkiledi ve onları dar maaşlı bütçeli bir küçük pazar takımı haline getirdi. Malooflar'ın Sacramento'ya bağlı kalmak yerine daha büyük bir pazara geçmek istediği söylentileri uçuşmaya başladı. Şehir onlara düşman olunca sürgün edilen aile takımı Anaheim ve Seattle'a taşımaya çalıştı ama lig tarafından engellendi. Nihayet geçen sezon franchise'ı milyarder Vivek Ranadive liderlik ettiği bir hissedar grubuna sattılar. Hayat garip, Shaquille O'Neal küçük miktarda hisse satın aldı. Şehrin adı Shaqramento'ya çıktı. Sonunda, 2002'deki olaylardan ve Maloof ailesiyle yaşananlardan sıyrılma fırsatı doğdu.
Elbette 2002 efsanesi hala devam ediyor. Playoff'tan sonra siyasi aktivist Ralph Nader altıncı maçın hakem kararıyla ilgili bir soruşturma başlattı. 2008'de gözden düşmüş hakem Tim Donaghy çok tartışılan altıncı maçta lig tarafından şike yapıldığını iddia ederek yaralara tuz ekti. Ama Donaghy'nin iddiasını çok ciddiye alan olmadı. Lig yöneticisi David Stern habercilere "Araştırmalarla bir sorunumuz yok. Böyle konuların araştırılması gerekli" dedi.
Ralph Nader (siyasi aktivist): Böyle bir şey hayatımda görmedim. Hakemler maçtan önce Lakers hapları yutmuş gibiydi. Daha çok para için yedinci maç olmasını istedikleri her yerde konuşuluyordu. Bunun üzerine Stern'ü aradım ve ona bir mektup yazdım.
Delaney: Hakemler doğru düdükler ister, taraftarlar ve elbette oyuncularla koçlar da. Herkesin bir sınırı var ve her şeyin o seviyede mükemmel olmasını ister. Bir noktaya kadar insan faktörü dolayısıyla hoşgörü vardır ama Ralph Nader gibi bir adam konuya dahil olunca işler çığırından çıkıyor. Çoğu NBA oyuncusu bir maçı onun yerine benim yönetmemi tercih eder, orası kesin.
Nader: Seyirci hakemlere saygısını kaybetti mi, oyun da zayıflar. Maçların ayarlandığını ya da bir yetersizlik, kar amaçlı bir niyet olduğunu sezebilir. Çünkü bu tip sporları seven insanların normalde yaptıkları işin yanında sevdikleri sporda da bir çeşit uzmanlığı vardır. Bu oyun hakkında bildikleriyle Meclis üyeleri, eyalet yasaları ya da şirket suçları gibi hayati şeyler hakkında bildiklerini karşılaştıramazsınız bile. Onları aptal yerine koyamazsınız. Sezgileri keskindir ve çoğu zaman haklı çıkarlar.
Madsen: Ralph Nader'ın ismini görünce düşündüğüm ilk şey Ralph Sacramento'yu mu tutuyordu ya? oldu.
Nader: Stern'e bu konunun incelenmesini gerektiğini söyledim. Zaten Lakers'ın iyi oyuncular almak için Kings'den çok parası vardı. Bir de sistem onlar için mi çalışacaktı yani? Dediklerime çok bozuldu.
Howard Cooper: İnsanlar Donaghy'nin mektubunu altıncı maçın şaibesinin tescillenmesi olarak gördü. Tim Donaghy her türlü çılgın teoriye inanmak için mantıklı bir neden haline geldi. Buna ancak gülünür.
Delaney: Geçmişim belgelerle ortada ve uzun zaman suçlularla uğraştım. O tip adamlar kendilerini kurtarmak için herkese, her türlü şeyi yaparlar. Bu hiçbir zaman beni şaşırtmadı ya da dürüst olayım endişelendirmedi. Çünkü kendimi iyi tanıyorum, karakterimi biliyorum. Özgeçmişim Tim Donaghy'ninkinden biraz daha iyi sayılır.
Delaney hakemlik yapmadan önce New Jersey'deki suç örgütlerinin çökertilmesine yönelik bir operasyonda çetenin arasına sızmıştı.
O'Neal: Bu Donaghy meselesi hakkında asla konuşmayacağım. Çünkü her takım her maçtan önce "Hack-a-Shaq yapacağız, onu sürekli çizgiye göndereceğiz" deyip duruyordu.
Bernhardt: Neden bu kadar sorun edildiğini çözemiyorum. Ben Indiana'lıyım. Dünyada bundan çok daha önemli sorunlar var. Bu bir basketbol maçı. Eğlence endüstrisi. Neden bu kadar abartılıyor ki?
Delaney: Taraftarlardan bazılarıyla parkeye çıkıp bir iki çeyrek hakemlik yapmak isterdim. Nasıl bir şey olduğunu görsünler. Çünkü sanırım bizi biraz gözlerinde büyütüyorlar. Bir faul oldu mu kimin yaptığını anlamak bile gerçekten zor iştir. Bir yandan bunu bulup diğer yandan başka bir karar veremezsin. En iyi şöyle açıklayabilirim, bir NBA maçı 10 adamın bir blender'da çok büyük bir hızla dönüp durduğu bir olaydır. Benim sadece oyunu okuyup hangi oyuncunun ne yaptığını görmekle kalmayıp, bir de Michael Jordan başka bir oyuncuya karşıyken özel bir karar verdiğimi söylemek... Bence beynimi bilime bağışlamalıyım. Herhalde dahiyimdir.
Madsen: Los Angeles'dan biri Vlade ve flop'larıyla ilgili bir rap şarkısı yaptı. Harikaydı. Lakers'ın ve Los Angeles'ın parçası olmak o zamanlar çok heyecanlıydı.
Adande: Shaq büyük bir yemek verdi. O yıllarda da ayak parmakları sorunluydu. Yemek sırasında dedi ki "Ayağım şimdi daha iyi. Doug Christie'nin karısı masaj yapınca iyi geldi."
Christie: Rick Fox'la ettiğimiz kavga aklımdan hiç çıkmıyor. Mesele sadece o ve benle ilgili değildi. Bizi art arda yeniyorlardı ve bir şekilde sesimizi çıkarmak zorundaydık.
Fox: O sezon için bir gözdağı vermek istiyorlardı. Yazısız bir sezon öncesi kuralı gibiydi. Sezon öncesi son maçta veteranlar birkaç dakika oynar ve maçın kalanında oturup keyfine bakardı. Onlar ise serinin sekizinci maçına gelmiş gibiydi.
Adande: Sezon öncesi maçında kim kavga eder ki? İşte o seri bu kadar ki sertti ve birçok kötü düşünce birikmişti. O günden bu yana, iki takımı Staples Center'da perdeler ayırır, arka koridorun iki farklı kısmındadılar. Hepsi bu kavga yüzünden.
Fox: Rick Fox Kuralı.
Beck: Lakers'ı ve o büyük hanedanını düşününce, üst üste üç kere şampiyon oldukları için ilk ve üçüncü yıl şampiyonluğu kaybetmeye ne kadar yakın olduklarını hatırlamıyor. 2001 yılı hariç dominant bir takım değildiler. Özellikle Kings serisi o hanedan etiketini kaybetmeye, finallere tekrar gitme fırsatını kaybetmeye ne kadar yakın olduklarının bir göstergesiydi.
Derek Fisher (guard, Lakers): Koca bir sezon bitirip şampiyonluk kazanmak çok yorucu. Finallere birkaç kez gidip birden fazla yüzük almak için çok şanslı olmalısınız. Yıldızlarınız sakatlanmamalı. Birçok şey lehinize gelişmeli, kolay iş değil. Çok az takım bunu başarmanın bir yolunu bulabildi ve o takımlar NBA tarihine geçtiler.
Madsen: Kimse Shaq'ı, Kobe'yi durduramazdı. Kimse o ikiliyi durduramazdı. Horry, Fox, Fisher gibi oyuncuları da ekleyince, bu takımla her gün antrenman yapmak, beraber maçlar kazanmak inanılmaz bir şanstı.
Beck: İkilinin ayrılması bir açıdan yıllardır beklenen bir şeydi. 2004 sırasında da farklı sebeplerin etkisiyle patlama noktasına geldi. Daha önce de ayrılık kararı almışlardı. Düşmanlık oyununu çok oynamışlar, sonra işi tatlıya bağlayıp anlaşmışlar, iyi oynayıp şampiyon olmuşlardı. Birkaç yıldır bu döngü devam ediyordu. Ama sanırım 2004'te dönüşü olmayan bir noktaya geldiler. Shaq'ın organizasyonla olan ilişkisi de yeni kontrat kopunca o döngü kırıldı.
Wilbon: Chris'in dizi kırılmasa Sacramento'nun sonraki sezon bir şansı olabilirdi.
Adande: Son maçı kaybetmemeliydik, kabul. Ama Webber'ın sakatlanması büyük şanssızlıktı. Bitmişlerdi.
Peja: 2004'ün ardından bizim dönemimiz kapanmaya başladı. Sanırım potansiyelimiz bu kadardı.
Phil Jackson: Rick'in o seride yaşadığı sıkıntıyı anlıyor ve paylaşıyorum. Çünkü böyle bir şeyin ne kadar zor ve yıkıcı olduğunu biliyorum. Portland'a karşı '92'de oynadığımız seride de rakip olmuştuk. Rekabetimiz eskiye dayanıyor. Onun koçluğuna gerçekten saygı duyuyorum.
Joe Maloof (hissedar, Kings): Robert Horry o şutu soktuğu andan itibaren, sanırım günde en az 10 kez o şutu atışını kafamda canlandırdım. Lakers'a o seriyi kaybetmenin verdiği hissi anlatacak kelime yok. Bu kadar kötüydü. Maçtan sonra Koç Jerry Tarkanian beni aradı. Ona sordum: "Kardeşim Gavin ve ben bunu unutabilecek miyiz?" Bana "Hayır. Emin ol, unutmayacaksınız. Alışın" dedi.
Brian Shaw (guard, Lakers): Chris Webber'le çok iyi arkadaşız. Hep bana sizi yenmeliydik der durur.
Napear: Kings, Lakers'ı bir playoff serisinde yenene kadar unutulmayacak. Bu franchise Lakers'a karşı anlamlı bir seri kazanana dek bunu hatırlayacak.
Wilbon: O seriyi kazansalar Chris Webber'ın kariyeri bambaşka bir şekilde hatırlanacaktı. Nets'i kesin yenerlerdi. Herkes Batı'yı kazananın şampiyon olacağını biliyordu. Webber'ın tüm kariyeri değişecekti. Vlade'nin tüm kariyeri değişecekti. Bir şampiyonluk yeterliydi.
Cohn: Bir şampiyonluk, o şehirde 2. Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük şey olurdu.
Bibby: Her zaman müthiş bir basketbol şehri olacaklar. O yüzden takımı taşıma çabasına çok şaşırdım. Bütün Sacramento'lular takımını sever.
Richmond: Kings ve şehir kazanmayı hak etti ama bunun ben Lakers'dayken bana karşı olmasını istemedim. Kings kazansa çok üzülürdüm.
Kevin Johnson (Eski NBA All-Star oyuncusu, Sacramento'nun şu anki valisi): NBA Finali'ne bu kadar yakınken kaybetmek her zaman can yakar. Taraftarlar hep o seriyi düşünüp "Ya kazansaydık" diyecek.
Christie: Sacramento'ya gittiğimde takımı hala sevdiklerini gördüm. O takımın temsil ettiği şeyi seviyorlar. Bir şampiyonluk kazanınca o his kaybolacaktır. Ama bu kadar yaklaşıp, hak ettiğini görüp, bir tek takımı yenemediğin için bunu kaçırmak... Bunu hazmetmesi çok zor.
Johnson: O seride olanlar bence organizasyonun kaderini etkilemedi. Yıllardır yeni bir arena yapamamıştık. Şimdi hepsi geride kaldı. Umarım Sacramento 2016'da yeni salonunu açarken şampiyonluk bayrağını da çekecek.
Cohn: Şampiyon olsak yeni arenanın yapımı için düzenlenen oylama daha coşkulu geçerdi ama Maloof ailesinin böyle bir şey için yeterli bir parayı toparlayabileceğini sanmıyorum. Öyle ya da böyle, sorunlar çıkacaktı.
Johnson: 28 yıldır bu topluluk Kings'e aşık. Kings birçok sezon seyirci sayısında lig lideriydi ve bunların çoğunda kaybeden takımdı, playoff'a bile gidemedi. Bu sebepten taraftar kitlesinin takımı şehirde tutmak için direnmesine hiç şaşırmadım.
Cohn: Uzun vadede kazanamamanın tek iyi tarafı bu oldu. Geçen yıllarda yeni bir takım sahibi bulana dek felaket bir dönem geçirdik ama şimdi daha sağlıklı bir gelecek önümüzde. Maloof ailesi varken bunun olabileceğini sanmıyorum.
Pollard: Kings o şampiyonluğu kazansa Maloof ailesi takımı taşımaya çalışmaz, belki de yeni bir arena kurarlardı. Pek çok şey için pek çok farklı ihtimal söz konusu olurdu. Kaç oyuncunun kariyeri tamamen değişecekti?
O'Neal: Kings hissedarı olmam biraz garip, evet. Ne zaman oraya gitsem bu soruyu cevaplamak zorunda kalıyorum. Ama insanlar beni toplum içinde gördükçe, tanıdıkça o zamanlar oyunumu oynadığımı anlıyorlar.
Cohn: Shaq'a öfkeli kalmak zor. Çok sempatik.
Vivek Ranadive (Kings'in sahibi olan hissedar grubunun lideri): Shaq'ı çok seviyoruz, buralarda çok popüler. Tüm dünyada tanınan bir figür. Çok, çok zeki ve çok karizmatik. Gittiği her yerde çok iyi karşılanıyor. Eyalet Meclisi'nden taraftarlara kadar herkes onu çok seviyor.
Fox: Evet, biraz garip ama işin içinde Shaq olduğu için insan şaşırmıyor. Shaq kendini kitlelere sevdirmesini bilir. Ne kadar sempatik olduğu ortada.
Voisin: Bence onun çevresinde toplandılar. Zaman her şeyin ilacı ve o kadar farklı faktörler araya giriyor ki. Takım şehirde kaldı. İnsanlar buna çok sevindi, adeta şükretti. Burada oynadığı zamanki kadar büyük bir yıldız. Sacramento ve Kings'e iyi gelen bir figür.
Renadive: Bize göre doğru yoldayız. İlk sezonumuzda sonuçlara göre değil bir kültürümüz, sistemimiz, iyi bir savunmamız var mı, buna göre değerlendirilmek istiyoruz. Bu işe bir caz grubu kurmak gibi bakıyorum. Ama 20'nci yüzyıl bando tipi herkesin aynı ritimde gittiği, robotik bir bando değil. Yaratıcı, herkesin kendi ritminde çaldığı, kendini yansıttığı ve doğaçladığı yine de güzel müzik yapan bir caz grubu olsun istiyorum. O grubu kuruyoruz.
Shaw: Sacramento, Kobe, Phil ve Shaq aynı takımda olmasa çok başka bir hikaye yazabilirdi. Yanlış zamanda bir araya gelmiş doğru bir takımdılar. Öykü kitaplarında Kings'in yeri boşsa, bunun sebebi Lakers'dır.
Nader: Stern'e bu konunun incelenmesini gerektiğini söyledim. Zaten Lakers'ın iyi oyuncular almak için Kings'den çok parası vardı. Bir de sistem onlar için mi çalışacaktı yani? Dediklerime çok bozuldu.
Howard Cooper: İnsanlar Donaghy'nin mektubunu altıncı maçın şaibesinin tescillenmesi olarak gördü. Tim Donaghy her türlü çılgın teoriye inanmak için mantıklı bir neden haline geldi. Buna ancak gülünür.
Köyün delisi Tim Donaghy
Delaney: Geçmişim belgelerle ortada ve uzun zaman suçlularla uğraştım. O tip adamlar kendilerini kurtarmak için herkese, her türlü şeyi yaparlar. Bu hiçbir zaman beni şaşırtmadı ya da dürüst olayım endişelendirmedi. Çünkü kendimi iyi tanıyorum, karakterimi biliyorum. Özgeçmişim Tim Donaghy'ninkinden biraz daha iyi sayılır.
Delaney hakemlik yapmadan önce New Jersey'deki suç örgütlerinin çökertilmesine yönelik bir operasyonda çetenin arasına sızmıştı.
O'Neal: Bu Donaghy meselesi hakkında asla konuşmayacağım. Çünkü her takım her maçtan önce "Hack-a-Shaq yapacağız, onu sürekli çizgiye göndereceğiz" deyip duruyordu.
Bernhardt: Neden bu kadar sorun edildiğini çözemiyorum. Ben Indiana'lıyım. Dünyada bundan çok daha önemli sorunlar var. Bu bir basketbol maçı. Eğlence endüstrisi. Neden bu kadar abartılıyor ki?
Delaney: Taraftarlardan bazılarıyla parkeye çıkıp bir iki çeyrek hakemlik yapmak isterdim. Nasıl bir şey olduğunu görsünler. Çünkü sanırım bizi biraz gözlerinde büyütüyorlar. Bir faul oldu mu kimin yaptığını anlamak bile gerçekten zor iştir. Bir yandan bunu bulup diğer yandan başka bir karar veremezsin. En iyi şöyle açıklayabilirim, bir NBA maçı 10 adamın bir blender'da çok büyük bir hızla dönüp durduğu bir olaydır. Benim sadece oyunu okuyup hangi oyuncunun ne yaptığını görmekle kalmayıp, bir de Michael Jordan başka bir oyuncuya karşıyken özel bir karar verdiğimi söylemek... Bence beynimi bilime bağışlamalıyım. Herhalde dahiyimdir.
Madsen: Los Angeles'dan biri Vlade ve flop'larıyla ilgili bir rap şarkısı yaptı. Harikaydı. Lakers'ın ve Los Angeles'ın parçası olmak o zamanlar çok heyecanlıydı.
Adande: Shaq büyük bir yemek verdi. O yıllarda da ayak parmakları sorunluydu. Yemek sırasında dedi ki "Ayağım şimdi daha iyi. Doug Christie'nin karısı masaj yapınca iyi geldi."
Christie: Rick Fox'la ettiğimiz kavga aklımdan hiç çıkmıyor. Mesele sadece o ve benle ilgili değildi. Bizi art arda yeniyorlardı ve bir şekilde sesimizi çıkarmak zorundaydık.
Fox: O sezon için bir gözdağı vermek istiyorlardı. Yazısız bir sezon öncesi kuralı gibiydi. Sezon öncesi son maçta veteranlar birkaç dakika oynar ve maçın kalanında oturup keyfine bakardı. Onlar ise serinin sekizinci maçına gelmiş gibiydi.
Adande: Sezon öncesi maçında kim kavga eder ki? İşte o seri bu kadar ki sertti ve birçok kötü düşünce birikmişti. O günden bu yana, iki takımı Staples Center'da perdeler ayırır, arka koridorun iki farklı kısmındadılar. Hepsi bu kavga yüzünden.
Fox: Rick Fox Kuralı.
Beck: Lakers'ı ve o büyük hanedanını düşününce, üst üste üç kere şampiyon oldukları için ilk ve üçüncü yıl şampiyonluğu kaybetmeye ne kadar yakın olduklarını hatırlamıyor. 2001 yılı hariç dominant bir takım değildiler. Özellikle Kings serisi o hanedan etiketini kaybetmeye, finallere tekrar gitme fırsatını kaybetmeye ne kadar yakın olduklarının bir göstergesiydi.
Derek Fisher (guard, Lakers): Koca bir sezon bitirip şampiyonluk kazanmak çok yorucu. Finallere birkaç kez gidip birden fazla yüzük almak için çok şanslı olmalısınız. Yıldızlarınız sakatlanmamalı. Birçok şey lehinize gelişmeli, kolay iş değil. Çok az takım bunu başarmanın bir yolunu bulabildi ve o takımlar NBA tarihine geçtiler.
Madsen: Kimse Shaq'ı, Kobe'yi durduramazdı. Kimse o ikiliyi durduramazdı. Horry, Fox, Fisher gibi oyuncuları da ekleyince, bu takımla her gün antrenman yapmak, beraber maçlar kazanmak inanılmaz bir şanstı.
Beck: İkilinin ayrılması bir açıdan yıllardır beklenen bir şeydi. 2004 sırasında da farklı sebeplerin etkisiyle patlama noktasına geldi. Daha önce de ayrılık kararı almışlardı. Düşmanlık oyununu çok oynamışlar, sonra işi tatlıya bağlayıp anlaşmışlar, iyi oynayıp şampiyon olmuşlardı. Birkaç yıldır bu döngü devam ediyordu. Ama sanırım 2004'te dönüşü olmayan bir noktaya geldiler. Shaq'ın organizasyonla olan ilişkisi de yeni kontrat kopunca o döngü kırıldı.
Wilbon: Chris'in dizi kırılmasa Sacramento'nun sonraki sezon bir şansı olabilirdi.
Adande: Son maçı kaybetmemeliydik, kabul. Ama Webber'ın sakatlanması büyük şanssızlıktı. Bitmişlerdi.
Peja: 2004'ün ardından bizim dönemimiz kapanmaya başladı. Sanırım potansiyelimiz bu kadardı.
Phil Jackson: Rick'in o seride yaşadığı sıkıntıyı anlıyor ve paylaşıyorum. Çünkü böyle bir şeyin ne kadar zor ve yıkıcı olduğunu biliyorum. Portland'a karşı '92'de oynadığımız seride de rakip olmuştuk. Rekabetimiz eskiye dayanıyor. Onun koçluğuna gerçekten saygı duyuyorum.
Joe Maloof (hissedar, Kings): Robert Horry o şutu soktuğu andan itibaren, sanırım günde en az 10 kez o şutu atışını kafamda canlandırdım. Lakers'a o seriyi kaybetmenin verdiği hissi anlatacak kelime yok. Bu kadar kötüydü. Maçtan sonra Koç Jerry Tarkanian beni aradı. Ona sordum: "Kardeşim Gavin ve ben bunu unutabilecek miyiz?" Bana "Hayır. Emin ol, unutmayacaksınız. Alışın" dedi.
Brian Shaw (guard, Lakers): Chris Webber'le çok iyi arkadaşız. Hep bana sizi yenmeliydik der durur.
Napear: Kings, Lakers'ı bir playoff serisinde yenene kadar unutulmayacak. Bu franchise Lakers'a karşı anlamlı bir seri kazanana dek bunu hatırlayacak.
Wilbon: O seriyi kazansalar Chris Webber'ın kariyeri bambaşka bir şekilde hatırlanacaktı. Nets'i kesin yenerlerdi. Herkes Batı'yı kazananın şampiyon olacağını biliyordu. Webber'ın tüm kariyeri değişecekti. Vlade'nin tüm kariyeri değişecekti. Bir şampiyonluk yeterliydi.
Cohn: Bir şampiyonluk, o şehirde 2. Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük şey olurdu.
Bibby: Her zaman müthiş bir basketbol şehri olacaklar. O yüzden takımı taşıma çabasına çok şaşırdım. Bütün Sacramento'lular takımını sever.
Richmond: Kings ve şehir kazanmayı hak etti ama bunun ben Lakers'dayken bana karşı olmasını istemedim. Kings kazansa çok üzülürdüm.
Kevin Johnson (Eski NBA All-Star oyuncusu, Sacramento'nun şu anki valisi): NBA Finali'ne bu kadar yakınken kaybetmek her zaman can yakar. Taraftarlar hep o seriyi düşünüp "Ya kazansaydık" diyecek.
Christie: Sacramento'ya gittiğimde takımı hala sevdiklerini gördüm. O takımın temsil ettiği şeyi seviyorlar. Bir şampiyonluk kazanınca o his kaybolacaktır. Ama bu kadar yaklaşıp, hak ettiğini görüp, bir tek takımı yenemediğin için bunu kaçırmak... Bunu hazmetmesi çok zor.
Johnson: O seride olanlar bence organizasyonun kaderini etkilemedi. Yıllardır yeni bir arena yapamamıştık. Şimdi hepsi geride kaldı. Umarım Sacramento 2016'da yeni salonunu açarken şampiyonluk bayrağını da çekecek.
Cohn: Şampiyon olsak yeni arenanın yapımı için düzenlenen oylama daha coşkulu geçerdi ama Maloof ailesinin böyle bir şey için yeterli bir parayı toparlayabileceğini sanmıyorum. Öyle ya da böyle, sorunlar çıkacaktı.
Johnson: 28 yıldır bu topluluk Kings'e aşık. Kings birçok sezon seyirci sayısında lig lideriydi ve bunların çoğunda kaybeden takımdı, playoff'a bile gidemedi. Bu sebepten taraftar kitlesinin takımı şehirde tutmak için direnmesine hiç şaşırmadım.
Cohn: Uzun vadede kazanamamanın tek iyi tarafı bu oldu. Geçen yıllarda yeni bir takım sahibi bulana dek felaket bir dönem geçirdik ama şimdi daha sağlıklı bir gelecek önümüzde. Maloof ailesi varken bunun olabileceğini sanmıyorum.
Pollard: Kings o şampiyonluğu kazansa Maloof ailesi takımı taşımaya çalışmaz, belki de yeni bir arena kurarlardı. Pek çok şey için pek çok farklı ihtimal söz konusu olurdu. Kaç oyuncunun kariyeri tamamen değişecekti?
O'Neal: Kings hissedarı olmam biraz garip, evet. Ne zaman oraya gitsem bu soruyu cevaplamak zorunda kalıyorum. Ama insanlar beni toplum içinde gördükçe, tanıdıkça o zamanlar oyunumu oynadığımı anlıyorlar.
Cohn: Shaq'a öfkeli kalmak zor. Çok sempatik.
Vivek Ranadive (Kings'in sahibi olan hissedar grubunun lideri): Shaq'ı çok seviyoruz, buralarda çok popüler. Tüm dünyada tanınan bir figür. Çok, çok zeki ve çok karizmatik. Gittiği her yerde çok iyi karşılanıyor. Eyalet Meclisi'nden taraftarlara kadar herkes onu çok seviyor.
Fox: Evet, biraz garip ama işin içinde Shaq olduğu için insan şaşırmıyor. Shaq kendini kitlelere sevdirmesini bilir. Ne kadar sempatik olduğu ortada.
Voisin: Bence onun çevresinde toplandılar. Zaman her şeyin ilacı ve o kadar farklı faktörler araya giriyor ki. Takım şehirde kaldı. İnsanlar buna çok sevindi, adeta şükretti. Burada oynadığı zamanki kadar büyük bir yıldız. Sacramento ve Kings'e iyi gelen bir figür.
Renadive: Bize göre doğru yoldayız. İlk sezonumuzda sonuçlara göre değil bir kültürümüz, sistemimiz, iyi bir savunmamız var mı, buna göre değerlendirilmek istiyoruz. Bu işe bir caz grubu kurmak gibi bakıyorum. Ama 20'nci yüzyıl bando tipi herkesin aynı ritimde gittiği, robotik bir bando değil. Yaratıcı, herkesin kendi ritminde çaldığı, kendini yansıttığı ve doğaçladığı yine de güzel müzik yapan bir caz grubu olsun istiyorum. O grubu kuruyoruz.
Shaw: Sacramento, Kobe, Phil ve Shaq aynı takımda olmasa çok başka bir hikaye yazabilirdi. Yanlış zamanda bir araya gelmiş doğru bir takımdılar. Öykü kitaplarında Kings'in yeri boşsa, bunun sebebi Lakers'dır.
*
Ara
Arşiv
-
▼
2018
(41)
- ► 12/16 - 12/23 (1)
- ► 12/02 - 12/09 (3)
- ► 11/18 - 11/25 (1)
- ► 11/11 - 11/18 (1)
- ► 11/04 - 11/11 (1)
- ► 10/28 - 11/04 (1)
- ► 10/21 - 10/28 (1)
- ► 10/14 - 10/21 (2)
- ► 09/30 - 10/07 (1)
- ► 09/23 - 09/30 (1)
- ► 09/16 - 09/23 (1)
- ► 08/19 - 08/26 (2)
- ► 08/05 - 08/12 (1)
- ► 07/29 - 08/05 (1)
- ► 07/08 - 07/15 (1)
- ► 06/17 - 06/24 (1)
- ► 06/10 - 06/17 (1)
- ► 06/03 - 06/10 (2)
- ► 05/20 - 05/27 (1)
- ► 05/13 - 05/20 (1)
- ► 04/22 - 04/29 (3)
- ► 04/15 - 04/22 (2)
- ► 03/25 - 04/01 (1)
- ► 03/18 - 03/25 (1)
- ► 03/11 - 03/18 (1)
- ► 03/04 - 03/11 (1)
- ► 02/25 - 03/04 (1)
- ► 02/11 - 02/18 (1)
- ► 02/04 - 02/11 (1)
- ► 01/21 - 01/28 (1)
- ► 01/07 - 01/14 (1)
-
►
2017
(80)
- ► 12/31 - 01/07 (2)
- ► 12/24 - 12/31 (1)
- ► 12/17 - 12/24 (1)
- ► 12/03 - 12/10 (1)
- ► 11/26 - 12/03 (2)
- ► 11/19 - 11/26 (1)
- ► 11/12 - 11/19 (2)
- ► 10/29 - 11/05 (2)
- ► 10/22 - 10/29 (1)
- ► 10/15 - 10/22 (1)
- ► 10/08 - 10/15 (1)
- ► 10/01 - 10/08 (1)
- ► 09/24 - 10/01 (2)
- ► 09/03 - 09/10 (1)
- ► 08/27 - 09/03 (1)
- ► 08/20 - 08/27 (1)
- ► 08/13 - 08/20 (3)
- ► 08/06 - 08/13 (1)
- ► 07/30 - 08/06 (2)
- ► 07/23 - 07/30 (2)
- ► 07/16 - 07/23 (1)
- ► 07/09 - 07/16 (1)
- ► 07/02 - 07/09 (2)
- ► 06/25 - 07/02 (3)
- ► 06/18 - 06/25 (2)
- ► 06/11 - 06/18 (2)
- ► 06/04 - 06/11 (1)
- ► 05/28 - 06/04 (1)
- ► 05/21 - 05/28 (1)
- ► 05/14 - 05/21 (2)
- ► 05/07 - 05/14 (2)
- ► 04/30 - 05/07 (1)
- ► 04/16 - 04/23 (2)
- ► 04/09 - 04/16 (2)
- ► 04/02 - 04/09 (3)
- ► 03/26 - 04/02 (2)
- ► 03/19 - 03/26 (3)
- ► 03/12 - 03/19 (2)
- ► 03/05 - 03/12 (3)
- ► 02/26 - 03/05 (1)
- ► 02/19 - 02/26 (2)
- ► 02/12 - 02/19 (3)
- ► 02/05 - 02/12 (1)
- ► 01/29 - 02/05 (1)
- ► 01/22 - 01/29 (2)
- ► 01/15 - 01/22 (1)
- ► 01/08 - 01/15 (2)
- ► 01/01 - 01/08 (2)
-
►
2016
(127)
- ► 12/25 - 01/01 (1)
- ► 12/18 - 12/25 (1)
- ► 12/04 - 12/11 (1)
- ► 11/27 - 12/04 (2)
- ► 11/20 - 11/27 (2)
- ► 11/13 - 11/20 (2)
- ► 11/06 - 11/13 (3)
- ► 10/30 - 11/06 (2)
- ► 10/23 - 10/30 (1)
- ► 10/16 - 10/23 (5)
- ► 10/09 - 10/16 (2)
- ► 10/02 - 10/09 (1)
- ► 09/25 - 10/02 (3)
- ► 09/18 - 09/25 (3)
- ► 09/11 - 09/18 (2)
- ► 09/04 - 09/11 (2)
- ► 08/28 - 09/04 (2)
- ► 08/21 - 08/28 (2)
- ► 08/14 - 08/21 (2)
- ► 08/07 - 08/14 (2)
- ► 07/31 - 08/07 (3)
- ► 07/24 - 07/31 (4)
- ► 07/17 - 07/24 (2)
- ► 07/10 - 07/17 (2)
- ► 07/03 - 07/10 (2)
- ► 06/26 - 07/03 (4)
- ► 06/19 - 06/26 (3)
- ► 06/12 - 06/19 (3)
- ► 06/05 - 06/12 (3)
- ► 05/29 - 06/05 (2)
- ► 05/22 - 05/29 (4)
- ► 05/15 - 05/22 (4)
- ► 05/08 - 05/15 (2)
- ► 05/01 - 05/08 (2)
- ► 04/24 - 05/01 (3)
- ► 04/17 - 04/24 (2)
- ► 04/10 - 04/17 (6)
- ► 04/03 - 04/10 (2)
- ► 03/27 - 04/03 (2)
- ► 03/20 - 03/27 (3)
- ► 03/13 - 03/20 (2)
- ► 03/06 - 03/13 (4)
- ► 02/28 - 03/06 (3)
- ► 02/21 - 02/28 (2)
- ► 02/14 - 02/21 (3)
- ► 01/31 - 02/07 (2)
- ► 01/24 - 01/31 (3)
- ► 01/17 - 01/24 (4)
- ► 01/10 - 01/17 (2)
- ► 01/03 - 01/10 (3)
-
►
2015
(105)
- ► 12/27 - 01/03 (3)
- ► 12/20 - 12/27 (3)
- ► 12/13 - 12/20 (3)
- ► 12/06 - 12/13 (5)
- ► 11/29 - 12/06 (2)
- ► 11/22 - 11/29 (3)
- ► 11/15 - 11/22 (3)
- ► 11/08 - 11/15 (3)
- ► 11/01 - 11/08 (4)
- ► 10/25 - 11/01 (3)
- ► 10/18 - 10/25 (3)
- ► 10/11 - 10/18 (2)
- ► 10/04 - 10/11 (3)
- ► 09/27 - 10/04 (3)
- ► 09/20 - 09/27 (3)
- ► 09/13 - 09/20 (2)
- ► 09/06 - 09/13 (3)
- ► 08/30 - 09/06 (1)
- ► 08/23 - 08/30 (2)
- ► 07/05 - 07/12 (1)
- ► 06/28 - 07/05 (2)
- ► 06/21 - 06/28 (1)
- ► 06/14 - 06/21 (2)
- ► 06/07 - 06/14 (2)
- ► 05/31 - 06/07 (2)
- ► 05/24 - 05/31 (2)
- ► 05/17 - 05/24 (2)
- ► 05/10 - 05/17 (2)
- ► 05/03 - 05/10 (1)
- ► 04/26 - 05/03 (1)
- ► 04/19 - 04/26 (2)
- ► 04/12 - 04/19 (2)
- ► 04/05 - 04/12 (3)
- ► 03/29 - 04/05 (2)
- ► 03/22 - 03/29 (2)
- ► 03/15 - 03/22 (1)
- ► 03/08 - 03/15 (2)
- ► 03/01 - 03/08 (2)
- ► 02/22 - 03/01 (1)
- ► 02/15 - 02/22 (4)
- ► 02/08 - 02/15 (2)
- ► 02/01 - 02/08 (3)
- ► 01/25 - 02/01 (1)
- ► 01/18 - 01/25 (3)
- ► 01/11 - 01/18 (1)
- ► 01/04 - 01/11 (2)
-
►
2014
(151)
- ► 12/28 - 01/04 (1)
- ► 12/21 - 12/28 (3)
- ► 12/14 - 12/21 (1)
- ► 12/07 - 12/14 (2)
- ► 11/30 - 12/07 (2)
- ► 11/23 - 11/30 (2)
- ► 11/16 - 11/23 (2)
- ► 11/09 - 11/16 (2)
- ► 11/02 - 11/09 (3)
- ► 10/26 - 11/02 (3)
- ► 10/19 - 10/26 (2)
- ► 10/12 - 10/19 (4)
- ► 10/05 - 10/12 (3)
- ► 09/28 - 10/05 (2)
- ► 09/21 - 09/28 (4)
- ► 09/14 - 09/21 (2)
- ► 09/07 - 09/14 (3)
- ► 08/31 - 09/07 (2)
- ► 08/24 - 08/31 (1)
- ► 08/17 - 08/24 (2)
- ► 08/10 - 08/17 (2)
- ► 08/03 - 08/10 (2)
- ► 07/27 - 08/03 (1)
- ► 07/20 - 07/27 (3)
- ► 07/13 - 07/20 (2)
- ► 07/06 - 07/13 (4)
- ► 06/29 - 07/06 (4)
- ► 06/22 - 06/29 (4)
- ► 06/15 - 06/22 (4)
- ► 06/08 - 06/15 (3)
- ► 06/01 - 06/08 (4)
- ► 05/25 - 06/01 (4)
- ► 05/18 - 05/25 (2)
- ► 05/11 - 05/18 (2)
- ► 05/04 - 05/11 (3)
- ► 04/27 - 05/04 (3)
- ► 04/20 - 04/27 (3)
- ► 04/13 - 04/20 (4)
- ► 04/06 - 04/13 (3)
- ► 03/30 - 04/06 (2)
- ► 03/23 - 03/30 (2)
- ► 03/16 - 03/23 (5)
- ► 03/09 - 03/16 (2)
- ► 03/02 - 03/09 (4)
- ► 02/23 - 03/02 (4)
- ► 02/16 - 02/23 (5)
- ► 02/09 - 02/16 (4)
- ► 02/02 - 02/09 (6)
- ► 01/26 - 02/02 (3)
- ► 01/19 - 01/26 (3)
- ► 01/12 - 01/19 (3)
- ► 01/05 - 01/12 (5)
-
►
2013
(349)
- ► 12/29 - 01/05 (5)
- ► 12/22 - 12/29 (8)
- ► 12/15 - 12/22 (6)
- ► 12/08 - 12/15 (5)
- ► 12/01 - 12/08 (3)
- ► 11/24 - 12/01 (5)
- ► 11/17 - 11/24 (6)
- ► 11/10 - 11/17 (7)
- ► 11/03 - 11/10 (6)
- ► 10/27 - 11/03 (7)
- ► 10/20 - 10/27 (8)
- ► 10/13 - 10/20 (5)
- ► 10/06 - 10/13 (6)
- ► 09/29 - 10/06 (5)
- ► 09/22 - 09/29 (6)
- ► 09/15 - 09/22 (6)
- ► 09/08 - 09/15 (6)
- ► 09/01 - 09/08 (8)
- ► 08/25 - 09/01 (5)
- ► 08/18 - 08/25 (6)
- ► 08/11 - 08/18 (9)
- ► 08/04 - 08/11 (2)
- ► 07/28 - 08/04 (6)
- ► 07/21 - 07/28 (5)
- ► 07/14 - 07/21 (6)
- ► 07/07 - 07/14 (7)
- ► 06/30 - 07/07 (6)
- ► 06/23 - 06/30 (11)
- ► 06/16 - 06/23 (4)
- ► 06/09 - 06/16 (5)
- ► 06/02 - 06/09 (5)
- ► 05/26 - 06/02 (8)
- ► 05/19 - 05/26 (8)
- ► 05/12 - 05/19 (9)
- ► 05/05 - 05/12 (7)
- ► 04/28 - 05/05 (5)
- ► 04/21 - 04/28 (6)
- ► 04/14 - 04/21 (7)
- ► 04/07 - 04/14 (8)
- ► 03/31 - 04/07 (7)
- ► 03/24 - 03/31 (9)
- ► 03/17 - 03/24 (9)
- ► 03/10 - 03/17 (10)
- ► 03/03 - 03/10 (11)
- ► 02/24 - 03/03 (8)
- ► 02/17 - 02/24 (6)
- ► 02/10 - 02/17 (6)
- ► 02/03 - 02/10 (7)
- ► 01/27 - 02/03 (7)
- ► 01/20 - 01/27 (7)
- ► 01/13 - 01/20 (11)
- ► 01/06 - 01/13 (8)
-
►
2012
(496)
- ► 12/30 - 01/06 (8)
- ► 12/23 - 12/30 (6)
- ► 12/16 - 12/23 (10)
- ► 12/09 - 12/16 (9)
- ► 12/02 - 12/09 (12)
- ► 11/25 - 12/02 (10)
- ► 11/18 - 11/25 (13)
- ► 11/11 - 11/18 (11)
- ► 11/04 - 11/11 (15)
- ► 10/28 - 11/04 (9)
- ► 10/21 - 10/28 (8)
- ► 10/14 - 10/21 (10)
- ► 10/07 - 10/14 (10)
- ► 09/30 - 10/07 (11)
- ► 09/23 - 09/30 (7)
- ► 09/16 - 09/23 (11)
- ► 09/09 - 09/16 (7)
- ► 09/02 - 09/09 (6)
- ► 08/26 - 09/02 (9)
- ► 08/19 - 08/26 (10)
- ► 08/12 - 08/19 (6)
- ► 08/05 - 08/12 (7)
- ► 07/29 - 08/05 (9)
- ► 07/22 - 07/29 (8)
- ► 07/15 - 07/22 (6)
- ► 07/08 - 07/15 (8)
- ► 07/01 - 07/08 (9)
- ► 06/24 - 07/01 (9)
- ► 06/17 - 06/24 (13)
- ► 06/10 - 06/17 (14)
- ► 06/03 - 06/10 (6)
- ► 05/27 - 06/03 (9)
- ► 05/20 - 05/27 (9)
- ► 05/13 - 05/20 (12)
- ► 05/06 - 05/13 (12)
- ► 04/29 - 05/06 (5)
- ► 04/22 - 04/29 (8)
- ► 04/15 - 04/22 (6)
- ► 04/08 - 04/15 (6)
- ► 04/01 - 04/08 (9)
- ► 03/25 - 04/01 (12)
- ► 03/18 - 03/25 (8)
- ► 03/11 - 03/18 (12)
- ► 03/04 - 03/11 (6)
- ► 02/26 - 03/04 (10)
- ► 02/19 - 02/26 (10)
- ► 02/12 - 02/19 (10)
- ► 02/05 - 02/12 (10)
- ► 01/29 - 02/05 (11)
- ► 01/22 - 01/29 (12)
- ► 01/15 - 01/22 (9)
- ► 01/08 - 01/15 (11)
- ► 01/01 - 01/08 (12)
-
►
2011
(437)
- ► 12/25 - 01/01 (11)
- ► 12/18 - 12/25 (10)
- ► 12/11 - 12/18 (12)
- ► 12/04 - 12/11 (7)
- ► 11/27 - 12/04 (4)
- ► 11/20 - 11/27 (9)
- ► 11/13 - 11/20 (10)
- ► 11/06 - 11/13 (10)
- ► 10/30 - 11/06 (7)
- ► 10/23 - 10/30 (5)
- ► 10/16 - 10/23 (10)
- ► 10/09 - 10/16 (8)
- ► 10/02 - 10/09 (9)
- ► 09/25 - 10/02 (7)
- ► 09/18 - 09/25 (7)
- ► 09/11 - 09/18 (9)
- ► 09/04 - 09/11 (6)
- ► 08/28 - 09/04 (6)
- ► 08/21 - 08/28 (8)
- ► 08/14 - 08/21 (9)
- ► 08/07 - 08/14 (8)
- ► 07/31 - 08/07 (8)
- ► 07/24 - 07/31 (10)
- ► 07/17 - 07/24 (7)
- ► 07/10 - 07/17 (8)
- ► 07/03 - 07/10 (7)
- ► 06/26 - 07/03 (5)
- ► 06/19 - 06/26 (7)
- ► 06/12 - 06/19 (8)
- ► 06/05 - 06/12 (12)
- ► 05/29 - 06/05 (8)
- ► 05/22 - 05/29 (8)
- ► 05/15 - 05/22 (6)
- ► 05/08 - 05/15 (4)
- ► 05/01 - 05/08 (7)
- ► 04/24 - 05/01 (10)
- ► 04/17 - 04/24 (9)
- ► 04/10 - 04/17 (10)
- ► 04/03 - 04/10 (13)
- ► 03/27 - 04/03 (10)
- ► 03/20 - 03/27 (9)
- ► 03/13 - 03/20 (5)
- ► 03/06 - 03/13 (11)
- ► 02/27 - 03/06 (7)
- ► 02/20 - 02/27 (10)
- ► 02/13 - 02/20 (7)
- ► 02/06 - 02/13 (14)
- ► 01/30 - 02/06 (3)
- ► 01/23 - 01/30 (9)
- ► 01/16 - 01/23 (12)
- ► 01/09 - 01/16 (8)
- ► 01/02 - 01/09 (13)
-
►
2010
(653)
- ► 12/26 - 01/02 (13)
- ► 12/19 - 12/26 (12)
- ► 12/12 - 12/19 (10)
- ► 12/05 - 12/12 (10)
- ► 11/28 - 12/05 (7)
- ► 11/21 - 11/28 (5)
- ► 11/14 - 11/21 (6)
- ► 11/07 - 11/14 (9)
- ► 10/31 - 11/07 (7)
- ► 10/24 - 10/31 (7)
- ► 10/17 - 10/24 (7)
- ► 10/10 - 10/17 (7)
- ► 10/03 - 10/10 (11)
- ► 09/26 - 10/03 (8)
- ► 09/19 - 09/26 (9)
- ► 09/12 - 09/19 (8)
- ► 09/05 - 09/12 (10)
- ► 08/29 - 09/05 (5)
- ► 08/22 - 08/29 (10)
- ► 08/15 - 08/22 (7)
- ► 08/08 - 08/15 (5)
- ► 08/01 - 08/08 (7)
- ► 07/25 - 08/01 (8)
- ► 07/18 - 07/25 (7)
- ► 07/11 - 07/18 (10)
- ► 07/04 - 07/11 (16)
- ► 06/27 - 07/04 (17)
- ► 06/20 - 06/27 (12)
- ► 06/13 - 06/20 (17)
- ► 06/06 - 06/13 (13)
- ► 05/30 - 06/06 (19)
- ► 05/23 - 05/30 (12)
- ► 05/16 - 05/23 (8)
- ► 05/09 - 05/16 (11)
- ► 05/02 - 05/09 (13)
- ► 04/25 - 05/02 (13)
- ► 04/18 - 04/25 (16)
- ► 04/11 - 04/18 (26)
- ► 04/04 - 04/11 (14)
- ► 03/28 - 04/04 (19)
- ► 03/21 - 03/28 (18)
- ► 03/14 - 03/21 (22)
- ► 03/07 - 03/14 (21)
- ► 02/28 - 03/07 (19)
- ► 02/21 - 02/28 (17)
- ► 02/14 - 02/21 (10)
- ► 02/07 - 02/14 (21)
- ► 01/31 - 02/07 (8)
- ► 01/24 - 01/31 (19)
- ► 01/17 - 01/24 (16)
- ► 01/10 - 01/17 (26)
- ► 01/03 - 01/10 (25)
-
►
2009
(691)
- ► 12/27 - 01/03 (26)
- ► 12/20 - 12/27 (27)
- ► 12/13 - 12/20 (26)
- ► 12/06 - 12/13 (24)
- ► 11/29 - 12/06 (6)
- ► 11/22 - 11/29 (8)
- ► 11/15 - 11/22 (16)
- ► 11/08 - 11/15 (16)
- ► 11/01 - 11/08 (24)
- ► 10/25 - 11/01 (15)
- ► 10/18 - 10/25 (8)
- ► 10/11 - 10/18 (15)
- ► 10/04 - 10/11 (15)
- ► 09/27 - 10/04 (14)
- ► 09/20 - 09/27 (17)
- ► 09/13 - 09/20 (1)
- ► 09/06 - 09/13 (5)
- ► 08/30 - 09/06 (15)
- ► 08/23 - 08/30 (11)
- ► 08/16 - 08/23 (17)
- ► 08/09 - 08/16 (11)
- ► 08/02 - 08/09 (17)
- ► 07/26 - 08/02 (23)
- ► 07/19 - 07/26 (10)
- ► 07/12 - 07/19 (9)
- ► 07/05 - 07/12 (10)
- ► 06/28 - 07/05 (6)
- ► 06/21 - 06/28 (16)
- ► 06/14 - 06/21 (17)
- ► 06/07 - 06/14 (5)
- ► 05/31 - 06/07 (12)
- ► 05/24 - 05/31 (20)
- ► 05/17 - 05/24 (10)
- ► 05/10 - 05/17 (22)
- ► 05/03 - 05/10 (26)
- ► 04/26 - 05/03 (14)
- ► 04/19 - 04/26 (12)
- ► 04/12 - 04/19 (20)
- ► 04/05 - 04/12 (3)
- ► 03/29 - 04/05 (2)
- ► 03/22 - 03/29 (9)
- ► 03/15 - 03/22 (6)
- ► 03/08 - 03/15 (16)
- ► 03/01 - 03/08 (7)
- ► 02/22 - 03/01 (15)
- ► 02/15 - 02/22 (12)
- ► 02/08 - 02/15 (15)
- ► 02/01 - 02/08 (4)
- ► 01/25 - 02/01 (11)
- ► 01/18 - 01/25 (10)
- ► 01/11 - 01/18 (4)
- ► 01/04 - 01/11 (11)
-
►
2008
(884)
- ► 12/28 - 01/04 (6)
- ► 12/21 - 12/28 (13)
- ► 12/14 - 12/21 (7)
- ► 12/07 - 12/14 (8)
- ► 11/30 - 12/07 (8)
- ► 11/23 - 11/30 (12)
- ► 11/16 - 11/23 (14)
- ► 11/09 - 11/16 (20)
- ► 11/02 - 11/09 (23)
- ► 10/26 - 11/02 (14)
- ► 10/19 - 10/26 (9)
- ► 10/12 - 10/19 (12)
- ► 10/05 - 10/12 (7)
- ► 09/28 - 10/05 (15)
- ► 09/21 - 09/28 (14)
- ► 09/14 - 09/21 (21)
- ► 09/07 - 09/14 (25)
- ► 08/24 - 08/31 (1)
- ► 08/17 - 08/24 (4)
- ► 08/10 - 08/17 (20)
- ► 08/03 - 08/10 (6)
- ► 07/27 - 08/03 (5)
- ► 07/20 - 07/27 (9)
- ► 07/13 - 07/20 (9)
- ► 07/06 - 07/13 (12)
- ► 06/29 - 07/06 (16)
- ► 06/22 - 06/29 (7)
- ► 06/15 - 06/22 (7)
- ► 06/08 - 06/15 (19)
- ► 06/01 - 06/08 (15)
- ► 05/25 - 06/01 (17)
- ► 05/18 - 05/25 (21)
- ► 05/11 - 05/18 (29)
- ► 05/04 - 05/11 (22)
- ► 04/27 - 05/04 (32)
- ► 04/20 - 04/27 (14)
- ► 04/13 - 04/20 (15)
- ► 04/06 - 04/13 (43)
- ► 03/30 - 04/06 (46)
- ► 03/23 - 03/30 (46)
- ► 03/16 - 03/23 (23)
- ► 03/09 - 03/16 (17)
- ► 03/02 - 03/09 (40)
- ► 02/24 - 03/02 (39)
- ► 02/17 - 02/24 (24)
- ► 02/10 - 02/17 (32)
- ► 02/03 - 02/10 (22)
- ► 01/27 - 02/03 (10)
- ► 01/20 - 01/27 (20)
- ► 01/13 - 01/20 (14)