Fırat

 

  Diyarbakır'ın Fenerbahçe ve Galatasaray'ı olarak halk tarafından benimsenen Dicle Gençlik Spor ve Yıldız Gençlik Spor kulüpleri bir araya gelmiş ve bu iki kulüpten yepyeni bir kulüp doğmuştur. Önce Dicle Gençlik kongreye gider ve adını Diyarbakırspor olarak değiştirir. Bu kararın hemen ardından Yıldız Gençlik Spor da kongre kararı alır ve Diyarbakırspor'a katılır. Böylece Diyarbakırspor'un kurulduğu ilan edilir. Yeni takımın renkleri konusunda ise kurucuları arasında yaşanan küçük tartışmalardan sonra, Dicle'nin yeşil-beyazından yeşili, Yıldız'ın sarı-kırmızısının kırmızısı seçilerek "yeşil-kırmızı" renklerinde uzlaşılır. Daha sonraki yıllarda, yeşil ve kırmızının şehri simgeleyen karpuzun renkleri olduğu ileri sürülse de, bu tamamen bir tesadüftür. Yeşil-kırmızının yanına eklenen tarihi sur resmi ile amblem de yavaş yavaş şekillenir.
  Kulüp amblem olarak, yeşil ile kırmızının yanına şehir surlarını, karpuz dilimini, Dicle nehrini ve On Gözlü köprüyü kabul eder. 

(Diyarbakırspor, Faruk Arhan, İletişim, sf. 41)

Hani hep kulübün renkleri hakkında muhabbet döner ya, görmüşken dedim hani. Alternatif yorumlar olduysa zamanında, o başka.

Aşım


Ligin başlarında bir maçta görmüştüm, İBB'nin forması, bildiğin "çakma"ydı. Adidas çakması. Rezillik. Aradan zaman geçti, şu, bu. Geçen gün, All-Star'ı izliyoruz. Yetenek yarışmasında Kartal Özmızrak da vardı. Forma "düzelmiş". Ulan dedim, bunlar acaba "La insan içine çıkacağız, o kadar da değil" deyip normalini mi giymeye başladılar filan... Çok şükür öyle değilmiş. İlk yarı sonlarına doğru sanırım, "normalini" giymeye başlamışlar. Olması gerektiği gibi, yani.


Rızık


Bursa geçen sezon şöyle bir tasarım kullandı (yeşili de var), öyle ki, her gördüğümde "Lan orada Umbro logosu var" dedirtmeyi başardılar. Puma giyiyorken yani, düşünün.

Dün de şu hesapta, aşağıdaki fotoğraf paylaşıldı.


Ulan aynısı işte. Aynısı ya. Sadece ters yöne bakıyor. Çok tuhaf işler.

İki


Erken saat, Konya-Kayseri'yi açtım. Hakem iyi sıçtı, son dakikada penaltı icat edip "maçın kaderiyle oynadı" falan, neyse. Seremoni sırasında dikkatimi çekti, iki takımın da üstlerindeki ekipmanda armaları yoktu. Yani inanılır gibi değil, ülkenin 1. liginde oynayan takımlar, sanki maçtan 15 dakika önce apar topar ayarlanmış gibi duran ceketlerle (ya da eşofman üstü, ya da neyse, "warm up"" işte) sahaya çıkıyorlar. Fotoğraf olarak bunu bulabildim sadece. Kayserisporluların üstünde de şundan vardı.

Nerden Nereye 192




Tit


Yeterince üstünde durulduğunu sanmıyorum. Nike'ın kış topu, tasarımı, işlevselliğinden önce gelecek şekilde üretilmiş vaziyette. Yani sarı ile geçişkenlik istendiyse illa, bari daha az bir kısmı sarı olsa da, karın içindeyken, televizyon başındaki vatandaş görebilse topu. Saha içindeki durumu bilmiyorum, belki toptan belli mesafe uzaktaki oyuncular da bundan şikayetçidir.

Peki ya tamamen turuncu versiyonu yapılamaz mıydı, bu tip çok karlı maçlar için?

Mutlu


Son dönemde sayısı artan, ön tarafta sadece takım logosu bulunan formalar çok hoşuma gitmekte. Sadeliği arttıran bir rötuş çünkü. Bizim var, Warriors'ın var, Bucks'ın var, Cavs yaptı; Clippers'ınki kötü. Bu ise önde sadece logonun olduğu ilk throwback olabilir. Kollu olmasına rağmen çok güzel duruyor. Aslen 69-73 arası giyilmiş. En orijinal kısmı ise arkada. Akla Ajax-Abn Amro ortaklığını getiriyor, ama bir yandan daha kalıcı aslında. Çünkü sonuçta diğeri bir şirketle reklam anlaşması.


Safkan


80'ler ve Euro 92'den aklımıza kazınan Hummel-Danimarka işbirliği geri dönüyormuş. Marka-takım özdeşleşmesini önemseyen biri olarak, sevindiğimi söylemeliyim.

Bu arada Danimarka için tasarlanan son forma da, yukarıdaki fotoda gördüğümüz o parçalı desene sahip. Play-Off maçlarında da İsveç'e karşı giydiler. Acaba Hummel de açılışı bu şekilde mi yapar.

Zımnen


İlki, ForForTu'nun Kasım '14 sayısından, Cafu röportajı:

2005 Şampiyonlar Ligi finalinin devre arasında şampiyonluğu kutlamaya başladığınız doğru mu?

Evet! Liverpool gibi bir takıma karşı devreye 3-0 önde girmiştik ve her şey istediğimiz gibi gidiyordu. İkinci yarıda ilk iki golü attıklarında bazı şeylerin değiştiğini fark ettik. Üçüncü golü attıklarındaysa olup bitene inanamadık. Aslında orada bizim kötü oyunumuzdan çok, Liverpool'un o geri dönüşü hak etmesini konuşmalıyız. Belki başka bir takım böyle bir direnç ortaya koyamazdı ama Liverpool müthiş bir performans sergiledi. Uzatmalarda Andriy Şevçenko yüzde 100 pozisyondan yararlanamayınca, kupayı kaptıracağımızı hissetmiştim.

Bu da, bu ayki sayıdan, Crespo:

2005 Şampiyonlar Ligi finalinin devre arasında Milan soyunma odasındaki hava nasıldı? Kutlamalar başlamış mıydı?

Clarence Seedorf, Paolo Maldini, Alessandro Nesta, Alessandro Costacurta, Andrea Pirlo, Gennaro Gattuso, Andriy Şevçenko... Hepimiz tecrübeli oyunculardık. Sizce kutlama yapmış olabilir miyiz? Ertesi gün bütün basın böyle yazdı ama, halbuki tam tersi, ikinci yarıda neleri daha iyi yapabileceğimizi konuşmuştuk. O akşam İstanbul'da bir mucize gerçekleşti. İlk yarı çok iyiydik ve işler istediğimiz gibi gidiyordu. İkinci yarı neler olduğunu anlayamadık. Şu an bile anlamakta güçlük çekiyorum! Maçın ardından soyunma odasında adeta cenaze havası vardı. Takım otobüsünde ya da otelde hiç kimse tek kelime etmedi. Hatta birkaçımız hüngür hüngür ağladı.

Yorum vatandaşın.

Nerden Nereye 191



Kuzenmiş meğer bunlar.

Elbet


Öncelikle Kaan Abi'ye selamlar. Kapakla ilgili iki eleştirim olacak.

1. Madem Zidane kapağa konacak, niçin oynadığı dönemden bir fotoğraf değil de, 2011'de oynanmış bir hayır amaçlı maçtan alınma, üzerinde o sezonun Real forması olan bir fotoğraf konuluyor? Duruşu kapağa uygun ve isim-numara güzel çıkmış diye mi? Tamam, belki hangi forma olduğunu benim gibi forma manyakları; kolda ne yazdığını da çok dikkatli kişiler merak ederek bulacak, ama yine de biraz daha hani...

2. Sol tarafa "hakkında yazılanlar" ve, bu sayıda yazan kişiler sıralanmış. Burada da bir olmamışlık var ya, neyse. En tepede "Zizou" yazıyor. Sağda at kafası kadar Zidane fotosu var, hadi tanımayacak adam da arkada isminin yazmasından çıkarır, ama oraya herifin lakabını yazıp da milletin kafasını bulandırmak neden?

Ertesi gün editi: Kaan Abi'den cevap geldi, merak edenler yorum kısmına.

Nerden Nereye 190









Koli


Hemen aşağıdaki postun devamı olsun. Astana örneğini görünce aklıma Nike'ın bu sezon büyük başlar için sunduğu tasarım geldi. Barcelona zaten 2-3 kere giydi maviyi. Havalar serinledikten sonra bir tek dışardaki Leverkusen maçı var sanırım. Onda da manzara yukarıdaki gibi.

Bir de İnter var:


Bu tasarımı kullanan (biz, Galatasaray dahil) 5-6 takım var. Keşke birinin aklına gelse siyah içlik giymek.


Kol



Şu pek dikkat çekmedi, üzerine konuşulmadı falan ama aslında içliklerin gelebileceği -gelmesi gereken- nokta budur bana kalırsa. Astana'da görmek şaşırtıcı oldu.

Bardak


Pamuk'la ilgili bir şeylere bakınırken tosladığım fotoğraf. Şu röportajdanmış meğer (Milliyet'ten önce Eurosport konuşmuş bu konuda asıl, görünüşe bakılırsa). Geçen sene bir postta alıntıladığım soruya alternatif bir cevap bulmuş olduk. Sıkı Fenerbahçeli olan Selçuk Altun, bu röportajları okumuş mudur ki? Okuduysa, Kitap İçin 4'te lafını eder zaten.

Postu bitirmeden aklıma Enes geldi. İnstagram hesabındaki şu fotoğrafı bir veri olarak ele alabiliriz. İhtimal var.

Nerden Nereye 189



Aceto


Korkunç bir "arak" var. Göz göre göre yani. Hem de Lotto. Adana Demir'e olmuş tabii, uymuş. Ama...


Fotoğraf ararken bakındım biraz da, çoğu 1. Lig'deki Anadolu takımı gibi, 4 tane formaları var. Bir de üstüne şunu giymişler. Federasyon'un da çok umrundaydı tabii.

Finnegan


Şunun sanırım futbolda çok az örneği vardır, en iyi ihtimalle. Üst düzey futbolda, belki de tek. Hani böyle hokey ya da Amerikan futbolu manzarası daha çok.


Nerden Nereye 188




Twitter'da bi' gavur arkadaş yakalamıştı. Ben kaçırdım kim olduğunu. Sakatlık öncesi, sonrası.

Esenyurt


Bu arkadaş son dönemlerde şort boyunu epey bir kısalttı. Yukardaki manzara çok ikna etmeyebilir, hareket halinde olduğu için; ama maç görüntülerini izlerseniz, ya da dikkat ederseniz, kolayca anlayacaksınız --eğer şimdiye dek fark etmediyseniz yani.

Bir süredir "İnşallah bu mal bir akıma yol açmaz" diye aklımdan geçiriyordum ki, dünkü maçın özetlerine bakınca bundan iyice tırsar oldum.


Sakatlıktan dönen şu meymenetsiz pezevenk de kısaltmış şortu. Takımdan başkalarına dikkat etmedim. Mo Williams, Lebron'la aynı bıyığı bırakmıştı. Bunu da yaparlar yani, ne olacak. Amını tıynetini siktiklerim.

Yalı


Yazmaktan sonra en çok sevdiği şey ise, edebiyatın tümüyle dışında kalıyordu. Haldun Taner, belki de uzun yıllarını yatarak geçirmenin verdiği hırsla, iyileşir iyileşmez kendini futbola vermişti. Üstelik sadece kıvrak çalımları, sert şutları olan bir futbol oyuncusu değil, bu oyunda yeni taktikler, yeni vuruş teknikleri geliştiren bir yorumcu olmuştu.  
Yalıda Sabah kitabındaki öykülerinden birinde Nizamettin Bolayır adlı öykü kişisine üç çeşit penaltı attırmış, bunlardan birinin daha sonraki dönemlerde ünlü futbol yıldızlarının çok kullandıkları 'falsolu vuruş' olduğunu yazmış ve bu vuruşun nasıl yapılacağını inanılmaz bir ustalıkla anlattıktan sonra, temeli aldatmacaya dayanan bu vuruşun 'kalleşçe' olup oladığını sormuştu. 
Bu soru, gerçek futbol dünyasını bir anda karıştırdı. Dönemin ünlü futbolcuları ile Türkiye'de teknik adam olarak çalışan yabancı futbol adamları, Haldun Taner'in ortaya attığı bu konuyu tartıştılar. Macar ve Romen kökenli teknik direktörler, radyoda düzenlenen 'falsolu vuruş mübah mı' adlı programlara katılarak, tercümanları aracılığıyla görüşlerini açıkladılar. Olup bitenleri kıs kıs gülerek izleyen Haldun Taner, takma adla bazı spor gazetelerinde makaleler yazarak, ortalığı daha da alevlendirdi. Olayı Brezilyalı bir teknik adamın da duyduğunu ve onun "Karşı kaleciyi gafil avlamak neden günah olsun" dediğini yazdı. Aslında ne böyle bir teknik adam, ne de böyle bir konuşma vardı ama buna da inanıldı ve tartışmalar daha da sertleşti. Haldun Taner de eğlenmesini sürdürdü.

K Dergi, sayı 29, sayfa 18-19.

(Başka bir Haldun Taner ve Futbol içeren post için, tık.)

App


Fotoğraf çok komik, ve bin tane potansiyel diyalog yazılabilir. O yüzden geçeyim hemen.

Bu bizim gereksizler turnuvaya gitmeyi garantilediğinden beri aklımda şu vardı: Acaba Euro 2016 için tanıtılacak formalarda bir yenilik olacak mı? Bir kırmızı, bir beyazın dışına çıkılacak mı? Araya başka şeyler girince, burda bahsetmek gecikti hep.

Şöyle bir şey var, son gittiğimiz turnuvada bunu yaptık: Oradan mı yola çıktılar bilmem ama, Demirkol'un çok öncesinde ortaya attığı turkuaz renk kullanma önerisini kısmen işin içine kattılar. Beyaza tamamlayıcı renk olarak gördük. Hoş durdu. Toplamda da 5 kere giymedik sanırım ya, o ayrı. 2010 elemelerinde de dönüştürüp şu hale getirince, ömrü kısa sürmüş oldu.

3 turnuvayı kaçırıp, yeniden ortamlara döndükten sonra yine bu tip bir şey denenir miydi peki? Beklemiyordum açıkçası. Ama az evvel şurada gördüm ki, sanırım geliyor.

Turnuvaya katılacak takımların yarısı şimdiden tanıttı formaları, veya sızdı. Bizim büyük takımlarımız neredeyse ağustos gibi tanıttıkları için, Milli takım'ın da bu işi 2016'dan önce falan yapmayacağını tahmin edebiliriz. Sızar mı, ne zaman sızar, o arada görürüz.

Mesela siyah-kırmızı, ama nasıl siyah-kırmızı? Düz siyah, ama kırmızı ayrıntılı mı; ya da şu aşağıdaki gibi bir şey mi?


Bizde hâlâ kombinasyon kafası yok. Turkuaz işi de istisna, bakmayın: Tamamen turkuaz yapmaya çekindikleri için o yola girmişlerdir. O yüzden muhtemelen sadece yaka filan kırmızı olur, Nike logosu vs.

İç saha formamız (artık) kırmızı sayıldığı için, bu aynı zamanda, beyaz formanın da yokluğu demek oluyor. Böylece, son yıllarda o enine şeritin ortaya hep konduğunu ve bir süre de konacağını düşünürsek, kendi "klasik" formamız bu kez giyilmeyecek olabilir. 3 turnuva sonrası böyle bir "vitrin" durumu varken, kendi klasiğimizin giyilmeyecek olması pek hoş değil gibi.


Nerden Nereye 187



(Cavs'te de beraberdiler, ama foto yok. O kadar az oynamışlar yani, düşün. Bulunca koyarım artık.)

Accık



(Bir arkadaştan, Socrates eleştirisi. İyi okumalar.)

SOCRATES'E DAİR

> Malumunuz Can Yayınları, son yıllardaki değişim-gelişim hamlesinin bir ayağı olarak altı ay kadar önce Socrates'i çıkarmaya başladı. Mevcut Eurosport tayfasının yanına eski Radikal Spor çevresinden eklenen yazarlarla kendilerince spor dergiciliğinde yapılmayanı yapmaya başladı bu ekip. İlk sayılarında dedikleri gibi 11 Freunde ve Blizzard benzeri, Batı Avrupa/Amerikan dergicilik çizgisini takip etmeye çalışıyorlar. Böyle bir projenin okuyan-yazan kesimden, spora ilgili birini heyecanlandırması gayet normal. Ancak bu heyecanın şahsımda birkaç ayda sönmesini izlemek son derece can sıkıcı oldu.

> Öncelikle Socrates'in ortaya koyduğu iddianın altını ne derece doldurduğunu sorgulamak gerekiyor. “Düşünen Spor Dergisi” sloganıyla çıkan bir derginin vaat ettiği düşünce kısmının Amerikanvari bir politik doğruculukla ıskalandığını gözlemliyoruz. Suya sabuna dokunmayan, ne memleket sathında olanlara, ne de dünyadaki ahvale dair net bir tavır almayan yazılar okumak, düşündüğünü iddia eden bir spor dergisi için büyük bir eksi. Beylik laflarla bezenmiş başlıkları ve konuları oldukça sığ biçimde ele almalarıyla entelektüel iddialarını bir türlü karşılayamıyorlar. Bu halleriyle de son zamanlarda pıtrak gibi çoğalan Ot, Kafa, Fil, vs. benzeri sığ ve niteliksiz edebiyat dergimsilerini anımsatıyor; onların sportif şubesi olmaktan öteye gidemiyorlar.

> Socrates'in ilk sayısından itibaren okurlarını hayran bıraktıran bir diğer özelliği de grafik açıdan getirdiği iddia edilen yenilikler oldu. Elbette son derece başarılı ilüstrasyonlar görmek mümkün derginin sayfalarında. Ancak bu grafik çalışmaların tekdüze ve özgünlükten uzak olduğunu fark edebilmek için birkaç yabancı derginin sayfalaını karıştırmak yeterli olacaktır. Kaldı ki yine başarılı grafik çalışmaların yanında aynı çizgide yazılar okuyamadığımızdan başarılı tasarımların yalnızca ambalaj işlevi gördüğüne tanıklık ediyoruz. Bu haliyle derginin 'grafik pornosu' olmaktan öteye gitmediğini söyleyebiliriz.

> “Derginin içeriğine laf edip duruyorsun da bir tane örnek vermedin” diyenler için sıralamaya başlıyorum. İki gün önce aldığım Aralık 2015 sayısından başlayacağım. Öncelikle dergideki yazıların büyük bölümünün köksüzlük gibi bir problemi var. Bu tip olaylar üzerinde Attila İlhan çok dururdu. Kaptan, aydınlarımızın, yazarlarımızın Türkiye'ye ait bir iz taşımaktan imtina ettiğinden söz ederdi sıkça. Socrates'te de benzer bir problemle karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin Bob Dylan'dan bahsedilen yarım sayfalık bölümdeki yazıyı Amerikalı birinin blogundan çevirip koymuşlar desek kimse yadırgamaz. Ne uslupta, ne de içerikte yazıyı yazanın anadilinin Türkçe olduğuna dair bir emare var. Hadi uslupta bunu vermek herkesin harcı değil. Oraya Dylan'ın Kars'a uzanan kökenlerine dair ufacık bir şey sıkıştırılsa, kârînin zihnine ferahlık verilse fena mı olurdu? Tüm yazılarda buna benzer bir ton köksüzlük bulunabilir. Yazıların tamamının çeviri gibi algılanmasının acı bir durum olduğunun farkındalar mıdır bilmiyorum.

> Kendinden bahseden hıyarın teki gibi algılanmak istemiyorum ama, futbol dergilerinde çalıştığım kısa sürede ben de benzer sözler duyuyordum yazılarımı okuyan arkadaşlarım tarafından. Onlar belki övgü olarak yazılarımın Avrupalı yazarlar gibi olduklarını, ismimi fark edene kadar çeviri zannettiklerini söylüyorlardı. Ancak bu bana göre, değiştirmem gereken, üslubumda sıkıntılar gösteren bir durumdu. Değiştirmek için uğraştım. Daha farklı yazıları, daha farklı tarzları takip etmeye çalıştım. Becerebildim ya da beceremedim bilmiyorum. Ama ortada bir sorun olduğunun farkındaydım. Değiştirmek için çaba gösterdim.

> Tabii bu köksüzlük, yerellikten uzaklık her yazıda mevcut değil. Bilhassa Avrupa basketboluna dair röportajlarda ince bir işçilik ve yakalanmış lezzetli bir denge görüyoruz. Zaten derginin en okunası kısımlarını da onlar oluşturuyorlar. Üstünde düşünülerek sorulan sorulardan röportajı verenin de keyif aldığını rahatça fark ediyoruz. Aynı şekilde başta Tanıl Bora olmak üzere dışarıdan katkı veren 'usta' sayabileceğimiz yazarların katkılarında da uslup ve içerik yönünden okur olarak tatmin olabiliyoruz.

> Ama Tanıl Bora gibi isimlerin yazılarında bile karşımıza özensiz bir editörlük çıkıyor. Örneğin Tanıl Hoca'nın Aralık 2015 sayısındaki Ofsayt yazısında İngilizce kaybeden anlamına gelen 'loser' yerine sıkça yapılan bir hatayla 'looser' ifadesinin kullanıldığını görüyoruz. Artık “Tanıl Hoca yılların editörü. Hata yapmaz” diyip yazısını okumaya gerek mi görmediler bilemiyorum. Ancak böylesi bir tashihin gözden kaçması kabul edilemez bir şeydir. Tanıl Hoca'nın dalgınlığına gelmiş, bir ton işinin arasında onu da gözden kaçırmış olabilir. İsterse Franz Kafka mezarından kalkıp, derginize yazı yazsın. O yazının her satırını birkaç defa okumak zorundasınız. Nasıl bir süreç sonunda derginin baskıya gittiğini cidden merak ettiriyor bu tip hatalar.

> Loser-looser hatası gözden kaçabilecek bir şey olarak yorumlandı diyelim. Derginin tashihlerden bağımsız olarak kullandığı ifadelerle ilgili de ciddi bir sorunu var. Hemen hemen her sayısında Doğu Bloku'nu ve SSCB'yi hedef alan bir yazı görüyoruz. Söz konusu Sovyetler olunca yazarlarımızın hiçbiri lafını sakınmıyor. Naim Süleymanoğlu'nun Türkiye'ye kazandırılış hikayesinin nasıl bir merkez sağ propagandasına dönüştüğünden dem vurmayanlar, Bulgar yetkililerin zulmünü(!) spotlara, ara başlıklara taşımaktan imtina etmiyorlar. Yine Aralık 2015 sayısından bir örnek vereceğim. Kapak konusu olan 'kararlar'a dair bir yazıda 1966 Dünya Kupası Finali'nde Geoff Hurst'ün meşhur golünde pay sahibi olan yan hakem Tevfik Behramov'dan Azeri olarak bahsediliyor. Pardon ama 1966'da SSCB diye bir ülke vardı. Behramov da orada SSCB'yi temsilen, Sovyet bir hakem olarak bulunuyordu. Dağılmasının üstünden 30 yıl geçmemiş bir ülkeyi Amerikan politik doğrucu ağzıyla tarihin çöplüğüne yollamanın 6. Filo'ya karşı namaza duranların aymazlığından farkı nedir ki? Stalinist filan değilim ama bu kadarı da fazla be kardeşim. Tıpkı 4-5 ay önceki sayılarında Attila Gökçe'ye yazdırılan Vera Çaslavska yazısında olduğu gibi SSCB'ye ve Doğu Bloku'na adeta 'çakmak' için fırsat kollamak olarak görüyorum ben bu tutumu. Arkadaşlardan bir de 1972 Münih Olimpiyatları'na dair bir yazı bekliyorum. İktidardaki sosyal demokratların dirayetli tutumunu öven, İsrailli sporcuların öldürülmesinin barbarca bulunup, kınandığı ama içinde ne RAF'tan, ne de olayları o noktaya getiren Alman hükümetinin Stammheim'daki zulmünden dem vurmayan bir yazı. Bir modern çağ ağıtı. Belki de yazdılar, bilemiyoruz...

> Accık sinirlenmiş, zaman zaman haksız eleştirilerde bulunmuş olabilirim. Ama gusuruma bakmayın. Kendinize iyi davranın.

R. B.

Jenerik 26

Tınaz


Sene 2006. Yaz ayları. Akşamüstü yine bizim sahaya yollandık. Gelmeden önce de Kobe'nin numara değişimi olayını okudum. Sahanın abilerinden biri de ağır Kobe hayranıdır. İşte ayakkabılar, şu-bu. Bizden biraz sonra geldi. Birkaç dakika sonra aklıma geldi, söyledim. İnanmadı. E mobil internet filan da yok, "Abi aha bak" diye gösteresin. Muhabbeti duyan 1-2 kişi daha dediğimi doğrulayınca, bizim abi inandı. Ama şoktan çıkamadı. Bildiğin inanamadı. Neden o kadar tuhaf geldi bilmem. Hâlâ da Kobe'yi 8 numarayla görünce aklıma o gün gelir.

Geçenlerde Twitter'da vardı, Kobe'ye demişler, "Müdür senin formayı asacağız malum, da hangi numarayı asalım", Kobe de "Düşüneyim hele" diye cevap vermiş. Az önce de şunu gördüm. Ben yaşlardakilerin çoğu, bir şey demek gerekirse 8'i tercih edecektir sanırım. Kendisi hangisini seçer, göreceğiz.

(Şu entirideki "birbirine bakan iki 3" ayrıntısını sanırım ilk kez okudum...)


Entegrasyon


Dennis, liberoda oynadığı zamanlar benim futbol oynamayı beceremediğimi, beş para etmez bir topçu olduğumu düşünürdü. Bu düşüncesi, liberodan orta sahaya geçip benimle yan yana oynamaya başlamasından sonra değişiverdi. Futbolda bir işi birisiyle paylaşırsanız, aranızda bir ilişki oluşmaya başlar. Bu, tamamen farklı görevleri olan futbolcuların sahip olmadığı bir anlayıştır. Antrenman sahasında topu birbirinize atıp dururken bile aranızdaki ilişki gelişir. Bu öyle bir dışavurumdur ki, seviştiğiniz birisiyle ne kadar iletişim kuruyorsanız, burada karşınızdakiyle en az o kadar iletişim içindesinizdir. Orta sahada aynı görevi paylaşan iki oyuncuyu ele alacak olursak, onların futbol vasıtasıyla birbirlerini en az iki sevgili kadar yakından tanıyacaklarını söyleyebiliriz. Mesela John Giles ile Billy Bremner'ın durumu tam bu anlattığımızla örtüşmektedir. Sorunları çözmeye ve pozisyonlar hazırlamaya çalışırken aranızda çok samimi bir ilişki oluşur. İçinde konuşmanın olmadığı bir ilişkidir bu. Konuşan, hareketlerinizdir; konuşan, oynadığınız oyundur. Birbirinize topu verişiniz, birbirinize attığınız paslar, birlikte yarattığınız pozisyonlar zaten sizin adınıza konuşur. Sosyal manada muhakkak yakınlaşacaksınız diye bir şey yoktur, ama aranızda sessiz fakat samimi bir anlayış geliştirirsiniz. Dennis'le bana da öyle olmuştu. Orta sahada yan yana oynamak bizi eskisine göre bayağı geliştirmişti, ama arkadaş da değildik.

Sadece Bir Oyun Mu?, Eamon Dunphy, sayfa 33

Nerden Nereye 186